Dizi Yazılar

Çöldeki Meşe

Selim Çürükkaya 1010 yılında güney Kürdistanda gördüklerini ve duyduklarını yazdı.

(****) Yusf ile züleyha hikayesi: http://www.videoizlesen.com/yusuf-ile-zuleyha-hikayesi-izle.html

(**)Zembilfroş: http://www.youtube.com/watch?v=D4xBjQbOro4

Zembilfroş (*) http://www.youtube.com/watch?v=yIlhHftpI5Q&feature=PlayList&p=C3D37424E162E65D&playnext=1&playnext_from=PL&index=15

Zembilfroş (0*) http://www.youtube.com/watch?v=aRtNKJm4UYs&feature=related

sepesZembilfroş’un Kabrini terk ettikten sonra biraz ilerliyoruz, arabamız durunca, iniyoruz.
Orada bir pınar var, su içeceğiz.
Almanya da böyle bir pınar bulmak, neredeyse mümkün değildir.
Yerin altından berrak, tertemiz bir su akıyor ve buz gibi.
Önce akan suda ellerimizi yıkıyoruz, ardından avuçlarımızla  soğuk suyu kana kana içiyoruz.
Bu suyun başında bir de fotoğraflarımızı çekiyoruz.
Ben korumaların arasına geçiyorum, arkadaşım denklaşöre basıyor, işte bu fotoğraf çekiliyor.

Dicle nehrini görüyorum.

İlerliyoruz dağlara doğru.
Türkiye, Suriye, Irak üçgenine gidiyoruz, orada Dicle nehiri akıyor.
Dicleyi sınır kabul etmişler eskiden.
Yani Kürdistan ülkesi burada Dicle ile bölünmüş.
Bir parçası şimdi kendi adını almış, diğer iki parça henüz esaret altında.
Burayı aslında çok iyi tanırım, hiç görmediğim, ama yakından bildiğim bir yerdir.
Bu geçiş noktası ile ilgili o kadar fazla öykü dinlemiştim ki arkadaşlarımdan,anlatsam sayfaları tutar.
Yirmi yıldan beri onbinlerce Kürt, derme çatma sallarla Dicle’nin üzerinden geçti, büyük umutlar, inanılır inançlarla!
Kimi boğuldu, kimi vuruldu bu sularda!
Dicle kadim bir tanık gibi hala akıp gidiyor burada.

Aha Cudi Dağı!


cudi20dagiBiraz daha ilerleyince, arkadaşlar bana Cudi Dağ’ını gösteriyorlar.
Başı neredeyse gökyüzüne değecek kadar gururlu ve mağrur duruyor karşımızda.
Eteklerindeki karlar çoktan erimiş, ama başı bembeyaz.
Onun yanında başka bir dağ var, burada dağlar omuz omuza.
Her dağın arkasında da başka bir dağ saklanır bu coğrafyada.
Uzaktan bakıldığında hepsi sessiz, iç dünyalarında kim bilir neler var?
Kaç roman anlatabilir onların öykülerini, hangi şiir, hangi şarkı dile getirebilir dertlerini?
Çıkamıyoruz tepelerine,  eteklerinden geçen araba yolundan takip ediyoruz dağları.

Dükkâncı kadın.

Bir boğaza geliyoruz, bu boğazı geçip tepeyi tırmanır ve çıkarsak, Çiyaye Metina dağlarını görmek mümkündür diyor arkadaşlarım.
Boğazın tam girişinde, Almanların“Kiosk”dedikleri bir dükkan var.
Ve bu dükkanda başı açık, iri yarı bir kadın çalışıyor.
Dağ başında, kuşların uçtuğu, kervanların geçtiği bu yerde, bir kadının dükkancılık yapması, hepimizin dikkatini çekmişti.
Sait Hoca merakımı gidermek için:“Büyükbir ihtimalle hiristiyandır” dedi.
Dükkandan içecek ve sigara aldıktan sonra, iki tarafı uçurum olan geçitten geçtik.

Arkadaşım Ali Haydarali

Dolambaçlı olan yoldan dağın tepesine çıktık, karşımızda Çiyaye Metina sıradağları uzanıp gidiyordu.
Burada, eski arkadaşım Ali Haydar Kaytan aklıma geldi.
Kim bilir hangi mağarada barınıyor şimdi? dedim kendi kendime.
Hemen bir şey aklıma geldi,  hem okul arkadaşım Botan’ı güldürmek, hem de bir anı olsun diye, cebimdeki telefonu elime aldım, tuşlarına bastım.
Botan’ın sesi geldi,“merhaba Botan nasılsın?”dedim.
Hal hatır sorduktan sonra:“Ben Çiyaye Metina’nın karşısındayım, Arkadaşım Ali Haydar Kaytan’ın adresi veya mağara numarası var mı sende? Gidip bir görüşeyim”dedim.
Hem Botan, hem de yanımdaki arkadaşlar güldüler.

İniyoruz ve dağları izleyerek doğuya, güneşin doğduğu yere doğru sürüyor yolculuğumuz.
Gazete ve televizyon haberlerinden  bu dağlarda yapılan askeri operasyonlarla ilgili haberleri dinlediğimizde veya  okuduğumuzda dağların büyüklüğünü anlayamayız ki.

Şu anda gözlerimle gördüğüm, ruhumla yaşadığım bu dağlara, dünyanın bütün ordularını getirip bıraksan, hepsi on günde yenilirler bu dağlara.
Vadiler yutar onları, taşlar keser, uçurumlar parçalar diplerinde.
Ve yamaçlar güçlerini alır. Karlar, buzlar dondurur, fırtınalar onları  ciğerlerinden vurur.

A. Xalık yaptığı baskını anlatıyor.

Gidiyoruz, Bamerni kasabasını geçiyoruz.
A. Xalık, Baas Askeri güçlerine karşı yaptığı operasyonlarını anlatıyor bizlere.
Bir yerde aracını durduruyor.
“Aha burası, Baas ordusunun karargahıydı, şuralarda tepe karakolları vardı.
Tam 15 gün on beş gece gözetleme ve baskın planı yaptık.
On altıncı gece baskın düzenledik
Aha burada, mevzilenen arkadaş, ilk roketatarı ateşledi.
Kıyamet koptu….
Yarım saat sonra yüzlerce esir, ölü ve yaralı ele geçirince, kontrolü sağladık, bizden bir ölü, bir de yaralı  vadı sadece.”

amediAmediye Şehri.

Arabamız doğuya doğru giderken, kulağım A. Xalık’ın anlatımlarındayken, yüksek bir tepenin üzerinde kurulmuş şehire takıldı gözlerim.
“Tarihi Amediye şehri orasıdır” dediler
Bir dağın tepesinde kurulmuş, kalesi var birde.
Belliki saldırılara karşı yaşayabilmek için dağın tepesine kurulmuş ve kendini surlarla korumuş.
Bu şehirin tarihi,  yazılı tarihten daha eski olduğunu kaydeder tarih kitapları.
Ve mirlerle beylerin şehri olduğu rivayet edilir.

Zap Suyunun kıyısında.

Yanından geçerken dikkatle bakıyorum, tarihi bir müzeden geçer gibiyiz.
Arkadaşlar, acıkmışız ileride bir yerlerde balık hazırlanıyor, yemek yedikten sonra dönüşte şehiri gezelim diyorlar.
Dêreluk’a gidiyoruz. Burada Zap Nehri’nin kıyısında bir lokanta var.
Araçlarımız durunca, Zap kıyısına iniyorum, Masmavi suyu var Zap’ın, durgun bir göl oluşturmuş burada. akmıyor. Yorgunluğunu atmak için dinleniyor sanki, gölün dibinde kocaman balıklar dolaşıyor.

Sigaralarını tüttüren arkadaşlarım geliyorlar yanıma, onlar da oynaşan balıkları izliyorlar.
Biraz sonra lokantadan içeri giriyoruz, masada Zap Suyunun balıkları, ince lavaş ekmek ve soğan salatası.
Ardından odun ateşinde demlenmiş çaylarımız geliyor.
Kurdistani sohbet eşliğinde yudumluyoruz  çaylarımızı.

Amediye’yi akşamüstü geçiyoruz, zamanımız olmadığı için şehirde şöyle bir tur atıp ayrılıyoruz.
Bir gün sonra tekrar Hevler’e dönüyorum.
Bir kafeteryada Kek Azad ve İbrahim Gabari ile tanışıyorum.
Kek Azad yakışıklı, girişken, becerikli, genç bir iş adamı.

Ama İbrahim Gabari çok ilginç bir kişi.
Ona Diyarbakır cezaevi ve çekilen filmden söz ettim.
“Bende 24 yıl hapiste kaldım” deyince, hayret kapıldım.
Ve öyküsünü dinledim. Zamanınız varsa size İbrahim Gabari’yi anlatayım.

Üniversite öğrencisi İbrahim Gabari.

1968 lerde Bağdat Üniversitesinde Öğrenci iken, Baas istihbaratı Gabari ile kontağa geçiyor.gabari
Onu ajanlaştırmak istiyorlar.
Kürt olduğu için Gabari’yi KDP nin içine sızdırarak bilgi toplayacaklar.
Gabari’nin KDP ile kontağı var, durumu Mala Mustafa Barzani’ ye ilettiyor.
Baba Barzani, İbrahim’e:“kabul et” diyor.
İbrahim çift taraflı ajan olarak çalışmaya başlıyor.
Süre içinde kendisini Saddam’ın istihbaratına kabul ettirmiş olacak ki;
bir gün ona para teklifi yapıyorlar ve bunun karşılığı, içine bomba düzeneği yerleştirilmiş bir çantayı Gabari’nin eline veriyorlar. “Götür bunu Barzaniye ver” diyorlar.
Gabari hesabına yatırılmış parayı bankadan çekmekten korkuyor.
Çantayı aldığı gibi Mala Mustafa Barzani’ni yanına gidiyor.
Kürtlerle yapılmış anlaşmaya uymak istemeyen Baas rejiminin iki yüzlülüğü, içine bomba yerleştirilmiş bu çanta ile 1972 yılında bir basın toplantısı ile kamuoyuna açıklanıyor.

Gabari Tutuklanıyor.

Eşim de benim gibi üniversite öğrencisi idi, deşifre olduğumdan dolayı Bağdat’ı terk ettim.
Bir oğlum oldu ve çocuğum bir yaşındayken ben Suriye’de hala bilemediğim siyasi bir nedenle tutuklandım.
Siyasi nedenle diyorum, çünkü konulduğum cezaevi siyasi tutukluların kaldığı bir cezaeviydi.
Bu cezaevinde neler mi gördüm ? Anlatsam günleri alır, en iyisi bir kaç anımı anlatayım, gerisini sen düşün!

serce1_1239376664İbrahim Gabari’nin kuşu.

Kaldığımız cezaevi çok büyüktü.
Ortasında yuvarlak, yani daire şeklinde bir havalandırması vardı.
Koğuşlar bu havalandırmanın etrafındaydı.
Bir gün sabahın erken saatlerinde, İxwanül müslimin örgütünün üyelerini bu havalandırmaya çıkardılar.
Biz pencerelerden bakıyorduk.
Onar onar, yüzer yüzer kafileler halinde başka yerlerden getirdiler.
Havalandırmayı, yani kocaman meydanı doldurdular.
Sonradan 2500 kişi olduğunu duyduğum bu insanları uzun süre güneşin altında beklettiler.

Ardından hapishanenin çatısına makineli tüfekler kurdular.
Bizim kaldığımız koğuşların pencerelerini kapattılar. Ve onları taramaya başladılar.
Evet, hakiki mermilerlerle duvarların arasındaki tutsak insanları vuruyorlardı.
Kesik çığlıkları ulaşıyordu kulaklarımıza, camlara kan sıçrıyordu.
Bizler korkudan yerlere yatmıştık.
Çoğumuz ranzaların altına girip saklandık.
Silahla insanları tarama işi yaklaşık bir sat kadar sürdü.
Sonra tek tek silah sesleri geldi.

Saatlerce ölüleri taşıdılar, nereye götürdüklerini bilmiyoruz.
Hatırlıyorum, akşam üstüydü, hepimiz yerde ve ranzaların altındayız.
Ne zaman sıranın bize geleceğini bekliyoruz.
Kulaklarımız kapının anahtar deliğinde, anahtarın sesini bekliyoruz.
Hepimizin yaşamı, birazdan çıkacak o sese bağlıdır.
Suriye’nin maliye bakanı da  koğuşumuzda tutukluydu.
Bir ara kapıdan anahtar sesine benzer  bir ses geldi, bu Maliye Bakanı uzandığı yerden kalktı, bir çığlık attı.
Havaya kalkan elleri büzüldü, yüzü çarpıldı, gözleri döndü, ağzı açıldı, pat diye yere düşerek öldü.
Bizler sindiğimiz yerden onu izliyoruz.
Bir daha anahtar sesine benzer o ses geldi,  atan kalplerimizin sesini duyuyoruz.
Nefeslerimizi tutmuşuz.
Koğuşun ortasında bir ölü yatıyor.
Kapı bir tütlü açılmayınca, yerden sürünen bir tutuklu kapının altından baktı.
Bir serçe kuşu, kapının önünde dökülmüş bulgur tanelerini yiyordu.
Bizim duyduğumuz bu kuşun gaga sesiydi.

ayakkabiAyakkabı numarası kadar dayak.

İbrahim Gabari’ye “size dayak atıyorlar mıydı?” dedim.
Bana en ilginç olanını anlattı:
“Bir gün bizim koğuşta kalan biz seksen kişiyi havalandırmaya çıkardılar.
Duvarın dibinde tek sıra halinde dizdiler.
Ellerinde  Lastik coplar vardı.

‘Ayakkabı numarası 37 olanlar çıksın’dediler
Birkaç kişi çıktı , sırtüstü yere yatırdılar.
“Ayaklarınızı yarım metre kaldırın”dediler ve vurmaya başladılar.
Her kişinin ayaklarının altına ayakkabısının numarası kadar cop vurdular.
Onlar yerine geçince, bu kez ayak numaraları 38 olanları aldılar.

47 Numaraya kadar gittiler, her kes dayak yedi ama bir kişi  duvarın dibinde ayakta kaldı.
Gardiyanlar hangi numarayı söylüyorlarsa, adam yerinde bekliyordu.
Sonunda bir gardiyan“senin numaran kaç lan?”dediğinde, tutuklu 41,5 der demez, hepsi birlikte güldüler.
Adamın ayakkabı numarasına baktılar, doğru olduğunu anlayınca,  dayak atmadılar.

Açlıktan öldüler.

Ona peki bu kadar zulüm karşısında siz neler yaptınız? Direnseydiniz, açlık grevine, ölüm orucuna gitseydiniz dedim.
Bana baktı gülümsedi, “açlık grevi,” dedi biraz durdu, devam etti, “benim kaldığım koğuşlarda, gözlerimin önünde en az altmış kişi açlıktan, ekmek veya yemek diye inleyerek can verdi.”

24 Yıl sonra serbest bırakıldım.

Tutuklandıktan sonra yaşadığımı bir ben, bir beni tutuklayanlar, bir de kaldığım koğuştaki tuttuklular biliyordu/m.
24 yıl boyunca, aileme tek bir mektup yollayamadım, yirmi dört yıl içinde bir kez olsun kimse ziyaretime gelmedi. 24 Yıl boyunca ne akrabalarımdan, eşimden tanıdıklarımdan, çocuğumdan bir haber aldım, ne de onlara bir haber yollayabildim.
Tahliye olduğumda Kürdistan’a gittim. Aradım, eşimi buldum. Bir adam yanıma geldi, eğilip elimi öptü, bu kimdir? dedim“oğlundur”dediler.

Not. Üstteki Fotoğraf Mala Mustafa Barzani, İbrahim Gabari ile 1970 lerde çekilmiş. Altaki Fotoğrafı 2010 yılında ben çektim. Mala Mustafa Barzani’ nin resmini İbrahim Gabari çiziyordu, daha tamamlanmamıştı, ben ikisini yan yana getirerek çektim.

Camdan bir yapı.

Sait Hoca ile Sultan Restaurant’tan çıktık. Karşımızda çok enteresan bir bina var.
Kaç kere dikkatimi çekmişti ama bu binanın ne olduğunu soramamıştım.
Sait Hoca bu yapının Van’lı bir Müteahit tarafından inşaa edildiğini söylemekle yetiniyordu.
Haydi gidip içeri bakalım dedim. Sait Hoca böyle şeyleri hiç merak etmez, bu yüzden diretti,
“Geri dön gitmeyelim” dedi.
Ama ben yapının dış güvenlik bölümüne ulaşmıştım bile, Sait Hoca hem itiraz ediyor, hem ardımdan geliyordu.

Yetkli birini çağırıyor!

Güvenlik bölümünde genç bir peşmerge oturuyordu, içeri girmemle ayağa kalktı.
“Özür diliyorum, ben Avrupa’dan gelen bir kürdüm, bu binaya bakmak istiyorum”dedim.
Genç peşmerge benimle birlikte dışarı çıktı. Biraz beklememizi istedi.
Az sonra bir yetkiliyle yanımıza geldiler, isteğimizi ilettik.
“Buyrun”dedi yetkili kişi ve binanın idare bölümüne girdik.
Gerçi mesai sati değildi.
Hiç olmazsa binanın alt katının geniş salonunu görebildik.
Bizi gezdiren yetkili, buranın Dar ül acize, yani türkçe ile söylersem, kimsesizler yurdu olduğunu söyledi.futbol_oynayan_cocuklar

Kimsesiz çocuklar top oynuyor.

İdare bölümü bayağı şık dizayn edilmişti, salonun yan kapısından çıktık, yapının lokanta bölümüne girdik.
Oradan mutfağa geçtik. Lokantanın masa ve sandalyeleri yeni, her taraf tertemizdi.
Ama mutfak ortadoğuya özgüydü. İyi bir görünüm sağlamıyordu.
Bu bölümden ayrılınca, bize bilgi veren yetkili, burada kimsesiz yaşlı erkekler ve kimsesiz çocukların bulunduğu açıklamasını yaptı.
Ayakta beklediğimiz meydanın bitişiğinde küçük bir top sahası vardı, çocuklar orada top oynuyordu, bizde oraya doğru yürüdük.
Çocuklarla sohbet etme imkanı bulduk.
Yaşlı kişilerin kaldığı bölümü de görmek istiyordum.
Yetkili kişi ancak yaşlılar izin verirse, görüşebileceğimizi söyleyince kabul ettik.
Bir müddet sonra“içeri girebilirsiniz”deyince, beyaz bir kapıdan salona girdik.
Mermer kaplı basamakları çıkarak ikinci kata vardık.
Geniş bir salonun koltuklarında yaşlı iki erkek oturuyordu.
Merhabalaştıktan sonra hal hatır sorduk.
Sait Hoca yaşlıların yanında oturdu.
Ben izin alarak yatak odalarına, kahve, çay içecekleri sohbet yapacakları  salonlarına girdim.
Banyo bölümlerine de şöyle bir göz attım.
Döşemeler, yataklar ve koltuklar üç yıldızlı bir otelin döşemesi ayarındaydı.

ihtiyarYaşlının iki şikâyeti var.

Yaşı yetmişin üzerinde olana:
“Durumunuz nasıl?” diye sorduğumda:
“Allah razı olsun, çok iyidir” cevabını verdi.
“Yemeklerinizi  lokantada yiyiyorsunuz, burada oturup sohbetinizi yapıyor, çayınızı yudumluyorsunuz, şikayetiniz var mı?” dediğimde,
Yaşlı adam gülümsedi:
“Vala iki şeyden şikayetim var”dedi.
Merak ettim “nedir amca” deyince; “Bir, yaşlılıktan, iki, ölüm yaklaştı, ondan şikayetçiyim”der demez bir kahkaha attı.
Görmek istediklerimizi görmüştük.Dışarı kimsesizler yurdunun bahçesine çıktık.
Yetkili buranın daha yeni inşaa edildiğini, bazı bölümlerinin inşaat işlerinin henüz devam ettiğini söyledi.
Çalışamayacak durumda olan ve bakacak hiç kimsesi olmayan yaşlıların, durumlarını isbat edecek belge ve bilgiler gösterdikten sonra burada kalmaya hak kazanacağını,
Ömürlerinin son yıllarını burada geçirebilecekleri bir yerin kendilerine sağlanacağını, kaliteli bir hizmet de sunulduğunu, annesi ve babası olmayan çocukların bölümünün yaşlıların bölümünden ayrı olduğunu, bu çocuklara, ayrıca bakıcıların da hizmet verdiğini belirtti.
Bizde kendisine teşekkür ederek dış kapıya doğru yürüdük.

Yaşlılar adına sevindik.

Kimsesizler yurdunun bahçesinden ayrılırken, Kürdistan’da yaşlılar için böyle bir mekânın olabileceğini hiç tahmin bile edemezdim.
Gerçi Kürtler yaşlılarına hürmet eden bir millettir.
Ama devletin kısa süre içinde bu kadar iyi bir yeri kimsesiz insanlara sağlaması kayda değerdi.
Sait Hoca’da çok beğenmişti.
Ona bundan sonra, gördüğümüz her resmi yapının içine girelim, İnfarmasyon alalım, bu ülkede neler oluyor ki, öğrenelim dedim.
Kabul etti.“O zaman gel seni çok ilginç bir kuruma götüreyim, o kurumun yöneticisi benim arkadaşımdır”dedi.
Bu cümleleri sarf eden Sait Hoca, kaldığımız eve doğru yürüdü. “kurumun adı nedir?”dediğimde. “Mektebe Komalayati”dedi ve devam etti.“Gel seni Reşit Ağayi Gerdi ile tanıştıracağım”

Toplum bürosu: 

Reşit Gerdi’nin“Mektaba komelayati”olarak bilenen bürosu, bizim kaldığımız eve yakındı. saidresit
Yani“Dolar ava”daydı.
Bu Dolar ava adı üzerinde de durmam gerekiyor.
Hevler’de mahalle veya yer adlarının bir kısmı halk tarafından konulmuştur.
Dolar ava mahallesi, paraları bol olanların oturduğu veya dolar sahibi kişilerin villa inşa ettiği  yer olduğu için halk buraya Dolar ava demiştir.

(Resim: Kuşağında silahı olan: Reşit Gerdi, Sait Hoca)

“Dolar” Amerika para birimi, “ava”, kürtçe inşaa anlamına gelir.
“Dolar” ile “ava” yan yana gelince “Dolarla yapılan veya Dolarla inşaa edilen” mahallesi ortaya çıkmıştır.
Reşit Gerdi’nin bürosu ana cadde üzerinde çok sayıda odası ve oturma salonları bulunan iki katlı bir villaydı.

Alt kat salonuna girince, yaşı altmışın üzerinde olan peşmerge giysili, sarıklı, kuşağındaki dabancasıyla güler yüzlü bir adam bizi karşıladı.
Reşit Gerdi’nin yukarıda kendi makamında olduğunu söyledi.
Bize merdivenleri gösterdi. Reşit Gerdi’nin odasına girdiğimizde çok sevindi.
Ayağa kalktı, yanaklarımızdan öptü. Oturmamız için yer gösterdi, çay ikram etti.

Aşiretler hala çok önemli.

Sait Hoca bizi tanıştırdı.
Reşit Ağanın mensup olduğu“Gerdi aşireti”nin uzunca tarihini anlattı.
Benim aşiretim yoktu ki tarihini anlatsın Sait Hoca; sadece adımı ve yazar olduğumu söyledi.
Kitaplarımı okumayan Reşit Gerdi için yazarlığım ne ifade etti, bilemiyorum!

Güney Kürdistan’da halla aşiretler çok güçlü ve insanlar ancak o aşiret adlarıyla tanınırlar.
Kürt olduğunuzu söylediğinizde, önce hangi aşirete mensup olduğunuz sorulur.
Aşiretinizin adını söylediniz mi, kendinizi tanıtmış olursunuz.
Yani orada ben mühendisim, öğretmenim, hakimim, savcıyım, ressamım, yazarım, gazeteciyim, pilotum, makinistim demeniz çoğu kişi için fazla bir şey ifade etmez.
Ama Sindiyim, Berwariyim, Mizuriyim, Barzaniyim, Zebariyim, Gerdiyim, Herkiyim, Şirwaniyim, Dizaiyim, Oramariyim Surçiyim demeniz çok şey ifade eder.

karnaval_JJ_ViktorHugoViktor Hugo Kitap Tüccarıdır!

Zaten Sait Hoca benim için Reşit Gerdi’ye “yazardır” dediğinde, kulaklarıma gelen ses tonundan ve Gerdi’nin anlamsız bakışlarından, şu anektodu hatırlayıp hafifçe gülümsedim.
Derler ki, yazar Viktor Hugo Frans’a dan İtalya’ya seyahat ederken, İtalya gümrüğünde at arabasını durdurmuşlar, adını soyadını sormuşlar. Hugo adını soyadını söylemiş, mesleğini sormuşlar“yazar” demiş, gümrük memuru böyle bir meslekle hayatında ilk olarak karşılaştığı için, bunun ne demek olduğunu açıklanmasını istemiş, Hugo izah etmeye çalışmış, gümrükçü “kitap” lafını duyunca, başını sallamış “anladım” demiş, önündeki deftere mesleği “kitap tüccarı” diye yazmış.

Eğer Kürdistan’da hala aşiret yapısı çok önemli ise ve hala mesleklerin bir önemi yok ise, bunun sorumlusu Kürtler değildir. Kürtler, yüzyıllardır dağlarda yaşamaya zorlandılar. Ve dağlarda aşiret çok önemlidir. Aşiretsiz yaşam olamaz dağlarda. Aşiret bir kale gibidir, savunma silahı gibidir, ekmek ve sudan daha önemlidir. Kapitalizmde işçiler için sendika ne ise, Kürdistan dağlarında köylüler için aşiret bin kez odur. Yani anlatmak istediğim bu atmosferden dolayı ne Sait Hocanın ne de Reşit Gerdi’nin bir kabahati yoktur.

Ben asıl Reşit Gerdi’nin başında olduğu kurumu tanımak istiyorum.
O ise Ahmet Türk ile yaptığı bir görüşmesini bana anlatmak istiyordu.
Ve Ahmet Türk’ün soyadına kafayı takmıştı.
“O na dedim yapman gereken ilk iş, ‘Türk’ olan soyadını ‘Kürt’ yapmandır.”
Görüşmemizin sohbet bölümü sonu erince, başında bulunduğu kurum hakkında sorular sordum ve yanıtlar aldım.
Bulunduğumuz büro “Komelayatinin” merkez bürosuydu.
Adıda kurmanci olarak “Mekteba Nawendi” (Toplum bürosunun merkezi) idi.

Komelayati eskiden KDP nin mahkemesiydiKd_pdk

Bana anlattığı veya benim anladığım kadarı ile bu bir türlü halk mahkemesidir.
Baba Barzani tarafından 1951 tarihlerinde kurulmuştur.
Amacı halk arasında çıkan sorunları hal etmek, yani hakemlik yapmaktır.
Kürdistan’ da KDP nin hakim olduğu bölgelerde bu komalayatinin büroları vardır.
Bu bürolarda halk arasında sevilenler, akil adamlar, aşiret reisleri, tecrübeli, sözleri geçerli yaşlı insanlar görev yaparlar.
Halk arasında çıkan olayları çözer ve karara bağlarlar.

Devrimden Önce ve sonra.

Devrimden önce uzun yıllar komelayati olarak adlandırılan bu yapı, bir nevi mahkeme görevini üslenmiştir.
Devrimden sonra, yani Kürtler devlet düzenine geçmeye başlayınca, hukuk mahkemeleri kuruldu.
Davalara asıl olarak bu hukuk mahkemeleri bakmaya başladı.
Ama Komelayati fesh edilmedi, hatta yeniden şekillendirildi.
Çünkü halkın içinde, aşiretler arasında, köylülerin kendi aralarında çıkabilecek binlerce soruna, önce bu yapı el atar, eğer hal edemediyse, dava polise ve mahkemeye intikal eder.
Yani komelayatinin görevi bir nevi hukuk mahkemelerinin işini hafifletmektir.
Suç işleyen kişileri tutuklama yetkisi yoktur, hapis cezası, idam cezası gibi cezaları da veremez, ama davaları sulhla çözmeye çalışır.

Elbete “Komelayati” bir partinin, yani KDP nin yargı organı olarak ortaya çıkmıştır.
Bu gün hala  bu partinin bir kurumu durumundadır.
Normal olarak hiçbir demokratik ülkede veya çok partili bir sistemde, bir partinin mahkemeye benzer böyle bir kuruluşu belkide olamaz.
Her ne kadar Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne bağlı  böyle bir yapı hala varlığını koruyorsa da, diğer partilerin eğer buna benzer kurumları yoksa, bir adaletsizlik veya  çarpıklık yaratır.

Komeleyati gerekli mi?

Öğrenebildiğim kadarıyla KDP, Komelayati de görev alacak kişileri atar, sonra atanan bu kişiler seçim yoluyla kendi yöneticilerini belirler.
KDP başkanlık divanına bağlı olan bu yapıda görev alan kişilere maaş verilir, ruhsatlı silahları, korumaları, arabaları vardır.
Eski yapıyla devletleşme aşamasındaki bir dönemde elbete bu kurumların varlığı tartışma konusu olabilir.
Hatta böylesi kurumlara sahip olamayan küçük partiler, bu durumdan rahatsız da  olabilir.
Ama Kürdistan toplumunun yapısı göz önünde bulundurulduğunda, hukuk mahkemelerinin, güvenlik güçlerinin alanına müdahale etmeden yararlı işler yapacağı kesin gibidir.
Ama Kürdistan’da her partinin böyle bir kurumunun olması veya bazı partilerin olması, bazılarının olmaması gibi durumlar ilerde ve hatta şimdi bir çok soruna kaynaklık yapabilir. Böyle bir kurum, toplumun özelliğinden dolayı gerekli ise, ülke genelinde örgütlenmesi, partilerin denetiminden çıkarılması, belkide adelet bakanlığına bağlı bir kurum haline getirilmesi devletin geleceği için daha yararlı olabilir.

Yaşlı Peşmerge.

Reşit Gerdi’nin yanında kalan yaşlı peşmergenin gururlu duruşuna, bakınca çok etkilendim. Babam aklıma geldi.
Düşünün ki biz, kuzey Kurdistanda devrim yapsaydık, Komelatiye benzer bir kurum bizim köyde oluşsaydı, babam da bu kurumda yer alsaydı ve köyde çıkan bir haksızlık, kavga veya arazi meselesinde, babam kesin olarak kimselere en ufak bir haksızlık yapmaz, taraf tutmaz, kimsenin hakkını yemez, rüşvet kabul etmezdi.
Yaşlı peşmerge görünümüyle tamda böyle idi.
Ayrılmak istediğimizde Reşit Gerdi, dolabının çekmecesini açtı, herbirimize küçük bir not defteri, birer tükenmez kalem hediye etti, vedalaşarak ayrıldık.

Kürdistan parlamentosunu ziyaret edeceğiz


Abdul Xalık Babiri korumaları ile birlikte kaldığımız eve gelmiş, Kürdistan Parlamentosuna gidip Parlemento başkanı  Sayın Kemal Kerkuki’yi ziyaret edeceğimizi söylemişti.

Sayın Kerkuki, Kerküklü olduğu için, soy ismi Kerkuki’dir.
Hatta derlerki Kemal, Kerkük’ ü öylesine seviyormuş ki; daha genç yaşında “Biz Kerkük’ü kurtarmayana kadar evlenmeyceğim”diye yemin etmiş. Gerçektende Kerkük kurtulmayana kadar evlenmemiş. Bizzat kendisi KDP nin silahlı güçlerinin sorumlusu olarak Kerkük’ e girdikten ve O şehrin sokaklarında özgürce dolaştıktan bir müddet sonra evlenmiştir.

Kemal_Kerkuki__2009_08_12_h0m51s34__SBKerkük’ü aldık Amerika vermedi!

Onun Kerkük’e girişini de şöyle anlattılar: Kemal demiş ki;
KDP sillahlı güçlerinin komutanı olarak Kerkük’e  ilk olarak ben girdim.
Direkt vali konağına yöneldik.
Bir baktım ki, Kürdistan Yurtsever Birliğinin Askeri güçleri bizden önce şehire girmiştir.
Nitekim Vali konağındaki makam odasına girdiğimde,YNK Askeri sorumlusu Rizgar Ali Valinin koltuğunda oturuyordu.
Bende hemen bir koltuk çektim, tam onun karşısında uturdum. Aramızda bir masa vardı sadece.
Rizgar ile konuşmadan öyle birbirimize bakıyoruz.
Amerikalı bir General içeri girdi, ardından bir sürü gazeteci odaya doldu.
General Rizgar Ali’yi sağına, beni soluna aldı, kendisi de ortamıza oturdu ve basın toplantısı yaptı.
Kerkük’ü biz Kürtler kurtarmıştık. Ama Amerika ile İngiltere bizim Kerkük’e hakim olmamızı istemedi.”

Sevinçliyim.

Çay içtikten sonra A.Xalık:“gidelim”dedi, dışarı çıktık, kapıda bekleyen araçlarımıza bindik.par
Parlementoyu göreceğimden dolayı sevinçliydim.
Bu yeryüzünde, bu güneşin altında, biz Kürtlerin de bir parlementosu var ve ben şimdi oraya gidiyordum.
Yanımda fotoğraf makinam var, o anı belgelemek istiyordum..
Nitekim az sonra Parlementonun bahçesine vardık, güvenlikten geçtik.
Giriş salonundan yukarı kata çıkan iki mermer merdivenin ön tarafında Baba Barzani’nin kocaman bir posteri yerleştirilmişti.
Med kıyafetleri giymiş iki peşmerge, gözlerini bile kırpmadan iki yanında  nöbet tutuyorlardı.

1991 tarihinde Yunanistan’da, şimdi adını hatırlamadığım bir yerde, eski çağlara ait, giysileri ile kıpırdanmadan duran iki asker görmüştüm.
Bir de İstanbul’da Dolmabahçe sarayının kapısında kıpırdanmadan saatlerce bekleyen askerlere rastlamıştım.
Kürdistan Parlementosunun giriş salonunda bekleyen peşmergeler, bana onları anımsattı.

Askerlerle fotoğraf çekmeyi sonraya bırakıp merdivenleri tırmanıyoruz.
İkinci katta, bir odaya giriyoruz.
İki kişi bizi karşılıyor, biri Meclis başkanının danışmanı, diğeri Asuri kökenli bir Milletvekili.
Çok gösterişli bir makam masası, arkasında deri bir koltuk, masanın sağ ve solunda konulmuş meşin koltuklara oturuyoruz.
Bize çay ikram ediliyor.  Çayımı yudumlarken bakışlarım odanın dizaynında dolaşıyor.

Parlemento binası çok eskiden yapılmış, dış görünümünün etkileyici bir tarafı yoktu.
Ama anlaşılan o ki, iç dizaynını yapanlar, her şeye o kadar dikkat etmişler ki; masaların, koltukların duvar kağıtlarının, tabanın, tavanın, kapıların renk uyumunu bile düşünmüşler.

Asuri kökenli Milletvekili ve Meclis Başkanı danışmanıyla tanışınca, başka dinlere ve milliyetlere mensup sekiz kişinin kontenjan Milletvekili olarak seçildiğini öğreniyorum.

ahkurdistan“Selim Kürdistan haritasına bak!”

Meclis başkanını ziyaret eden grup ayrılınca, bizi içeri alıyorlar, Kemal Kerkuki bizi sıcak karşılıyor, elimizi sıkarak “hoş geldiniz”diyor.
Kendisi makam koltuğuna oturunca, biz de bizim için ayrılan yerlerimize oturuyoruz.
A. Xalık, onun eski peşmerge arkadaşı, bizi tek tek tanıştırıyor, bizde A. Xalık’ ı gözlerimizle onaylıyoruz.
Hal hatır soruyoruz. Ardından bir görevli fotoğrafımızı çekiyor.
Zamanını almamak için izin isteyip ayağa kalkıyoruz, kendisi de bizimle birlikte yürüyor.
Tam dışarı çıkacağımız sırada Kemal Kerkuki kolumdan tutuyor, odasının çıkış kapsının solunundaki duvarda kocaman bir harita gözüme çarpıyor, beni o tarafa çekiyordu.
Gözlerim tam haritanın üzerindeyken,“Selim bak, bu Osmanlılar zamanıdaki bir Kürdistan haritasıdır, görüyorsun, Kerkük Kürdistan’  a dahildir” dedi. Tabi bu harita Türkiye, Suriye, İran Kürdistan’ını da gösteriyordu. Benim gözlerim bu parçalarda, onun ki Kerkük’teydi. Böyle ayrıldık.
Bir eli sakattı Kemal’in, Sait Hoca’ ya sordum,“Baas güçleri ile girdiği bir çatışmada aldığı mermi yarasıdır“dedi.

Özgürce dalgalanan bayrak.

Kürdistan meclisinin, yüz on bir milletvekili vardı.
Bunlar KDP, YNK; Goran, Komünist partisi ve İslam partilerindendir.
Merdivenden inmeden bir görevli topluca çektirdiğimiz fotodan her birimize bir adet verdi. Aşağı indik.
Kıpırtısız duran askerler ve onlar gibi kıpırtısız duran Baba Barzani’nin resmi önünde fotoğraf çektiriyoruz.
Dışarı çıktığımda, çok yüksek demir direkte dalgalanan kocaman Kürdistan bayrağına bakıyorum..
Öylesine özgürce dalgalanıyordu, sanki 3500 yıllık  esaret tarihine meydan okuyordu.

miniİngiliz, Arabı  Araba nasıl  vurdurttu?

Kürdistan’da işverenler, şirket temsilcileri, müteahhitler ve üst düzey bazı yöneticilerle de görüştüm.
Her birisinden çok değişik şeyler öğrendim.
Onları hoş anektodlar olarak size aktarmak istiyorum.
Bir yönetici, Kürdistan gibi bir ülkede, idiallerini bir tarafa atıp para peşiden koşan siyasetçilere acıdığını belirtmiş ve şu öyküyü anlatmıştı.

“Bağdat eskiden çok güzel bir şehirdi, cennet bahçesi gibi bir yerdi.
Irak’ı çok iyi bilen  bir İngiliz, mini etekli karısının elini tutmuş, Dicle kıyısında dolaşıyordu.
Devlet memurluğunda hak etmediği yere gelen bir Arap, kendini her şey sanıyordu.
İngilizin mini etekli eşinin peşine takıldı ve yanından geçerken kalçasına bir cimcik attı.
Kadın bağırdı, ama kocası onu sükunette davet etti, kadın sustu.
İngiliz, elini cebine götürdü, yüz sterlin aldı, karısının kalçasını cimcikleyen Araba verdi ve üstelik teşekkür etti.
 

Bu duruma hem şaşıran hem de keyiften sarhoş olan Arap, yoluna devam etti, ileride Arap bir subay, mini etekli eşiyle dolaşıyordu. Hemen bu çifte yanaştı, kendine göre para kazanmanın yolunu bulmuştu, kadının kalçasına cimciğini attı. Arap subay silahını çekti, Arabın kafasına üç tane kurşun sıktı ve öldürdü. Bu olay tarihe bir namus cinayeti olarak geçti, ama gerçekten ise, İngilizin yüz sterlin ile bir Arabı başka bir Araba vurdurtmasıydı.”

“PKK Çok uluslu bir şirkettir”

Elazığlı bir mühendis ile tanıştım.
Kürdistan’da bir şirketin temsilcisi olarak kalıyordu.
Abdullah Öcalan’ın okul arkadaşı olduğunu söylediği için hem ekonomiyi, hem de siyaseti tartıştık.
Kendilerine siz PKK yi nasıl değerlendiriyorsunuz, dediğimde çok ilginç bir yanıt verdi.
Onun yanıtını size aktarmak istiyorum.
“PKK Uluslar arası bir şirkettir.”


Bu şirkette Türkiye’nin ortaklığı var, Rusya’nın ortaklığı var.
Yunanistan’ın ortaklığı var, İran’ın ortaklığı var, Güney Kürdistanlı güçlerin ortaklığı var.
Suriye’nin ortaklığı var, Amarika’ nın ortaklığı var, Avrupa’nın payı var.
En zayıf ortak belki kuzey Kürtleridir..
Belediye gelirlerini bir kesim kendi arasında paylaşıyor hiç olmazsa…..”
Ekonomi dedim.
Siz Güney Kürdistan’da bir şirketin temsilcisisiniz.
Burada işler nasıl, para kazanabiliyor musunuz?
Diye sordum, bu sorunun yanıtı da siyaset konusundaki yanıtı kadar ilginçti:
“Burası dünya pazarına yeni açılan bir yerdir.
Henüz küçük şirketler gelmiş veya geliyor..
Alt yapıyı biz kuracağız. Biz mayın tarlalarına sürülmüş eşekler gibiyiz.
Çoğumuz batacağız, bir kısmımızın bacakları kırılacak, çok azımız para kazanacak.
Biz alt yapıyı kurduktan sonra, büyük şirketler gelip yerleşecek ve asıl parayı onlar kazanacak.file_

Olmayan ağaç

Son gezimde Kuzey Kürdistanlı bir dost kazandım.
İşverendir, yatırımları var. Siyasetle uğraşmıyor ama küçüklüğünden beri siyasettin içinde.
Babasını eskiden tanırdım, aslında babasına bir özeleştiri ve bir de özür  borcum var.
ilk fırsatta bu borcumu ödeyeceğim. Bu dostumla sık sık görüşüyordum.
Hemen hemen her konuda tartışıyordum, belki de birbirimize  ısınmamızın nedeni, benim gibi dobra dobra olduğundandı.
Bir gün birlikte Türk televizyon kanılında haberleri izliyorduk.
Emine Ayna’nın çok tuhaf bir konuşması vardı.
Dostuma dedim ki; “Bu Emine Ayna hakkında ne düşünüyorsun?”
Biraz düşündü. “Kek selim” dedi.
“Bir gün sabah erkenden uyanır, evinin bahçesine çıkarasan ve daha önce olmayan kocaman bir ağacı bahçende görürsen ve meyveleri de zehirliyse, oturup düşünmen lazım.”


Kral muamalesi gören köpekler.

Bir lokantada rastlamıştım.
Aslında hiç tanımazdım.
Lakin adını duymuştum.
Ama beni O, iyi tanıyordu.
Masasında oturdum.
Bir hapis arkadaşıma hakaret etmeye başladı:
“Kendisi burada yok, hakaret etmek iyi değil”
dedim.
Adam hapis arkadaşımın aleyhinde atıp tutmaya devam etti:
“Bak öyle değil, O adam işkence altında sınanmış bir kişidir,”dememe rağmen, arkadaşıma hakaret etmeyi sürdürdü:
“Ben burada sayın Mesut Barzani ile görüşebiliyorum, kendisi buraya gelsin bakılım, bir köpek muamelesi bile  göremeyecektir.”dedi.
Bu sözler karşısında patladım:
“Burada bazı köpeklerin kral muamelesi gördüklerini de biliyorum” dedim ve ayrılıp gittim.

hindiHindinin cevabı

Ali Avni’ de çok ilginç bir insandır. Espiri üretme konusunda ustadır.
Biraz zazaca bildiği için arasıra görüşür, sık sık telefonlaşırdık.
Onun anlattığına göre Mam Celal en çok hindi eti seviyormuş.
Nerdeyse her oturuşta tek başına bir hindi götürüyormuş.
Kürtler Kerkük ve Musul’u ele geçirdiklerinde Araplar, bu şehirleri terk emiş.
Bağdat veya Basra istikametine doğru kaçıyorlarmış.
Fakat kaçan Araplar bir bakıyorlar ki, onların önünde hindiler daha hızlı kaçıyorlarmış.
Ve Arabın biri hindilere sormuş: “Siz neden böyle kaçıyorsunuz?” Demiş.
Hindinin cevabı:
“Mam Celal sizi yakalarsa içeri atar, ama bizi yakalarsa çiğ çiğ yer!” olmuş.

Adalet ve eşitlik

Yeni Kurulan Kürdistan Federal Devletin de adelet, eşitlik, yolsuzluk, hırsızlık veya rüşvet var mı?
Adaletten  ve eşitlikten başlarsam, sizlere vereceğim ilk örnek şudur:
Dolar ava adını taşıyan mahallede sabah erkenden uyanmıştım.
Dışardan“domates”diye bağıran bir ses ulaştı kulaklarıma.
Mutfağa geçtim, arka kapıdan caddeye çıktım.
Başı sarıklı, peşmerge kıyafetli, yaşlı bir adam üç tekerlekli arabayla sebze ve meyve satıyordu.

Yanına vardım, selam verdim, adını sordum:“Xalıt”dedi.
“Mam Xalıt keyfin nasıl, yani durumun nasıl?”
diye sordum.
“Allaha hamd olsun”oldu cevabı. Soru sormaya devam ettim:
“Durumun şimdi mi iyi, Saddam döneminde mi iyiydi?”
“Allaha hamd olsun şimdi Kurdistan azaddır, çok şükür,”
dedi.
“Mam Xalıt, Saddam döneminde ne iş yapardın?” soruma;
“peşmerge idim”yanıtını alınca, günde ne kadar kazandığını sordum,“20 ile 40 bin dinar”dedi.
Bana gerekli olan meyve ile sebzeleri aldım, içeri girdim.

Kendi kendime düşünmeye başladım.
Bu ülkede öyle insanlar biliyordum ki; sırf bir yöneticinin yakınları, arkadaşları oldukları için;
can güvenliklerine yönelik en küçük bir tehlike olmamasına rağmen, 15 kişilik korumayla dolaşıyorlardı.
“Hiçbir şey”olmadıkları halde bu korumalarla,“her şey”olduklarını çevrelerine göstermek istiyorlardı.
Yani 15 korumacı ailesi bu birileri sayesinde geçiniyordu!
Ve yine öylesine insanlar tanırdım ki, hayatları boyunca Saddam’ın Türkiye’ nin Suriye’nin ve İran’ın bir tavuğuna bile kış dememelerine rağmen, aylık harcamaları 50 bin dolardı.
Har vurup harman savuran bu tipleri, parmakla sayamayacağınız gibi, muz cumhuriyetinde bile göremezsiniz.

Ve Gulan devriminin Peşmergesi “Mam Xalıt”sokakta domates satıyor.
Kazancı 15 ile 20 dolar arası. Kim bilir kaç tane de çocuğu vardı?

dolarYolsuzluk.

Yosuzluğun olup olmadığına en iyi örnek, Güney Kürdistan da dilden dile dolaşan bir öykü, çok iyi anlatıyor.
Derlerki; Federal Kürdistan’ ın Başkanı Sayın Mesut Barzani yoksul bir Kürt yazara“beş bin“doları yardım amacıyla yollamış.
Aradan epey zaman geçmiş, bir toplantıda Sayın Barzani ile yazar karşılaşmışlar.
Yazar Sayın Barzani ile tokalaşmış, hal hatır sormuş, fırsat bulmuşken, yolladığı“bin dolar”için birde teşekkür etmiş.
Rakamdaki farklılığı, fark eden Sayın Barzani orada yazara bir şey dememiş, sonradan durumu araştırmış, yazar sadece“bin dolar”alabilmiş.
Meğer“beş bin”doların, Masivden Hevler’e veya başka bir yere  inene kadar “dört bini”eksilmiş.

Hırsızlık

Ben, Sait Hoca ve Akif bir taksiye bindik, İngiliz Köyüne  Ali Qazi’yi Ziyaret etmeye gidiyoruz.
Taksi şoförü:“Nereye?”diye soruyor.
Sait Hoca:“İngiliz köyüne”deyince, şoför:“Ha hırsızların köyüne mi?” dedi.
Bu cevap çok dikkatimi çekti, niye hırsızların köyüne dedin, demek istedim.
Sait Hoca konuyu saptırmak için, şoföre:“Biz Muhammed Qazi’nin oğlu, Ali Qazi’nin evine gidiyoruz”dedi.
Şoför hemen atıldı: “Peki o lüks evi nereden getirmiş o?” diye sordu.
İktidarın muhalifi şoför’e daha mantıklı bir cevap vermesi gereken Sait Hoca:
“Neçirvan Barzani kendisine vermiş”diyerek, durumu şoförün leyhine çevirdi.
Ve şoför son sorusunu sordu “Peki Neçirvan nereden getiriyor bu evleri?
Bizim Sait hoca da sustu.

Aracısız işler yürümüyor!

Aracısız, onlar vasıta diyorlar, onlarsız işler hiç yürümüyor.
Somut bir örnek vereyim.
Almanyadan Hevler’ e gittiniz mi, hava alanında pasaportunuza 10 günlük vize veriyorlar.
Eğer 10 günden fazla kalacaksanız 11. Gün Ainkawa’daki yabancı polise gitmeniz gerekiyor.is
Bir taksiye biner gidersiniz, heyhat bu da ne?
Up uzun bir kuyruk var önünüzde.
Erken gelmişseniz yüz, geç gelmişseniz ikiyüz kişilik bir kuyruktur bu!.
Vasıtanız (aracı olan) yoksa, kaplumbağa adımlarıyla kuyrukla gidersiniz.

Size önce vesikalık dört tane fotonuzu çekin diyecekler, fotoğrafçı kuyruğuna girmek için asıl kuyruktan ayrılırsınız.
Fotoğraf işinizi hal ederseniz, bir odaya gidersiniz, orada sizin için bir dosya hazırlarlar ve kan tahliline yollarlar.
Mesai bitmiştir, işiniz yarına kalmıştır.
Yarın onu da hal edersiniz kasaya uğramanız lazım, sonra polisin bulunduğu bir bölüme gidersiniz, bilgisayar kamerasıyla resminiz çekilir, pasaportunuza mühür vurulmadan mesai biter, siz bir gün sonraya kalırsınız.
Yalınızsanız, yani  tek başınıza iseniz, kimseniz yoksa, kuyruklar da çok sallanırsınız.
Eğer vasıtanız varsa, yani tanıdığınız veya tanıdıkları varsa, iki dakika içinde fotonuz çekilir, Pasaportunuz elinizden alınır, en üst odaya gider, orada iki satırlık bir yazı iliştirilir, bir müddet sonra işiniz bitmiş olarak evinize  gidersiniz.

Çözüm

Hemen hemen bütün devlet dairelerinde, çok gereksiz bir bürokrasi var.
İşler hiç iyi gitmiyor.
Onları başka bir yazıda anlatacağım.
Ama yabancı polisteki işlerin çözümü için Kürdistan’a gidenlere 10 günlük vize vermek yetmiyor, bu büyük proplemlere neden oluyor.
Neden bir veye iki aylığına vize verilmiyor ki?
Güvenlik veya başka açıdan bir aylık vizenin ne gibi sakıncaları var?
Ben orda iken bilgisayar sistemine geçiş yapılıyordu.
Yani vize işi için yabancılar polisine giden herkes hakkındaki bilgiler bilgisayara yükleniyordu.
Bu işlem, her ne kadar işleri biraz daha hızlandırsa da, çözüm değildir.

Barzan Bölgesine Gidiyoruz

Öğlenden sonradır, canımız sıkılıyor. Arabamız var. Komiser Mehmed bizimledir. Barzan mıntıkasına gitmeye karar veriyoruz. Bu mıntıka hakkında çok şey okudum ve dinledim, ama gözlerimle görememişim.
Kararımızı verince, atlıyoruz arabaya, gidiyoruz, düzlük bitince dünyanın en harika dağlık mıntıkasına varıyoruz. Büyüleniyorum adeta, bu dağlarda isyancı kesilir insan diyorum, Barzanilerin yüz yıldan fazla süren kesintisiz isyanlarının nedenlerini bu görkemli dağları, düşeni parçalayan uçurumları ve geçilmez vadileri görünce, daha iyi anlıyorum.
Dağların arasındaki vadiden bir nehir akıyor, adı “Rezan,”Barzan mıntıkasındaki dört yüze yakın köy, bu nehrin iki yakasındaki dağlara serpiştirilmiştir sanki. Arabanın penceresinden arazinin yapısını incelerken, benim doğup büyüdüğüm yerler gözlerimin önünde canlanıyor. “Rezan”nehri, bizim “Murat”nehrinden daha küçük, ama buradaki dağlar bizim Genç ile Palu arasında Murat nehrinin vadisindeki dağlardan daha heybetli, uçurumlar daha yüksek, vadiler daha derin……

Bizim Oralar.

Murat vadisinde doğmuş, orada büyümüştüm. Genç ile Palu arasındaki bu vadi, dağlık ve çok geniş bir vadidir. Bir bartarafında eski deyiş ile Daku veya Govdere, diğer tarafında Siwune mıntıkası vardır. Sayısını tam olarak bilemem, ama yüzlerce köy bulunur bu vadide ve isimleri de çok ilginçtir. Govdere tarafında Akrag, Wın, Ardürek Züıvir, Xeylu, Paymerg, Dual, Tıunst, Puıl, Pakuni, Mırrrie, Mialu, Kırru, Goazierek, Duala cuarin, Vinderı, Sıne welıu, Mussıu…

Siwune tarafında, Çıra Xırab, Kelaxsı, Düeş, Haciu, Qeşu, Peene, Saferu, Gaz, Gume her….
Dağlık Murat vadisinde kurulan bu köylerde ağalık, yani feodal sistem yoktur. Çünkü geniş topraklar olmadığından ağaları da olmamıştır. Her köyün kendine ait toprakları vardır. Ve köydeki her aile, kendi geçimini sağlayabilecek kadar arazi sahibidir. Bu yapısından dolayı her köy kendi başına buyruktur. Köydeki her aile de kendi başına özgürdür.

İlginçtir, bu vadide aşiret örgütlenmesi de yoktur. Dil olarak zazaca konuşurlar. Aşiret yerine “barığ” dedikleri kan bağına dayalı bir örgütlenmeye sahiptirler. Bizim köyde ki barığlar şunlardı:

Ağu, Hesenu, Neemetu, Ârebu, Hesen ağu. Aynı dededen gelme amca, amca çocuklarını kapsayan bu gevşek örgütlenmenin, başında bir ağa veya reis de bulunmaz. Her aile kendi başınadır.
Vadide Nexşibendi tarikatı egemendir. Palu’lu Ali efendi  bu tarikatı yaymış, hemen hemen her kes bu tarikatın pasif müridi durumundadır. Köyler çiftçilik ve hayvancılıkla geçinirler. 1965 yılına kadar hemen hemen hiçbir köyün yolu ve elektriği yoktu. Ulaşım,  Genç kazasından Murat vadisinden Palu’ya geçen tren ile sağlanırdı.

Karşılaştırmalar.

Şu anda arabanın penceresinden izlediğim Barzan mıntıkası, tıpkı doğduğum mıntıkaya benziyordu. Dağların eteklerine serpiştirilmiş küçük köyler vardı. Burada da ağalık sistemi yoktu. Burada da her köyün kendi arazisi, köydeki her hanenin kendi tarlaları vardı.

Ama zazalardan farklı olarak burada “barığ”değil “aşiret” hakimdi. Buralarda da Nexşibendi tarikatı egemendi. Köylüler tarımcılık ve hayvancılık yapardı. Bizim oralara Kemalistler hakim olabilmek için tren yolu, buraya da İngilizler hakim olabilmek için “Hamilton yolu” yapmışlardı. Ama buradaki arazi daha vahşiydi ve stratejikti. Dağları geçit vermiyordu. Bir dağın arkasında başka bir dağ vardı ve sıra sıraydı dağlar . Bu dağları takip ederek, Suriye’ ye İran’ a ve Türkiye’ye geçebilirdiniz. Benim büyüdüğüm bölgenin çevresi kuşatılmıştı, Murat vadisinden çıktın mı, hiçbir yere varamazdın veya Şeyh Said efendi gibi avlanırdın!.

Belki de benim mıntıkamda isyanların ömrünün kısa, buralarda ise nesillere yayılmış olması bundandı. Başka farklılıklar da vardı tabi. Benim doğduğum mıntıka da son İsyan 1925 te, Şeyh Said efendi dönemindeki isyandır. Ve ondan sonra köylüler örgütsüzdür, belki de Şeyh Said öncesi de köylüler örgütsüzdü. Yani Züver ile Ardüriek, yani Mialu ile Xeylu arasında bir örgüt bağı yoktu. Köylerin tümü Nexşibendi tarikatına mensuptur, o kadar. Ama aralarında bir birlik yoktur.

Fakat Barzan bölgesi böyle değildir.

Şimdi değil, Osmanlılar döneminde, biliyoruz ki; Şeyh Abdusselam, Molla Mustafa Barzani’nin büyük Ağabeysi, bölgede otorite oldu. Barzan mıntıkasında bazı reformalar yaptı, ama Osamanlılar tarafından yakalandı ve Musul’ da idam edildi.

Mücadelesi kesintiye uğramadı, kardeşi Şeyh Ahmed  sürdürdü.  İngiliz işgaline karşı savaştı. Bütün köyleri örgütledi, başlık parasını kaldırdı, berdel olarak bilinen kadın değiştirmeye son verdi, kendi mıntıkasında ağaç kesmeyi ve hayvan öldürmeyi yasakladı, her köyde yaşlılardan bir komite kurdu ve bu komiteleri kendisine bağladı.

Aynı şeyi benim mıntıkamda Şeyh Ali Pali neden yapmadı? Belki Şeyh Ali Pali döneminde Kürtlerin veya Zazaların milli bilinci gelişmemişti. Ama ondan sonra gelenler neden yapmamıştı? Bu konu üzerinde çok düşündüm. Neden buralarda nesillere yayılan bir isyan vardı  ve neden benim bölgemde isyan’ın devamı gelmemişti?

Bu konu üzerinde bir gün kadar durdum, sonra Sait Hoca’ ya,“buldum” dedim. Neden, “İngiliz işgaliydi.” Belki coğrafyanın, boyun eğmez dağların, oradan çıkış sağlayan yolların, aşiret örgütlenmesinin ve Molla Mustafa Barzani’ in mensup olduğu ailenin de rolü vardı. Bütün bunlar bir araya gelince, Kurdistan’daki Barzan mıntıkası, yüzyıllara yayılan isyanların kalesi oldu.
Şeyh Ali Pali’nin politik,  Kürt veya Zaza yanının olduğunu hiç duymadım. Bu konuda bir araştırmam olmadığı için de bilmiyorum. Ama 1. Abdul Selam’ın Şeyh Ahmed’in ve Mola Mustafa Barzani’nin her zaman politik ve Kürt yanları olmuştur. Mola Mustafa Barzani’nin uzun süren başkaldırısı nın temelini atan Şeyh Ahmed Barzani dir. Çünkü O, İngilizlere karşı mücadelede bütün Kürt Aşiretlerini bir araya getirmeye çalışmış ve bütün Dünyayı yenen İngilizleri Kürdistan dağlarında durdurmuştur.

Şeyh Ahmed’in Rolü.

Barzan mıntıkasına varmadan indiğimiz büyük vadinin, Zebari mıntıkası olduğunu söyledi Sait Hoca. Zebariler de mıntıkanın en köklü ve geniş aşiretiydi. Çok eskiden zaman zaman Barzan mıntıkasıyla savaşmış, birbirlerinden çok insan öldürmüşlerdi.

Derlerki Barzan mıntıkası ile Zebariler arasındaki savaşlar şöyle sona ermiş: 1944 yılında olacak, bir gün Zebari aşiretinin lideri, Mahmud Ağaye Zebari, yanındaki adamlarıyla Şeyh Ahmed ê Barzini’ yi ziyaret etmeye gitmiş. Gidenleri çok iyi karşılayan Şeyh Ahmed, onlara saygı ve hürmette hiçbir kusur etmemiş. Mahmud Ağaye Zebari, sözü dolaştırıp kendi aralarındaki kavgalara ve savaşlara getirmiş:“Artık yeter, birbirimizden insan öldürmeyelim“demiş. Şeyh Ahmed, Mahmud ağayı dinlemekle yetinmiş. Bu demektir ki, sen sözünde dur, bizden sana bir saldırı olmaz. Neticede Mahmud Ağaye Zebari, kendisiyle birlikte getirdiği beyaz atı Şeyh Ahmed’e hediye ederek geri dönmüştür.

atMolla Mustafa’nın karşılaştığı sürpriz.

Üç ay kadar durumu gözleyen Şeyh Ahmed, Zebarilerin sözlerinde durduklarına kani olmuş ki, kardeşi Molla Mustafa Barzani’yi iadei ziyaret amacıyla Mahmud Ağaye Zebari’nin evine yollamış. Orada kocaman aşiretin geleneklerine göre misafir olan Molla Mustafa Barzani, sabah erkenden uyanmış, aşiret sofrasında kahvaltısını yapmış, ayrılmak için izin istemişti.

Dışarı çıktığında atının yanında, beyaz bir at ve üzerinde aşiret geleneklerine göre giyindirilmiş bir gelin bekliyormuş. Bu gelin Mahmud Ağaye Zebari’nin kızı Hamayli Xan’mış. Molla Musatafa Barzani, büyük bir ihtimalle bir sürpriz ile karşılaşmıştır ve Hamayli Xan ile birlikte köyden ayrılmış, sonradan onunla evlenmiş, İngiliz güçleriyle vuruşarak İran’a gittiği zaman, Hamayli Xan’ı birlikte götürmüş, Mahabad Kürt Cumhuriyeti kurulduğu zaman, bir oğulları doğmuş, cumhuriyetin kuruluşundan dolayı mesud oldukları için adını “Mesud” koymuşlardı.

Hiç kuşkusuz  onların evlenmelerine neden olan Şeyh Ahmed,  Molla Mustafa Barzani ve de Hamayli Xan, Barzan köyünün kurucusunun Amediyeli Mesud olduğunu biliyorlardı, ama  üçü de Mahabad’da doğan çocuğun, bir gün Kürdistan devletinin başkanı“Mesud”olacağını bilemezlerdi tabi.

Barzan mıntıkasını başka nasıl anlatayım, bilemem ki!

Merga sor kazası bölgenin merkezidir, üç de nahiyesi vardır.
Merga sor, Barzan ve Şirvan
Bölgenin doğusunda Ravanduz, batısında Amidiye, güneyinde Akre kazaları bulunur.
Kuzeyi ise sıra dağlardır ve oralara bu gün resmi olarak Türkiye sınırı derler.
Bu dağlık bölgenin en büyük akarsuyu Zapê Mezın’dır.

Bölgeyi batıdan bölen bu haşmetli nehir, Barzan köyünün güneyinden bir kavis çizerek, Bihmen deresinden geçer.
Aşağılarda Musul’un güneyinde Dicle nehriyle kucaklaşır.
Bölgenin kuzeyinde ise Rukuçek nehri akar.
Bu da Barzan mıntıkasının tam orta yerlerinden geçer.
Rezan nehrine yakın Zapê Mezın ile buluşur.
Ulu dağların insanları koruduğu gibi, bölgeye hayat veren, can verende  bu sulardır.

Akarsular ile dağlar burada öylesine haşir neşir ki; onların muhabetini, sarmaş dolaşlığını, gözlerinizle görmeden,
hislerinizle yaşamadan, dağlardan akan suların şarıltısını kulaklarınızla duymadan, kuşlarla suların,
dağlarla kuşların, arılarla çiçeklerin, karıncalarla toprağın, dans eden kelebeklerle çiçek açan ağaçların aşk ilişkilerine tanık olmadan,  kavrayamazsınız buraları.
Bradost dağı, mıntıkaya giriş yaparken bütün heybeti, börtü böceği, ağacı, taşları, kuşlarıyla size:“hoş geldiniz”der.
Onun arkasında Piran dağı sessizce durur ve sizi gözetler, daha aşağısında Kalender dağı sanki uğramadığınız için size küsmüş gibi bakar.
Bradost dağının karşısındaki Pırs dağı’nın üzerinize düşen gölgesinde yol alınca, sizi gözetlediği veya koruduğu hisine kapılırsınız.
Batin dağı, Zerdene dağı, ve Korihuri dağlarıyla temasınız olmamışsa  üzülmeyin!
Barzan’ın  kuzeyinde uzanan Şirin dağı, binlerce öyküsü ve destanıyla sizi sessizce bekliyordur.

mezarPeşmergenin mezarından yüksek olmayan mezar

Efsanelerle dolu bu coğrafyada arabamızla ilerlerken, Molla Mustafa Barzani’in mezarına gideceğimizi biliyordum.
Almanya’da tanıdığım, çelebi, kimseyi incitmez, çocuklara karşı bile çok saygılı özeliklere sahip olan dostum Bayram Ayaz, bir gün bana Molla Mustafa Barzani’nin bir vasiyetini anlatmıştı. Hemen o söz aklıma geldi.
Bayram’ın bana aktardığına göre, Molla Mustafa Barzani vefat etmeden önce:
“Ben ölürsem mezarım bir peşmergenin mezarından daha yüksek olmasın!“demiş.
Birazdan o mezarı gözlerimle görececeğim diye düşünürken, arabamız bir rampaya tırmandı, yüksek yerde bir bina vardı, onun önünde park etti.
Arabadan inerek binanın kapısına doğru ilerledik, peşmerge kıyafetli bir kişi, bizi kapıda karşıladı.
“Xer hatın”diyerek bizi bir odaya aldı.
Oradan  halı döşeli  geniş ve uzunca bir salona geçtik, tahtadan  masaların arkasına konulmuş sarı renkli  koltuklara oturduk.
Başka bir odadan kulaklarımıza gitar sesleri geliyordu, spor elbise giyinmiş orta yaşlı bir adam, salonun ortasında namaz kılıyordu.
Çaylarımızı önümüze koyan genç adama, kulaklarıma ulaşan ve buralara yabancı gitarı, kimin çaldığını soruyorum.

İki Hippi ile namaz kılan bir arada!

“İki yabancı misafirimiz var”diyor.
Merakımdan izin isteyip sesin geldiği odaya doğru gidiyorum, kapıyı çalıp içeri giriyorum, uzun saçlı iki hipi erkekle karşılaşıyorum“Hello, excuse me “diyorum. Gitar sesi susuyor.
Adamlar, dünya turuna çıktıklarını, buradan Hindistan’a doğru gideceklerini, bu gece burada misafir olduklarını söyleyince,
“Good bye”diyerek arkadaşlarımın oturduğu salona dönerken, salondaki adam hala namazını kılıyordu.
Bir odada gitar çalan hippiler, diğer salonda namaz kılan spor kıyafetli adamı düşününce, bu coğrafyada dinin de ne kadar hoşgörülü olduğunu kavramaya çalışıyorum.
Molla Mustafa Barzani’nin mezarına yakın inşaa edilen bu misafirhanede,
isteyen kişi uğrayıp kalabiliyor, yemek çay servisinden nasibini alıp bedavadan yatabiliyordu.

snakedBize yılanlarla birlikte yaşamayı öğrettiler!

Burası öylesine korkunç düşmanlarla kuşatılmış bir coğrafya ki, eğer buralarda yaşamınızı sürdürüyorsanız ister istemez hoş görülü olmak zorundasınız:
Şimdiki devlet Başakanı Mesut Barzani’nin hatırımda kalan bir anektodu bu coğrafya ile hoş görü arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor bence:

“Biz dağlarda Peşmerge olarak yaşarken, saklandığımız mağarlarda yiyeceklerimiz daima yanımızda olurdu.
Ve bazen aç kalan yılanların bu yiceklerimizi yediklerini görür, müdahale etmezdik.
Elle veya sopayla müdahale etseydik, bizi ısırabilirlerdi yılanlar.
Silah sıksaydık, düşmanlarımız duyar, gelir bizi öldürürlerdi.
Bu yüzden karışmazdık, yılanlarla yiyeceklerimizi  paylaşır, birbirimizi öldürmez, birlikte yaşardık.”

Düşlere  dalmışken namazını bitiren adamın sesiyle irkildim.
Sırayla bize“hoş geldiniz”deyip ellerimizi sıktı.
Adını söyleyip buranın sorumlusu olduğunu söyledi.
Memnun olduğumuzu söyleyince, güneş batmadan kabiri ziyaret etmek isteğimizi bildirdik.
Hemen ayağa kalkarak:“buyrun”dedi
Misafirhaneden  çıkıp beş dakika kadar yürüyünce, Molla Mustafa Barzani’ nin kabri başına vardık.
Evet dostum Bayram’ ın söylediği doğruydu.
Mezar yerle ayını seviyedeydi, zaten buranın mezar olduğunu belirten  sadece iki tane basit mezar taşıydı.
Hemen yanında da oğlu İdris Barzani’nin mezarı vardı .
Bu iki mezarın etrafını basit taşlarla çeviren bir de duvar göze çarpıyordu.

Gözlerim mezar taşlarındayken, koca tarih hafızamda canlanıyordu.

Gözlerimin önünde yatan kocaman bir tarihti aslında.
Molla Mustafa Barzani daha bebekken annesinin kucağında Musul daki Osmanlı hapishanesine atıldı.
Abisi Abdusselam’ı, Kürt asıllı Hain Süleyman Nazif ‘in emri  ile Osmanlının darağacında sallanırken gördü.
Kendi kendine bir daha hapishaneye girmemeye yemin etti.
Dağları mesken edindi. Direniş’in imkansız hale geldiği zamanlarda, sınırları aşarak teslim olmadı.
Gittiği yerlerde hep bir tehlike olarak görüldü, uzak diyarlara sürüldü, arkadaşlarından ayrı tutuldu.
Ama o imkanlar yaratarak tekrar arkadaşlarına kavuştu.
Ve her nereye gitti ise; sonunda dağlarına geri döndü.
Kaldığı yerden mücadelesini sürdürdü, tekrar sıkışınca arkadaşlarıyla  İran’ geçti.
Orada tarihi anlar yaşadı, Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşuna katıldı.
Bir yıl kadar yaşayan cumhuriyet, İran’nın saldırısına maruz kaldı:

mahaTeslim olacağım!

Cumhuriyeti yıkmak için İran orduları Mahabad’a girmek üzereyken Molla Mustafa Barzani ile
Cumhuriyetin kurucusu Qazi Muhamed’in son buluşması çok hazindi. Barzani’nin Kendi dilinden aktarıyorum:
“Qazi Muhammed’in yanına gittim. Ne yapmak niyetinde olduğunu öğrenmek istedim.
Bana Mahabad halkının kanının dökülmesini önlemek için kendisini feda edeceğini söyledi.
İran ordusuna teslim olacağını belirtti. Bana şöyle dedi: ‘Meyanduab’ da bulunan Genaral Humayuni’ye bir heyet gönderdim.
Ve bu niyetimi ona haber verdim. ‘Bunları söylerken gözlerinden yaş akıyordu. Sözlerini şöyle sürdürdü:
‘Sakın kendi cemaatinden başkasına güvenme! Çünkü, bana bağlı kalacaklarına dair  yemin edenlerin tümü ihanet ettiler.
Ve İran ordusuna bağlılıklarını bildirmek için birbirleriyle yarışa girdiler.
Sana aşiret reislerinden sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü, bir fırsatını bulurlarsa mutlaka size kötülük yapacaklardır.
Senden ricam en kısa zamanda Mahabad’ı terk etmen  ve İran ordusuyla doğrudan çatışmaya girmemendir.”
Sonara benim ne yapmak istediğimi sordu.
Dedimki: Ailelerimizi  ve kuvvetlerimizi Şino ve Mergever bölgelerinde toplayacağız.
Bahar gelinceye kadar İran ordusuyla çatışmaya girmekten kaçınacağız.
Sonra İran hükümetini, en azından ailelerimiz için genel bir af çıkarması hususunda  ikna etmeye çalışacağız.

Eğer bu gerçekleşmezse, ailelerimizle birlikte Sovyetler Birliğine doğru yola çıkacağız.

Ne İran ordusuna ne de Irak ordusuna teslim olmayacağız!.

Sonra Mahabad’ı terk etmesi ve bizimle birlikte gelmesi için ısrar ettim.
Kendisini korumak için kendimi ve beraberimdeki herkesi feda etmekten kaçınmayacağıma dair şeref sözü verdim.
Kendisinin Kürt milletinin sembolü olduğunu, bu yüzden bizimle beraber gelmesi  gerektiğini söyledim.

Ona dedimki, İran hükümetinin vaatlerine güvenme.
Çünkü ilk Kürt cumhuriyetinin reisinin düşman eline esir düşmesi bize ağır gelir.
Qazi Muhammed yerinden kalktı, gözlerinden yaş akarak beni öptü ve şöyle dedi:
‘Allahtan seni başarılı kılmasını ve korumasını diliyorum.
Belki de benim hayatım vatandaşlarıma feda olacaktır.
Ve belki onlara gelebilecek bazı kötülükleri engelleyecektir.

Bakarsın onlara yönelecek vahşettin dozunu hafifletir.
Bunları söyledi ve koynundan Kürdistan Bayrağını çıkarttı ve bana teslim etti.
Dedi ki: ‘Bu Kürdistan’ın sembolüdür, Onu, emanet olarak sana veriyorum. Çünkü bana göre onu en iyi koruyacak kişi sensin’ dedi.” (***)


Sovyetler de de direndiler!

Evet  o bayrağı koynunda saklayan Mola Mustafa Barzani ve arkadaşları için İran kapısı da kapanmıştı.
Irak’ a dönmeleri de zordu.
Yaklaşık olarak beş yüz kişi idiler.
Baharı beklediler ve Sovyetlere doğru harekete geçtiler
Pusuları atlattılar, Türk askerlerince izlendiler, İran askerlerince takibe alındılar
Dağları aştılar, nehirleri geçtiler ve nihayet Sovyetlere ulaştılar.
Tam kurtulduk dedikleri bir aşamada, köleleştirildiklerini gördüler.
Oralarda binbir bela ile karşılaştılar, kolhozlarda köle gibi zorla çalıştırıldılar.
Birbirlerinden ayırarak her birini Sovyetlerin bir tarafına sürdüler.
Direnişe girdiler, grevin yasak olduğu yerlerde grev yaptılar
Buradaki yaşamları dile gelmemiş bir destandır..

(***)  Barzani ve Kürt özgürlük hareketi, Mesud Barzani, Doz yayınları, İstanbul sayfa: 180

Mezarlıktan ayrılıyoruz.

 Kürdistan dağlarının Kahraman Generali Molla Mustafa Barzani’nin kabrinden ayrılacağız.
Mezarlığa yakın binada, bir masanın üzerinde duran deftere, duygu ve düşüncelerimi yazınca, arabamıza doğru yürüyoruz.
Mezarlığın arka tarafında bir inşaat var, orada daha büyük bir misafirhane ve cami yapılıyor dediler.
Artık karanlık bastığı için gezme imkanımız yoktu.
Ayrıldık, yokuş aşağı inmeye başlayınca;”Sait Hoca, Enfal şehitlerinin mezarlığına uğrayalım, ondan sonra Erbil’e dönelim”dedi. kamir
Enfal deyince tüylerim ürperdi, kulaklarıma helikopter sesleri geldi.
Kaçışan insanlar, can çekişen kediler, havada donup düşen kuşlar ve kelebekler zomlandı gözlerimin önünde.
Kafileler halinde ipler ve zincirlerle birbirine bağlanıp çöllere sürülen kalabalıklar, dul kalan kadınlar, yetim kalan çocuklar…

Buydu işte Enfal!

Molla Mustafa Barzani’ in kabrini terk ettikten kısa bir süre sonra,
arabamızın geçtiği yolun sol tarafında, tel örgüleri bana gösteren Sait Hoca: “Burası Enfal Şehitliğidir, çok büyük bir alandır, etrafı tel örgülerle çevirilmiş, doğal bir park haline getirilmiş, çölde bulunan 512 Barzani’linin mezarları burada“deyince,
arabamız ana yoldan sola, virajı döndü, bir rampayı çıktı.
Tepe noktada bir güvenlik karakolunun önünde durdu.
Bir grup peşmerge arabamıza yaklaşarak:”hoş geldiniz”dediler..

Genç peşmerge.

Mezarlığı ziyaret edeceğimizi söyleyince, biri arabamıza atladı, yolumuza devam ettik.

Sıra sıra beyaz taşların dizildiği alanda duran arabadan indik.
Genç peşmergeye yaklaştım, sürekli burada mı görev yapıyorsun? dedim.

“Evet” dedi, “Babam ve bir ağabeyim de burada yatıyor” diye ekledi.
“Mezarlarının hangileri olduğunu bilmiyorsun değil mi?”soruma:
“Hayır, bizim  Barzan mıntıkasından 8 bin kişi götürüldü, hiç birisi geri dönmedi.
2005 Yılında 512 kişinin kemikleri çölde bulundu, getirilip buraya gömüldüler.
DNA testi yapılıp kemiklerin kimlere ait olduğu tesbit edilebilirdi.
Ama yapılmadı, çünkü kaybolan daha binlerce insan vardı.
Bazı cenazelerin bulunması, bazılarının bulunmaması aileler üzerinde daha kötü bir etki yaratırdı.
Mesala benim annem hala abimi ve babamı bekliyor, onların öldüğüne inanmıyor.
Bir gün çıkıp geleceklerine inanıyor”

Genç peşmergeyi dinlerken, o günleri hatırlamaya çalışıyorum:
Enfal, Kur- an da bir sure adıydı.
Kur- an’ın yetmişbeş ayetti, 30 ile 36. ayet Mekke de diğerleri Medine de inmişti.
Enfâl, Arapçada “ziyade” manasına geliyordu ve“nefl”kelimesinin çoğuluydu.
İslam için yapılan savaşlarda alınan ganimet malına”nefl” denirdi.
İşte Saddam Hüseyin ve onun rejimi 1986 yılında Kürtleri imha etmek için bir dizi operasyon başlattı.
Ve bu operasyonlara “El Enfal”adını verdi.

Kimyasal Ali

El enfal operasyonlarının bir numaralı pratik sorumlusu, Saddam Hüseyin’ in amcasının oğlu;kimya
Ali Hasan El Mecid idi.
Karagahını Kerkük şehrine taşımıştı ve bütün operasyonları buradan idare ediyordu.
Emrinde 1. Ve 5. Kolorduların düzenli birlikleri,
Cumhuriyet muhafızları, özel kuvvetler, komando kuvvetleri, acil kuvvetler ve cahşlar vardı.

İşte Fermanı.

Operasyonlar başlamadan önce, 20 Haziran 1987 tarihinde,
kendisine bağlı komutanlık ve polis müdürlerine yolladığı fermanda şunları emrediyordu:
1. Bozguncuların, İran ajanlarının (peşmergeler) ve benzeri Irak hainlerinin (devletle işbirliği yapmayan bütün Kürtler kast ediliyor) bulunduğu bütün köyler, güvenlik nedenleriyle girilmesi yasak alan olarak değerlendirilecektir.

2. Bu bölgeler, bütün kişi ve hayvanlara kesinlikle kapalı olan ve askeri birliklerin, büromuz tarafından aksi belirtilmedikçe, istedikleri gibi ateş açabilecekleri operasyon bölgeleri olarak kabul edilecektir.

3. Tarım, hayvancılık ya da endüstriyel faaliyetlerin yanı sıra bölgeye giriş çıkışlar da yasaklanacaktır. Ve bütün ilgili kuruluşlar kendi yetki alanları çerçevesinde bu durumu dikkatle izleyeceklerdir.

4. Kolordu komutanları, top, helikopter ve savaş uçaklarını kullanarak bu yasaklı bölgelerde bulunan, en fazla sayıda insanı öldürmek amacıyla, gece gündüz gelişigüzel saldırılar gerçekleştirecek ve bizi sonuçtan haberdar edeceklerdir.

5. Bu bölgelerde yakalanan herkes güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınarak; sorguya çekilecek ve kendilerinden faydalı olacak bilgiler alındıktan sonra, 15 ve 70 yaş arasındakiler infaz edilecek ve bize haber verilecektir.

6. Hükümete ya da parti yetkililerine teslim olanlar ilgili kuruluşlar tarafından maksimum 3 gün içinde sorguya çekilecektir, bize bildiril mek kaydıyla gerekli görüldüğünde bu süre 10 güne çıkarılabilir.

7. Danışmanlar ve Milli Savunma Taburları birlikleri tarafından el konulan ağır ve orta silahlar dışındaki her şey, yine onlar tarafından korunacaktır. Bize sayısını bildirmek koşuluyla hafif silahları tutabilirler.

El Enfal başlıyor

Bu talimattan sonra operasyonlar başladı. Kürt köyleri ve şehirleri kuşatıldı. Kaçabilenler kaçtı, kaçamayanlar yakalandı.
Köyler kasabalar yakıldı, içindeki her şey, güzel kadınlar dahil, operasyonun ismine uygun olarak ganimet sayıldı.
Tutsak kafileleri gece karanlığında çöllerin gizeminde yitti.
Geriye kimseler kalmadığı için çöldeki dıramlar, trajediler kumların tanıklığına kaldı.
Bu tamamen bir soykırımdı.
Dünya sessiz ve suskunken, kimselerin kılı dahi kıpırdanmadı.

Bube Eser ile yazışmamız.

 Bundan iki yıl kadar önceydi.
İsveç’ te oturan Bubé Eser isimli Kürt bir  yazar,
Enfal’ in romanını yazmak için Barzan mıntıkasına gitmiş, orada yerleşmiş, araştırma yapıyordu.
Bir gün MSN üzeri yazıştık, romanın kurgusu üzerinde tartışıyorduk.
Bana geçenlerde orada bir düğüne gittiğini, yaşlı bir Rus kadınla tanıştığını,
Kadının Mahabad’dan Sovyetlere giden bir Peşmerge ile evlendiğini,
Eşi Kürdistan’a döndüğünde birlikte geldiğini, bu köylerde yani Barzan mıntıkasına yerleştiğini,
burada çoluk çocuğa karıştığını ve bir gün yine bir düğün anında köylerinin basıldığını,
iki oğlu ile kocasının Sadam’ın askerleri tarafından alınıp götürüldüğünü, ama bir daha geri gelmediklerin ağlayarak anlattığını yazdı.
Tam bu noktada müdahale ettim: Aha sana kurgu dedim:
İsveçten Barzan mıntıkasına bir düğüne giden yazar, mavi gözleri yaşlı, karalar giyinmiş yaslı kadınla karşılaşıyor.

Kürtçeyi kırık konuşan kadın daha da dikkatini çekiyor ve aracılar vasıtasıyla kadınla tanışıyor.
Kadın bir Kolhozda kocasına nasıl aşık olduğunu anlatırken roman başlıyor, iki oğlu ile kocasının götürüldüğü düğünde değil, yazarla kadının tanıştığı düğünde  roman bitiyor, dedim.
Bube’de kurguyu beğendi, yazdı mı yazmadı mı bilemiyorum.

meseÇöldeki meşe.

Ben gittim, oraları gördüm, gezdim, Enfalin öykülerini dinledim, romanını yazmaya kalksam şu olayla başlardım.
Suuudi Arabistan sınırına yakın bir çölde, orta yaşlı bir adam yürüyor.
Bu çöle neden gelmiş, kendiside bilmiyor!
Yalınızca yürüyor. Yürüyor çevresine bakıyor  ve yine yürüyor.
Hava sıcak, çöl kızgın, altın renkli kumlar uçsuz bucaksız.
Adam kuzeye mi, güneye mi, doğuya mı, batıya mı gittiğini de bilmiyor.
Yalınızca gidiyor.
Yüzüne doğru bir çöl rüzgarı esiyor.
Sıcaklık yüzünü okşuyor.
Ve adam gidiyor.

Zamanı bilmiyor, mekanı tanımıyor, üzerinde mavi gök, altında altın renkli kum, ikisinin arasında yürüyor.
Başka hiç bir şey yok, insanlar, ağaçlar, su, kuşlar hiç bir canlı burada yaşamıyor, adam yürüyor.

Yürüyor ve aniden bir meşe ağacı görüyor.

Yerinde duruyor, şaşırıyor, gördüğüne inanmıyor.
Herhalde çölde serap gördüm diye düşünüyor.
Gözlerini kırpıştırıyor, tekrar bakıyor.

Evet meşe ağacı orada duruyor, yemyeşil yaprakları var, çöle, sıcağa, kuma, güneşe, gökyüzüne direniyor.
Adeta ben burdayım diyor .
Adam çöldeki meşe fidanına doğru yürüyor.

Bu kum deryasında artık yalnızlıktan kurtulduğunu düşünüyor..
Kendisi ve meşe!
Üstünde gök, altında kum ve karşısında meşe ağacı.
Gitti, gitti, yanına vardı, elini uzattı, meşe ağacının yaprağını okşadı.

Evet canlıydı meşe, gördüğü ne serap, ne de rüyaydı.
Ama nasıl olurdu, meşe ağacı çölde yaşayamazdı?
Bunların mekanı yüce dağlardı.
Düşündü adam, ertafında dolandı, korktu, bir an çevresine baktı.
Her yer çöldü, vaha yoktu, su bulunmazdı!
Sarıldı ağacın gövdesine, ağlamaya başladı, gölgesine sığındı.

Ve oturdu, düşündü. Ama susuz nasıl dayandı bu ağaç? dedi, daldı.
Sonra tırnaklarıyla ağacın kökünün yanını kazmaya, kumları almaya başladı.
Belki kökleri suya ulaşmış dedi, kökün etrafındaki kumları aldı.
Epeyce derine varmıştı ki; bir bez parçasına rastladı,
yüreği hızlı atmaya başladı, kazdı, kazdı, bez barçası giderek büyüdü.

Bu bir şalvardı, korktu adam, biraz daha kazdı, eli sert bir cisime değdi,
bir daha yokladı, bu bir taş veya ağacın kökü değildi,
son bir çabayla sert cisimin üzerindeki kumu aldı.
Gördüğü bir insanın kemiği idi. Çalışmasını hızlandırdı.
Bir müddet sonra genç bir erkeğe ait iskelet, elbiseleri ile birlikte açığa çıkmıştı.
Ve  meşe ağacının bu gencin cebindeki bir palamuttan çıkıp büyüdüğünü anlamıştı.

İskeleti orada bıraktı ve korkuyla kaçmaya başladı.
Yine yalınızdı, meşe ağacı, iskeletle çölde kalmıştı.
Belki o ağacı o iskelet besleyip büyütmüştü.

Adam koşuyordu, koştu ve bir yerleşim birimine vardı.
Gördüklerini anlattı, güvenlik birimleri harekete geçti,
çöldeki meşe ağacı bulundu, kepçeler ve kreyderler götürüldü.

Ağacın önce çevresi, ardından  çöl kazıldı, toplu mezara rastlandı,
tam olarak 512 iskelet bulundu, iskeletlerin üzerindeki elbiselerden tümünün, Barzan mıntıkasındaki köylerden erkeler oldukları anlaşıldı.
Ve Enfal Şehitlerinin 512 si gerçekten böyle bulundu

182 Bin kişi

El Enfal operasyonları sırasında kaybolan,
öldürülen, kaçırılan, yakılan Kürt sayısı, 182 bindi.
Evet 182 bin kişi.
Ve alınıp çöllere götürülen bir daha dönemeyenlerin büyük bir çoğunluğu erkekti.mesud

Kadınlar kocalarını ve oğullarını bekler oldular.
Siyah elbiselere büründüler, İsa’yı bekleyen rahibeler gibi..
Allahtan meddet umdular, ağladılar yalvardılar.
Kocalarının ve oğullarının öldürüldüğüne inanmadılar.
Onlarla ilgili binbir çeşit öykü dinlediler.

2005 yılında meşe ağacının ele verdiği toplu mezar, yüreklerini kanattı.
İskeletler Hevler havaalanına taşındı, oradan araçlarla şu anda bulunduğumuz mezarlığa getirildiler.
Burada  512 mezar kazıldı.
Onbinlerce insan gelmişti, yaslı analar ve eşler siyah giysileri ile oradaydı.
Hepsinin yüzünde acı vardı, kahır akıyordu gözlerinden, çaresizdiler.
Hangi cenazenin kime ait olduğunu bilemezlerdi.
Kızgın kumlar eşlerinin veya oğullarının etini, derisini, kasını, yüreğini, midesini yemiş, bitirmiş sadece kemiklerini bırakmıştı.
Bakamazlardı o kemiklere, bu yüzden başlarını önlerine eğmiş ağlıyorlardı.
Bütün dünya o gün oraya toplanmıştı sanki…
Konsoloslar, çeşitli devletlerin temsilcileri, Generaller ve askerler. Bir de çocuklar.

jalal_talabani_thumbnailSayın Celal Talabini Konuşuyor.

İlk konuşmayı  İrak devlet başkanı Sayın Celal Talabani yaptı.
Onun hüzün dolu konuşması şu cümlelerle başladı:

Kürd Özgürlük Mücadelesinde Barzan Bölgesi önemli bir rol üstlendi.
Halkın ve ulusun huzurunda, Diktatör Saddam Hüseyin’in işlediği vahşi ve insanlık dışı suçlarından birini daha görmek amacıyla burada toplanmış bulunuyoruz.
Burada Barzani’lerin destanlarından birine daha tanık oluyor gözlerimiz.

Hepinizin gördüğü gibi, diktatör Baas Rejimi bu insanları kendi bölgelerinden – Barzan’dan nasıl vahşice çıkarmış ve kendi egemenlikleri altındaki başka bölgelere nasıl sevk etmiş ve orada nasıl katletmiştir. Barzan Bölgesine yapılan bu vahşi saldırı ilk değildir, Kürdistan 16 defa yakılmıştır. Onbinlerce insanı canlı canlı toprağa gömen faşist düşman, Kürd Halkı’nın yüreğinde büyük yaralar açmıştır. Bütün bunlara rağmen Bugün, Kürd Halkı; özgürlük, demokrasi ve federalizmle mutluluk duyuyor. Kürd Halkı’nın seçilmiş evlatları iktidarda bulunuyor ve çekilen acılara artık son vermek istiyor. Şehitlerin, ulusun, bölgelerin ve halkın birliği için, Barzan Bölgesi’nin; Helebçe ile, yaralı Qela Dıze’nın  Behdinan’la elele verdiğini görüyoruz”

Tazminat Ödensin

Sayın Celal Talabani den sonra Kürdistan Federe Parlamentosu Başkanı Adnan Mufti ise,
F. Irak ve F. Kürdistan hükümetlerinden, Enfal Soykırım Girişimiyle, kimyasal saldırılarda zarar görenlere, daha iyi bir yaşam sürdürmeleri için, tazminat ödenmelidir, Barzanî Aşiretine mensup 8 bin Kürd’ün yurtlarından edilmesi ve bilinmeyen bir akibete sürüklenmesi büyük bir insanlık suçudur, bu saldırılar, Kürd Halkı’nı yok etme sürecinin başlangıcıydı” dedi.

İntikam aldılar.

F. Kurdistan Başkanı Mesud Barzani ise törende yaptığı konuşmada; “Feyli, Germiyani, Behdinanlı ve Barzanlılarla birlikte 182 bin Kürdün, zorla yerlerinden ve yurtlarından edilerek bilinmeyen bir akibete sürüklenmesi; dünyanın neresinde olursa olsun, kayıp bir tek insanımız kalıncaya kadar, vijdanlarımız rahat yüzü görmeyecek” dedi. ve devam etti:„8 bin Barzanlı vatandaşın Enfal Soykırım Girişimi’ne tabi tutulması, düşmanların intikam alması olarak nitelendiriyorum.Onlar, bu yolla Kurd ve Kurdistan başta olmak üzere, özellikle Barzanilerden intikam almak istedi. Kurd Halkı hiçbir zaman düşmanlarına boyun eğmedi. 1975 yılında F. Kurdistan araplaştırılmaya başlandı ve Baas Rejimi tarafından boşaltılan ilk köy Barzan Köyü oldu.”

Ey Rakip marşı okundu.

Konuşmalardan sonra dünyanın belki de en hazin töreni başladı.
Kefenlere sarılı yüzlerce iskelet, kazılı mezarlara indirildi.
Üstleri toprakla örtüldü.
Her mezarın üzerine betondan beyaz renkli bir taş konuldu.
Hiçbir taşın üzerinde isim yoktu.
Her taşın üzerine bir Kürdistan bayrağı serildi.
Ve bağımsızlık marşı“ey rakip”le tören son buldu..

Kadınlar gitmiyor.

Herkes evine doğru yol alırken, mezar taşlarını kucaklayıp duran, karalar giyinmiş kadınlar kaldı.
Onlar gitmek istemiyorlardı.
Taşlara sarılıp ağlıyorlardı.
Çöllere, Saddam’a bedua ediyorlardı.


idamKimya Ali asıldı

Bu kadınların dıramı gözlerimin önünde canlanırken,
bu acıları yaşatan ve yaratan Saddam Hüseyin’in yeğeni “Kimyasal Ali” veya başka bir deyim ile “Kasap Ali”nin akibeti aklıma geldi.
Tesadüfe bakın ki; ben oralardayken bu katili astılar.
El Enfal operasyonlarının baş sorumlusu bu katil, 21 Ağustos 2003 tarihinde yapılan bir operasyon ile Amerikalıların eline geçti. Bağdat’ta Amerikalıların kontrolündeki bir hapishanede tutuldu. Uzun süre bir mahkemede yargılandı, Halepçe’ye zehirli gaz atarak toplu katliam yapmak ve El Enfal operasyonları ile insanlık suçu işlemekten idam cezasına çarptırıldı.

Zannedersem yaptıklarından dolayı pişman olduğunu belirtmedi.
Ve kaybettiği insanların toplu mezarlarını da  göstermedi.
Suskun bir köpek gibi, boynuna bir ip geçirildi.
25 Ocak 2010 tarihinde  idam edildi.

Şehitlikten Çıkıyoruz

Karanlık çökmüştü, arabamıza binerek mezarlıktan ayrıldık.
Koltuğuma yaslandım ve Adullah Peşêw’in mısralarını sessizce mırıldandım:

“Bir heyet bir ülkeye gittiğinde, Meçhul Askerin anıtına
bir çelenk koyar.
Eğer yarın,
benim memleketime bir heyet gelirse
ve bana:
‘Meçhul Askerin Anıtı Nerede’ diye sorarsa,pesew
derim ki:

“Büyüyüm!!
her derenin kenarında,
her caminin sekisinde
her evin kapısında,
her köşede,
her mağarada,
her dağın başında,
her bahçenin dalları üzerinde,
bu ülkede,
gökyüzünün altındaki,
her karış toprakta,
korkma! biraz başını eğ
ve çelengini bırak!” (***)

 Ah şu Bürokrasi!

Yine sabah erkenden  uyanıyorum.
Rutin işlerime devam ediyorum.
Gerçi işler yürümüyor, çünkü acayip bir bürokrasi var.
Her şey oraya takılır kalır.

Gidemezsiniz,“bu gün git yarın gel’in adı, burada“ser çavandır.” (**)
Kime ne derseniz veya kimden ne isterseniz size”ser çavan” der.
Siz bu kelime karşısında sakın ola ki; işim oldu diye düşünmeyin.
“Ser çavan” demek, sen söyle, ben ne yaptığımı biliyorum demektir.

Mafya Çok hızlıdır.

Buradaki bürokrasiyi anlatmak istiyorum, ama mafyayı anlatmadan bürokrasiyi anlatmam doğru olmaz. Çünkü mafya burada bürokrasiden daha güçlü, o işleri şipşak yapar, yeterki kendinizi ona teslim ediniz.
Buradaki mafya kimlerden oluşur veya  nasıl mı çalışır?
Onu da anlatırım.
Ama önce Güney Kürtlerinin veya Barzani Ailesinin  karekteri üzerinde durmak isterim.

Güney Kürtleri vefa nedir bilirler, kendileri zor durumda iken, birileri onlara yardım etmişse, asla unutmazlar. Sayın Mesut Barzani’nin kaleme aldığı kitabı ikinci kezdir okuyorum. Orada Molla Mustafa Barzani, darda iken, kim ona yardımcı olmuşsa, bu günkü Oğul Barzani ya ondan şükranla söz eder, ya da teşekkürlerini bildirir. Bu ailede bir terbiye, bir gelenek, bir vefa vardır.

Mesala Abdullah Öcalan’ın mantığında böyle bir geleneği, böyle bir ahlakı ve böyle bir erdemi bulamazsınız. PKK nın zor zamanlarında kim veya hangi aile PKK’ ye yardım etmişse, sonradan o kişi veya  aile bir biçimde Öcalan’ın emriyle ya ortadan kaldırılmış, ya hain ilan edilmiş, ya da başına türlü işler getirilmiştir.

Barzaniler böyle değildir.
Onlar vefanın ne olduğunu bilirler.
Ama bu vefa onları vuran bir silaha dönüşmek üzeredir!

Nasıl mı?
Anlatayım efendim.
Güney Kürdistan’da devlet kurulunca, Kürdistan’ın diğer üç parçasından ve Avrupadan yüzlerce Kürt oraya akın etti.
Süleymaniye ve Erbil’de “vefa borcu” fonundan yararlananların sayısı arttı.

Bunlar Lüks villalara yerleşti.
Altlarına“Monika”adlı jeepler çekildi.
Önemli adam statüsüne alındıkları için, yanlarına korumalar verildi.
Mutfaklarına yabancı uyruklu hizmetçiler alındı.
Ve bu tabaka bunlarla yetinmedi.

Bin bir dalavere ile devletin parasını hortumlamaya başladı.
Kimi bir tabela partisi kurarak, memleket kurtaracağım projesi yaptı.
Kimi gazete kurup “dört parçayı birleştiririm” dedi.

Belki de adı olan ama kendisi olmayan yirmi protokol partisi kuruldu.
Her parti bir çok projeden para aldı.
Siyaset alanında iş kalmayınca veya foyaları açığa çıkınca  inşaat, yatırım ve ticaret alanına el atıldı. Velhasıli kelam bu kesim iktidar ile halk arasında bir duvar gibi dikilmeye başladı.

isİş bitirici oldu bunlar.

Nasıl mı? Onuda anlatayım!
Mesala sizin bir projeniz var.
Bu tabakaya mensup birisini bulursunuz, projenizi yazılı olarak buna verirsiniz, adam size peşinen söyler, projeniz çok mantıklı, Kürt halkına hizmet eden bir projedir, bunun için kesin para verirler, ama biraz uğraşmak lazımdır, size söz veriyorum uğraşırım ve yaparım, ama bir isteğim vardır.

Nedir dediğinizde; “yarısı benim yarısı sizin” der.

Tabi yerseniz, çok kolay, hiç bir zahmet çekmezsiniz, evinizde sırtüstü yatarsınız, bir müddet sonra size bir davetiye gelir, uçak biletinizde hazırdır.

Çeker gidersiniz, beş yıldızlı otelde yeriniz ayrılmıştır, yer, içersiniz, bir hafta sonra sizin için alınmış paranın hazır olduğu söylenir ve siz o para ile işinizi yaparsınız.

Ama eğer siz idealistseniz, ülkenizi seviyorsanız ve oradaki yöneticiler ile halkın arasına girmiş yapıları o ülkeye yakıştırmıyor,  mafyayı da takmıyorsanız, başınıza gelecekleri size söyleyeyim: Diyelim ki orada bir iş yapmak istiyorsunuz. Önce bir proje yaparsınız, ardından tanıdığınız birisini bulur oraya gidersiniz.

Projenizi Kültür Bakanlığına mı sunmak istiyorsunuz?
Kaldığınız otelden bir taksiye biner, Bakanlığa gidersiniz.

Orada sizi “alakat müdürlüğü”ne yollarlar.
Gider projenizi teslim edersiniz.  Alakat müdürü ikna olursa imzalar, sizi Bakanın kalemine havale eder.

Kalem sizi Genel Müdüre, oda sizi Müsteşara gönderir. Müsteşar projenizin biçimine bakar, sizi bakanlığa bağlı bir bölüme yollar, o bölüm projenize yapılacak yardım konusunda bir karar verir. Eğer siz projeniz için yüz bin dolar istemişseniz, onlar genellikle size on bin dolar vermeyi kakararlaştırırlar. Çünkü memurlarda şöyle bir kanı oluşmuştur; proje yapanların asıl amacı parayı alıp bir iş yapmak değil, işi bahane edip para almaktır. Bu konudaki deney ve tecrübeleri onları böyle bir tedbir almaya yöneltmiştir.

Diyelim bu bölüm projenize on bin dolar vermeyi onayladı, sizin bu onaylı projeniz tekrar Müsteşara  gider. Oradan Kültür Bakanının onayına sunulur. Bakan da imzalayınca, alakat müdürüne geri gelir. Siz işinizin bittiğini sanırsınız. Ama  alakat müdürü der ki; “tamam siz işinize bakın, ben yazışmaları izler, işi sonuçlandırdım mı, size telefonla haber veririm.”

Gün saymaya başlarsınız…

Araya tatil, bayram, özel günler girer, telefon beklersiniz nafile, dayanmazsınız, kendiniz telefon açarsınız,“daha olmamış sabredin” denilir size. Ardan günler geçer, isyan duygularınız kabarır, çünkü alacağınız para kadar zaten paranız gitmek üzeredir. Neticede çeker Alakat müdürüne gidersiniz, kardeşim verin yazışmalarımı ben kendim takip ederim işimi dersiniz.

Alakat Müdürü önce çekmecelerini, ardından ceplerini yoklar, “kusura bakmayın yazışmalar kayıp, bir arayayım buldumsa size haber veririm” der.

Yapacağınız bir şey yoktur. çeker gidersiniz.
İki gün sonra cep telefonunuz çalar, kayıp evraklar bulunmuştur, sevinir arabaya atlayıp Bakanlığa gidersiniz, oradan işinizi ilgilendiren daireye uğrarsınız, ama Genel Müdür Süleymaniye’de olduğu için işiniz yapılmaz, yarına kalır, evrakı teslim eder, dönersiniz.

Otelinize gider günleri saymaya devam edersiniz. Yarın iş yapamazsınız, çünkü cumadır. Cuma burada tatil, bütün daireler kapalı, cumartesi de  hiristıyanların hatırı için tatil sayılıyordur. Pazar günü saat 14 e kadar işinizi görebilirsiniz.  Tabi Genel Müdür oradaysa, söz konusu bakanlıktan sonra bu ikinci kurumda işiniz biterse, Hazineye gidersiniz, oraya ulaşırsanız, önce Genel Müdüre evrakınızı verirsiniz, Allah razı olsun Genel Müdür evrakınızı okumaya gerek duymadan imzayı çakar, teşekkür eder çıkarsınız, oradan başka bir bölüme gidersiniz, saçlarını itinayla yaptırtmış, yüksek topuklu ayakkabı giymiş, güler yüzlü bayan evrakınıza şöyle bir göz atar, klavyenin tuşlarına basarak evrakınızın seri numarasını bilgisayara geçirir, sizi başka bir yere yollar, ama zamanınız dolmuştur, bu gün işlemler durmuştur, geri otelinize gidersiniz.

Araya mutlaka bir tatil girer.

Ya yılbaşıdır, o olmazsa dini bayramdır, o da olmazsa milli bayramdır. Buranın bayramları da öyle bir iki gün değil, en kısası sekiz gün sürer. Ardından cuma ile cumartesi de gelince, on güne çıkar. Ve siz kaldığınız yerden devam etmek istersiniz.

En son gideceğiniz kişi hazinede çek yazacak olan memurdur.
İşlerinizi bitirirseniz ona nihayet ulaşırsınız. Adam evrakınızı alır, önüne koyar, okumaya başlar, sonra suratınıza bakar ve: “ben bu parayı veremem”der.
Başınızdan soğuk sular dökülür, öfkelenirsiniz ve yinede öfkenizi frenleyip sorarsınız:“kardeşim neden veremezsiniz?”

Memur projenizi onaylayan yazının bir cümlesini size gösterir der ki; “Bakın burada ‘bahşedilmiş’der. “Bakan bu kadar parayı kimseye bahş edemez”diye ekler.
Yazı arapça olduğu için okuyamıyorsunuz,“ama kardeşim bu projeyi bir bakan, üç genel müdür, üç kalem müdürü imzaladı, bunlar kanunu bilmiyor da sen mi biliyorsun”dersiniz, adam bildiğinde diretir ve birlikte Hazine Genel Müdürüne kadar gidersiniz. Genel Müdür projenize onay veren kağıdı okur, çek yazacak olan memuru haklı görür ve siz haklı olarak Genel Müdüre: “Eğer muhasebeci haklıysa siz sabah neden  bu kağıdı imzaladınız?” sorusunu sorarsınız ve Genel Müdür gülmeden: “ben okumadan imzalamıştım”der ve kağıdı elinize verir.

balikŞimdi ne poğ yiyeceğiz?

Aynı şeyi daha kibar bir şekilde Genel Müdüre sorarsınız?
O size bu onay kağıdı yeniden yazılacak ve ek olarak maliyede de onaylanıp bize gelecek, cevabını verir.
Buraya kadar tam kırk günde gelmişsiniz.
Yani boşuna gelmişsiniz, yeni baştan başlayacaksınız!

Ya sabır deyip ayrılırsınız, o gün artık yapacağınız hiç bir iş yoktur, saat ikiye yaklaşmıştır.
Gider gezersiniz, akşam olunca, yatarsınız.
Ve uykunuz gelmez, çekip gitmek istersiniz.
Burada mafyasız iş olmaz hisine kapılırsınız.
Ama idealizminiz engeller sizi,“direnin”der.

Sabah olunca, tekrar Alakat Müdürüne gidersiniz, durumu anlatınca, “doğrudur”der, kendi yanlışını görmeden, sizi kaleme havale eder, kalemdeki memur,”tamam siz gidin biz yazıp bakana sunarız,,der, çaresiz gidersiniz, çünkü Bakanın başkentte olmadığından haberiniz vardır.

Artık aradan biraz zaman geçer,  projeniz için yeni bir yazı hazırlanır, Genel Müdür, Müsteşar ve Bakan’ın imzasından geçince, haber verilir ve siz yeni bir maratona çıkarsınız. Bir hafta sonra maliyeye ancak ulaşırsınız, burada Reşit Xınisi var, Sait Hocanın deyimiyle“dolar kokar.”

O itiraz ederse, yani projenizi onaylamazsa, koşuşturmanız boşa gider. Xınisi’ye ulaşacak birsine tel açma konumunuz varsa, açarsınız.

Maliyeye sabah saat dokuzda gidersiniz, ama bir salonda beklemek zorundasınız, çünkü dokuz ile on arası, dairelerin veya bakanlıkların kendi aralarındaki işlemlerin yapıldığını öğrenirsiniz. Saat ondan sonra içeri alınırsınız, içeri dedim de bir sinema salonuna alınırsınız, evet bayağı bir sinem salonu.  Yani sahne aşağıda, siz  sahneye göre yüksek yerlere konulmuş koltuklara sıra halinde oturursunuz.

Fazla zaman geçmez, dört kişi gelir, sahnenin ortasına konulmuş masada oturur ve sırayla gider derdinizi anlatırsınız, aslında güzel bir yöntem, sevinir gidersiniz, evrakınıza bakarlar bir imza atarlar, “yarın gelin” derler.
Yarın olur gidersiniz ama bölümün şefi izindedir, yani işi vardır, iki gün sonra gelir. Hiç olmazsa evrakı birisine vermeyi becerdiğiniz için sevinirsiniz, o gününüz geçmiştir artık. İki güne kadar şef olamdığına göre bir haftanız daha ölmüştür!

Pazar gününe göre kendinizi hazırlarsınız, artık erken gitmezsiniz, çünkü öğrenmişsiniz artık her şeyi, saat tam on oldu mu salondasınız, bu kez nereye gideceğinizi bilirsiniz, güvenlik bölümünden geçer geçmez gideceğiniz odayı bildiğiniz için içeri dalarsınız, görevli memur evrakınızı elinize verir, bilgisayar odasına yollar, oradaki görevli sizin için arap harfleriyle soranca bir şeyler yazar elinize verir, oradan başka bir odaya yollanırsınız, yetkili bir bayan evrakınızı okur ve sizi Reşit Xınısi’ye havale eder.
Oraya doğru yola çıkarsınız, ikinci kata ulaşırsınız, güzel, genç bir sekreterin odasına  alırlar sizi. Dilekçeniz burada elinizden alınır, oturmanız için yer gösterilir, deri koltuğa gömülür, sıranızı beklersiniz, saat ikiye kadar size sıra gelip gelmeyeceği belli değildir, bekleyenleri sayarsınız, umudununuz yok, tek tek kişi çağrılsa değil bir gün, beş günde sıra gelmez dersiniz. Sonra sekreter topladığı dosyalarla odadan çıkar, az zaman sonra geri döner, isim okumaya başlar, imzanız atılmış, dosyanız onaylanmış ve çıkarsınız.

Çok Şükür.


Yarabbi dersiniz, önünüzde yine hazine kaldı, bir taksiye atlayıp oraya gidersiniz, mesai bitmeden, işinizi bitirmek istersiniz, işiniz bitmediyse siz bitersiniz. Umutsuzlukla hazinenin merdivenlerini tırmanırsınız. Genel Müdür yine okumadan ve sizi tanımadan jet hızıyla imza atar, bilgisayar odasına gidersiniz, oradaki memur dilekçe numarasını bilgisayara verir. “Malesef para yok” der, ne demek bu? Sorunuza:”size para verecek olan bölümün bütçesinde para yok, önce oraya para yatırmaları lazım”der ve sizi başka bir semte bulunan  o bölüme yollarlar, gidersiniz, ama işinizi yapacak olan kişi hazır değildir, ömrünüzden bir gün daha eksilmiş ve işiniz yarına kalmıştır.

Bu nasıl bir bürokrasi Allahım?

Oysa bu daire, bu dairede çalışan adam, sizin evraklarınızı incelemiş, hem de üç ayrı kişi imza atmıştı. Peki bu adamlar imza atarken bütçelerinde para olmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlar idiyse neden imza atıyorlardı? Bu kadar egeli neden koymuşlar? Vatandaş ile devleti karşı karşıya getirmek için mi, insanları devlet düşmanı yapmak için mi? Yoksa gereksiz yere kimselere para verilmemesi için mi? Bir türlü karar veremezsiniz.

Belki de daha önce Bakanlar istedikleri kişilerin projelerine gereksiz yere çok para vermişler.
Sonra yöneticiler düşünmüş taşınmışlar, önlem olarak Bakanlık dışında Maliye ve Hazineyi de devreye sokmuşlar. Ama öğle bir mekanizma yaratmışlar ki; rüşvet vermeden tek projeyi buradan geçiremezsiniz, tutarı ikiyüzeli  dolardan fazla olan bir proje en az 12 kişinin onayından geçmek zorundadır. Ve bu 12 kişinin en yetkisizi bile itiraz ettiğinde siz o parayı alamazsınız.

Derdinizi kimseye anlatamazsınız.

Sizin ne düşündüğünüz, ne sorunlarla karşılaştığınız, ne sıkıntılar yaşadığınız hiç kimseyi ilgilendirmez, eleştirinizi söyleyeceğiniz bir mekanizma belki vardır, ama ulaşamazsınız. Zaten mafyanın sizden haberi vardır, kıs kıs gülüyorlardır. Sizin durumunuzu kim bilir nasıl anlatıyorlardır!

Sabırınız varsa, umudunuzu yitirmemişseniz, hayatınızda tırnak makasının ağzıyla demir kesmiş iseniz, sıkarsınız dişinizi, bir gün sonra gidersiniz söz konusu daireye:“Kardeşim, projeye onay vermişsiniz, ama bütçenizde para yok, bu nasıl iştir?” dersiniz. Bilgisayara bakarlar, doğru söylediğinizi kabul ederler ama, sanki çok normal bir işmiş gibi tekrar işinizi yaparlar.“Tamam”deyip sizi yollarlar. Dışarı çıkarsınız, yoldan geçen bir taksi çevirirsiniz, aceleniz var, çünkü saat ikiye yaklaşmaktadır.

Hazineye ulaşıp direkt muhasebecinin karşısına dikilirsiniz, sizi ikinci, hatta üçüncü tura çıkaran adamdır yine. Elinizdeki evrakı alır, inceler, bilgisayara bakar, biraz düşünür:“Hayır ödeyemem”der, sabrınız taşmıştır, dişleriniz gıcırdar, yumruğunuzu sıkarsınız,”eski Baasçıdır” diye adamdan şüphelenirsiniz.  Yine sabır deyip adama nedenini sorarsınız, o yine “bahşetme” kelimesine kafayı takmıştır. Ya bak siz sıradan bir memursunuz, Bakanın, Maliye ve Hazine Genel Müdürlerinin onayı vardır, siz art niyetlisiniz, bilinçli proplem çıkarıyorsunuz dersiniz, adam diretir ve nerdeyse kavga çıkar aranızda, sinirleriniz gerilir, adamı yine Hazine Genel Müdürünün kapısına kadar götürürsünüz, Muhasebeci paranın ödenmemesi için Hazine Müdürünü ikna etmeye çalışırken, baştan beri sizinle birlikte olan ve size yardımcı olan kişi, hazine müdürünün kulağına bir laf söyler, siz o lafın ne olduğunu bilmezsiniz, Hazine Müdürü:“Tamam ödenecek”der, muhasebeci efendim: “Usulsuzluğa ve tecavüze rağmen mi?” diye sorar. Hazine Müdürü: “Evet usulsuzluğa ve tecavüze rağmen ödenecek” der, muhasebeci susar, muhasebeye  geri gidersiniz, çekiniz yazılıp elinize verilir. Dışarı çıktığınızda bir oh çekersiniz. Gördüğünüzün bir kâbus olduğunu düşünürsünüz, ama gerçek olduğunu bilirsiniz.

(**) Ser çavan, başım gözüm üzerine demektir.

(***) http://www.youtube.com/watch?v=HpqdSRFm1E4&feature=related


Davetliyiz!

Akşam üzeriydi Sait Hoca geldi.
“Bu akşam bir yere davetliyiz”dedi.
Yerini sordum”Zevku sefa”adını telafüz etti.
Burası müzikli bir lokantaydı, herkesin uğradığı bu tip yerlere gitmek istemedim. Ama bizi davet eden arkadaşları kırmak da doğru değildi.

Anlaştığımız bir saate iki araçla gittik.
Silahlarımızı arabaların içinde bırakarak lokantaya girdik.
Çünkü kapıda elektronik cihazdan geçtik.
Uzunca bir koridordan tabanı beyaz mermerden geniş bir salonun en uç köşesinde konulmuş bir masada oturduk.

Lüx bir müzikli resteurant.

Salonun ışıklandırma sistemi itinayla yapılmıştı.
Bayan bir sanatçı, sahnede Türk sanat müziğinin bir parçasını seslendiriyordu.
Sahnenin karşısında, sağında ve solunda altmışa yakın müşteri hem müzik dinliyor, hem de yemek yiyiyorlardı.

Bizi buraya davet eden arkadaşlardan biri, bir müddet dağlarda kalmış, Türk devletinin Kürt halkına yaptığı zulme karşı mücadele vermişti.
Diğeri yine devletin baskı ve zulmüne karşı çıktığı için yakalanıp cezaevlerine konulmuş, orada baskılara ve zulümlere maruz kalmıştı.
Bir de bu arkadaşlardan birisinin akrabası yakışıklı bir genç vardı.

Sait Hocayla beni de sayarsanız beş kişiydik.
Önce menu geldi, yemekler istendi.
Müzik ve türkülerden birbirimizi anlamakta zorlanıyorduk.
Yemkleri kaşıklarken burayı işletenlerin İzmir’ liler  olduğunu öğredim.
Türkçe canlı müzik yapıyorlardı ve bir hayli müşterileri vardı.

Bahçeye çıkıyoruz.


Yemekten sonra biraz sıkıldığım için Sait hoca ile bahçeye çıkmak istedim.
Sait Hoca sigarasını içerken, ben de arkadaşım Murat Dağdelen’ e tel açtım.
Lokantanın bahçesinden lokantanın özelliklerini ve güzelliklerini Murat’ a anlattım.
Bir müddet sonra Sait Hoca: “ikinci kata çıkıp bir kahve içelim”dedi.
Mermer merdivenlerden çıktık, ikinci katta çok güzel bir kahvehane vardı.
Bizim dışımızda çalışanlar hariç sadece bir müşteri içerdeydi.

Bizim atamız Mustafa Kemal, sizinki kim?

Biz tezgahın başında ayakta kahvelerimizi yudumlayıp sohbet ederken, otuz beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim birisi bize yanaşarak,“siz Türk müsünüz?” diye sordu. İkimiz birlikte ama türkçe olarak “hayır biz Kürdüz”dedik. Bu cevap adamın zoruna gitti gibime geldi, adam bana döndü:“Ben size bir soru sormak istiyorum, hangi Kürte sormuşsam bir türlü doğru bir yanıt alamamışım”dedi. “Nedir sorun” dediğimde, adam bana:“Biz Türklerin atası Mustafa Kemaldir, siz Kürtlerin atası kimdir?”dedi.

eyubiMustafa Kemal uyduruktur!

Adamın suratına baktım, gülümsedim,“bu uyduruk bir sorudur”dedim. Karşımdaki biraz sinirlenerek:“Nasıl, uyduruk?” dedi. Ona Mustafa Kemal, Atatürk soyadını 21 Haziran 1934‘te aldı, oysa Türk Milleti Millattan önceden beri vardır. Peki nasıl oluyorda Mustafa Kemal Türklerin atası oluyor? Siz Türk milletinin 1934 Yılına kadar olmadığını kabul edin, ben de Mustafa Kemal’ in Türklerin atası olduğunu kabul edeyim, dedim. Bu sözlerim karşısında savunmasız kalan adam: “Tamam, ama bizim ki odur, sizin ki kimdir? Ben onu merak ediyorum” deyince, ben “sizin ki uyduruktur, bizim kini senin mantığınla cevaplarsam; atamız Selahaddin’ e Eyubi’dir, şeyh Said’ dir, seyit Rızadır, Molla Mustafa Barzanidir”dedim. Adam sinerlendi:“Sen Mustafa Kemal’ e nasıl uyduruktur dersin?” deyince, ben tekrar “uyduruktur” yanıtını verince, adam bu kez yumuşadı:“O zaman biraz bekleyin ben aşağı gidip geleyim bir kahve içelim”dedi. Ve gitti.

Hislerimiz bir tehlikenin olduğunu söyledi.

Sait hoca ile  bakıştık, birbirimize söylemdik ama hislerimiz bize bir tehlikenin olduğunu bildirdi gibi, hızla aşağıya indik, arkadaşlarımızın oturduğu masaya gittik, olayı anlatıyordum. İri yarı, siyah takım elbise giymiş bir adam, karşımızdaki kapıdan içeri girdi, arkasından yukardan bizimle tartışan orta boylu adam da onu izliyordu.
İri yarı adam masamıza yaklaşınca, gür bir ses tonuyla:“Yukarıda kim Atatürke hakaret yapmış?”der demez, uzun süre dağda kalmış, zaten Mustafa Kemal’den kıcık kapan arkadaş, porselen yemek tabağını kaptığı gibi: “Senin de, Atatürkünün de “diyerek adamın kafasının ortasına vurdu, kanlar akmaya başladı, yakın masalarda oturanlar kaçıştı, müzik sesi kesildi, kadınlar çığlık attı, ortalık bir birine girdi, tabaklar havaya uçuştu, kafası kırılan adam da masadan tabak alınca, kafasından bir de şişe darbesi aldı yüzü kanadı, kavgayı yatıştırmaya çalışıyoruz ama zaptetmekte zorlanıyoruz.

Silah patladı, polis geldi.

Yukarda proplem çıkaran adam, ortalıktan kayboldu. Diğerini dışarı çıkardılar, biz de arkadaşlarımızı tutmuşuz fakat bizim yakışıklı genç, arabaya koşmuş, oradan silahları almıştı, lokantanın bahçesinde bir de silah patlayınca, polis olaya müdahale etti. Kafası kırılan adam ve iki arkadaşımızı yakaladılar. Lokantanın ikinci katında asıl sorun çıkaran kişi kaçtı gitti.

Arkadaşlarımızı karakola götürdüler, biz de bir taksiye bindik, onları izledik.
Karakol bahçesinde ben ile Sait Hoca beklerken, rütbeli bir subay geldi. Kurmanci konuşuyordu: “Ben Kürt ordusunda subayım, yeğenimi Tükler dövmüşler, neyin nesidir bu kavga?” diye sordu. Biz senin yeğenin Türkçeyi nerden öğrenmiş diye sorduk,“biliyor”dedi. Biz de ona olayı teferuatlı olarak anlattık, bizi dinledikten sonra:“Ne Mustafa Kemal’i, bizim atamız Molla Mustafa Barzani’dir” dedi. Karakoldan içeri girdi, gözaltı odasında yeğeniyle biraz konuştu, sonra bizi de içeri çağırdılar, dayak yiyen yeğen hepimizden özür diledi, ifadesini geri aldı, davacı olmadığını söyledi, bizde ruhsatlarımızı polise gösterince, silahlarımızı alıp karakoldan ayrıldık.

Öğrenebildiğim kadarıyla bana soru soran Türk, bir mimarmış, anlaşılan o ki;  yine bir Türk bir Kürdü, iki Kürde dövdürtüp ortalıktan kayıbolmuştu.

Keşmekeşlik yok, Ordu Kuruluyor !

Diktatör Saddam Hüseyin devrilmeden önce de Kürdistan’ın bir kısmı Kürtlerin egemenliğindeydi.
O zamanlar üzerinde“şalu şapik”denilen peşmerge elbisesi kimin üzerinde bulunuyorsa , elindeki silahıyla sokakları dolaşabiliyordu.
Orada kaç tane örgüt var idiyse; o örgütün kendine has giysileride mevcuttu.
Değişik alanlarda, değişik güçler eğemendi, bir de bu güçler arasında çatışmalar vardı.
İran askerleri, Türk askerleri, Saddam askerleri de işin içine karşınca, ortlıkta bir keşmekeşlik söz konusuydu.

Bütün bu manzaranın özeti, devlet olamamaydı.
Bu yüzden ben Kürdistan’a gitmeden önce, gidip gelenlerden bu konuları öğrenmek isterdim.

Sorular sorardım.

Kürdistanda sokaklarda rastgele gezen silahlı adamlar var mı?
Polisin giydiği elbiseler nasıl?
Ordu kurulmuş mu?
Eğitim yapılıyor mu?
Genel Kurmay Başkanlığı oluşmuş mu?
İstihbarat nasıl çalışıyor?
Neden YNK’ in ve KDP nin orduları vardır?

Buna benzer çokça sorular sorar, ama kaçamak cevaplar alırdım.
Kendim Kürdistan’a gidince, bu sorularıma yanıtlar buldum.
Üç aydan fazla bir zaman süreci içinde iyi gözlemler yaptım.
Ve ordu komutanlarıyla olan kontaklarımdan dolayı sorularıma doğru yanıtlarda aldım.

Kürdistan da ordu ve istihbaratın önemi

Yeni kurulan Federe Devlet için güçlü bir ordu ve iyi işleyen bir istihbarat örgütünün önemini  biliyorum.
Dört tarafı “istemeyen güçlerle” kuşatılmış Federe Devletin Ordusu hızla oluşuyor.
Bir General bana yaklaşık olarak şu anda silah altında olan asker sayısının 200 binden fazla olduğunu söyledi.
Ve öğrendiğim kadarıyla 40 yaşın üzerindeki bütün peşmergeler ya emekliye ayrıldı, ya ziraat işlerinde, ya da çeşitli kurumlarda görevlendirildi.

Kalanlar ve yeni alınanlar hızlı bir eğitime tabii tutuldular.
Mesala kendi gözümle gördüğüm, onlarla birlikte yaşadığım, eğitimlerini izlediğim, günlerce onlarla aynı sofrada yemek yediğim bir birliği anlatayım:
Birlik, bir eğitim alayıydı.
Bir General ve sekiz subayın komutasındaki bu alayda, yaklaşık olarak üç yüz peşmerge eğitim görüyordu.
Askerler için iki katlı, yatakhaneler inşaa edilmişti.
Koğuşları dolaştım, her koğuşta yaklaşık olarak 120 peşmerge kalıyordu.
Alt katta yanyana böyle üç koğuş vardı, aynı büyüklükte üç koğuğuşta ikinci kattaydı.
Ve her iki katta koğuşların bitişiğinde çok sayıda tuvalet ve duş yerleri vardı.
Bunun gibi yedi adet bina inşaa edilmişti.

Bu büyük binaların arasında çok sayıda baraka vardı, buralar yönetim yeriydi, her baraka bir subaya aitti.
Bir de eğitim alayının iki büyük yemekhanesi vardı.
Bu yemekhanelerin tam karşısında geniş bir toplantı salonu bulunurdu.
Ve bu salonun  yüz metre aşağısındaki iki adet yapıyı  spor salonu olarak döşemişlerdi.

Alayın orta yerinde askeri törenlerin yapılacağı kocaman bir alan ve bu alanın arka bölünde platform bulunurdu.
Kürdistan’ın değişik mıntıkalarında görevli olan peşmergeler oradan alınıp bu alaya eğitim için getirilirdi.

gsEğitim çok sıkkıydı.

Yürüyüşlerinin bayağı disiplinli olduğuna tanık oldum.
Silahlı eğitimi üç yerde izledim;
birincisinde  13 kilometre yukarıda uçan uçakları vuran iki ayrı silahı bize tanıttılar.
Silahın başındaki subay, tetiğe basmadan önce ağzımızın açık olması gerektiğini söyledi.
Çünkü patlama anında kulak zarlarımız zarar görebilirdi.
İkincisi; başka bir yerde nokta atışı yapan peşmergeleri izledim.
Amerikalı bir subay, başına taktığı kulaklıklı bir mikrofondan emir veriyordu.
Onunla birlikte hareket eden Kürt subay, aniden emirleri Kürtçeye çeviriyordu
Ve peşmergeler aldıkları emirlerle hedef noktayı dikkatle vuruyorlardı.
Üçüncüsü; apayrı bir yerde, bayan peşmergelerin eğitildiği alanı gördüm.
Yaklaşık olarak elli kişiydiler, yaşları 20 ile 25 arasıydı, komando elbiseleri ve kül rengi askeri botları vardı.
Bereleri bordo rengiydi, hemen hemen hepsinin bakışları keskin, saçları uzundu.
Gittiğimiz yerde küçük sillahların atışını ve yakın dövüşü öğreniyorlardı.

Evet ordu rayına girmişti.

Bu alana ülkenin her tarafından geliyorlar, eğitim gördükten sonra görev yaptıkları alana dönüyorlar.
Ve yeni bölükler geliyordu.
Askerlik zorunlu değildi.
Asker olmak isteyen, gidip gerekli mercilere başvuruyor, kabul edilince maaşla askeriliğini yapıyor ve üç yıl kaldıktan sonra ilk rütbeyi alıyordu.
Devam etmek isterse, her üç yılda bir rütbesi yükseliyor, genaralliğe kadar gidiyordu.
Tabi bu sadece bir yoldu. Elbette Kürdistan da askeri okullar ve akademiler kurulmuştu.
Onlar da öğrenci yetiştiriyorlardı.
Peşmergelerle yaptığım sohbetlerde maaşlarının az olduğunu fark ettim.
Hatta subayların dahi maaşları yetersizdir.
Bunun için hem peşmergelerin hem de subayların ek başka işler yapmak zorunda olduklarını gördüm.

Ordu ve isthbarat örgütleri iyi çalışıyor ama!

Özet olarak Güneydeki Federe Devletin, hem ordu örgütlenmesinde, hem de istihbarat örgütlenmesinde çok önemli mesafeler katettiğine inanıyorum.
Ama bu iki alana yönelik eksiklikleri, yanlışlıkları söylemeden geçemeyeceğimi de bildirmek istiyorum.
Hem KDP, Hem de YNK yetkilileri Güney Kürdistanda kurulan rejimin çok partili sisteme dayandığını söylerler.
Gerçekten de ülkede çok sayıda parti faaliyet yürütüyor.
Bunları sıralarsam KDP, YNK, İki islamcı parti; Kominist Partisi ve Goran hareketi en tanınmış olanlarıdır.
Madem ki çok partili sistem kabul görmüştür ve parlemento mevcuttur.
Neden hala Partilerin orduları vardır?
Örneğin hala KDP nin ve YNK nin kendi orduları bulunmaktadır,
Düşünün bu iki partinin 10 Binlerle ifade edilebilecek peşmergeleri vardır, ama bazı partilerin belkide tek bir askeri yoktur.
Bu partiler seçimde nasıl yarışırlar?
Hiç tartışmasız bu durumun  derhal aşılması gerekmektedir.
Devrim öncesi durumu devam ettirmek artık kabul edilemez.
Bu aslında devletleşememenin çok önemli bir göstergesidir..

Genel Kurmay oluşuyor!

 

Ama çok şükür ben bu tuhaflık üzerine düşünürken General Osman Kasım’ la ikinci görüşmemizde yeni gelişmeleri öğrendim. Kendileri Zaxo mıntıkasında 2500 kişilik bir ordunun komutanıyken Hevler’e atanmıştı.
Bana anlattığına göre Hevler’de 8 Generalden mütteşekil  bir Genel Kurmaylık oluştu.
Genel Kurmay Başkanlığı peşmerge bakanlığına bağlı olacak ve ülkedeki bütün silahlı güçler Genel Kurmayın emrine girecek.

Sempatik, içten ve yakışıklı Genaral Osman Kasım’la tanışmamızı başka zamanda anlatırım.
Ama askeri güçlerin birleşeceğine dair ikinci müjdeyi birkaç gün sonra bir askeri töreni izlerken, gelip kısa bir konuşma yapan sayın Mesut Barzani’nin ağzından bizzat dinedim:
“Bundan sonra artık partilerin veye kimsenin peşmergeleri olmayacak, Peşmerge Kürt milletinin ve Kürt devletinin askeri olacak!”

İsthbarat Örgütlerinin sorunları.

İstihbarat örgütü bir devletin sinir sistemi görevini görür.
Eğer bir bünyenin sinir sistemi iyi çalışmıyorsa, o bünye hiçbir işi doğru olarak yapamaz.
Güneyde ki stihbarat örgütü, umuyorum ki en iyi çalışan örgütlerin başında geliyor.
Bu karmaşık ortamda müthiş güvenlikli bir ortam sağladığı kesindir.
Çarşıya, mahallelerde, her sokağa hakim olduklarını, olan bitenleri çok seri duyduklarını ve olabilecek olaylara  hızlı müdahale ettiklerini biliyorum.

Ama istihbarat da henüz hem çift başlıdır.
Hem de devletin istihbaratından ziyade önce partilerin istihbaratıdır.
Hevlêr de ki istihbaratın Başkanı Sayın Mesrur Barzani’dir.
Muhtemelen Süleymaniye’de de bir istihbarat örgütü vardır ve onunda başkanı bir YNK lidir.

Öğrenebildiğim kadarıyla Sayın Mesrur Barzani hala KDP nin Polit Büro üyesidir.
Orada iken Sayın Mesrur Barzani’yi televizyondan izledim.
İstihbarat başkanı sıfatıyla seçim zamanında, Kürtlerin oylarını Kürdistani cepheye vermesini istiyordu.
Hiçbir demokratik ülkede İstihbarat Başkanı televizyonlara çıkıp oyunuzu şu partiye verin demez.
İstihbarat örgütleri partilerin değil, devletin örgütleridir.
Devlet olmama döneminin alışkanlıklarını terk etmenin pek çok sancıları vardır biliyorum.
Ama Kürtler bu durumu aşmak zorundadırlar.
Yoksa o ülkede kurulu olan her örgüt kendi ordusunu, kendi istihbaratını kurmaya kalkar
Ve bu durum büyük felaketlere yol açar.

Özgür basın var mı?

Güney Kürdistan’da üç aydan fazla kaldım.
Ama arapça okuma yazmam olmadığı için basını izleyemedim.
Televizyonları az çok anlıyordum, fakat ülkenin yazılı basınında neler tartışılıyordu, bilmiyordum.
Orada özgür basının henüz olmadığını söyleyebilirim.
Basın daha hiç  bir kuvvet bile değildir.

Günlük olarak kaç gazete basılır, yeni basılan popüler bir kitap kaç tane satılır?
Orada sözün bir kıymeti harbiyesi var mı dır, onu da bilmiyorum!
Gazeteci, yazar, aydın, entelektüel, sanatçının bir değeri var mı?
Zannetmiyorum!

Xero Abas ve Evin Xanım.

 

evinKaldığımız otelde  Xero Abas ile Evina Welat, isminde kadın bir sanatçı da kalıyorlardı.
Kürt kamuoyunda Xero Abas, tanınan bir sanatçıydı. Evina Welat ona göre çok daha az tanınıyordu.

Ama Evina Welat, nerdeyse  her gün bir televizyon kanalında proğrama çıkarken,
15 gün orada kalan Xero Abas’ı hiçbir televizyon kanalı sormuyordu.
Bu duruma hayli bozulan Xero’nun söylediği sözler, benimde moralimi bozuyordu.
O halde, otelin lobisinde otururken, Evina Welat ile uzun boylu,
Avrupai giyinmiş, keçi sakallı bir adam geldiler.
Evin adamı bize tanıtırken;“basın konseyi sorumlusu”deyince, ilgimi çekti.
Adamla önce tanıştık, ardından sohbet etmeye başladık.
Dedim ki, size bir sorum olacak, ama lütfen doğru olarak  cevap veriniz.

Adam gülümseyerek,“memnuniyetle”dedi.
Biliyorsunuz ki erkek egemenlikli toplumlarda insanlar, genelikle paraları üç organı için harcarlar.
Bu üç organda kemiksizdir, biri mide, biri beyin, diyeri de cinsel organdır.
Sizin ülkede beyine ne kadar yatırım yapılır?
Sorduğum soru adamın hoşuna gitmiş olacak ki, bir kahkaha atarak,“çok az”dedi.
Beyine para yatırmama adamın umurudan bile değildi, bir yerlerden bir yere kadar gelebilmişti.
Ve çok mutlu olarak görünüyordu.
Ben de bu ülkenin bir yazarı olarak,
Evin Xanım aracıyla ülkemin basın konseyi sorumlularından birine,
kendimi tanıştırdığım için çok mutluydum!

Dezgeyi Aras

pnaGazete ve televizyon kanallarının çoğu partilerin tekelindeydi.
Dezgeyi Aras adında bir kuruluş vardı.
Basın yayının merkezi olarak bilinen bu kurumda benim de tanıdığım bazı kişiler çalışıyordu.
Bir arkadaşımla birlikte oraya uğradık.
Gösterişli bir binaydı.
Üstü kubbeli, cam, beton ve demirden inşa edilmişti.
Zannedersem dört katlıydı. Alt katı yayınevi olarak kullanılıyordu.
Üçüncü katta bir haber ajansı vardı..
Benim tanıdığım bir gazeteci de bu katta çalışırdı, bizi o karşıladı.
Halhatır sorduktan sonra, birinci derecede sorumlu olan kişinin yanına gideceğimizi söyledi.
Makam odasında bizi nazikçe karşılayan kişi, zannedersem“basının patronuydu”

Ama Sayın Neçirvan Barzani’in talimatıyla o makama atanmıştı.
Tanıştıktan sonra sorularıma yanıt verdi.
Bu koskocaman binada sayısını  bilmediğim kadar çok kişi çalışıyordu.
Ama bütün bu kişiler oturduğu yerden, bir haber ajansını idare ediyorlardı.
Kendileri çok nadir haber yaparlardı, internet üzeri haberleri takip ederek,
kurmanci, sorani, ingilizce, farsça, arapçaya çevirip bir sitede yayınlıyorlardı.
Sorumluya, kendiniz haber yapıp dünyadaki büyük ajanslara satmayı düşünmüyor musunuz? diye sorduğumda,”satış” kelimesini küçümsercesine:“Hayır biz parayla iş yapmıyoruz.”dedi.
Ardından:”Birkaç yıl içinde Alman ve Fransız haber ajanslarını geçeriz” deyince, gülümsedim.
Bu kafayla hiçbir şeyi geçemezsin diyecektim, misafirliğimi düşünerek söylemedim.

b79_99313İki gazetci faili meçhule  gitmiş!

Basın, devletin ve partilerin basınıydı.
Devlet ve partilerin emri dışındaki basının  işi zordu.
Ben oraya gitmeden önce, bir gazeteci Süleymaniye’ de faili meçhul cinayete kurban gitmişti.
Bundan birkaç gün önce Selahattin Üniversitesinin kapısında,
Üstlerinde güvenlik güçleri giysileri bulunan grup, gazeteci bir genci zorla kaçırdı.
Bir müddet sonra gencin cesedi Musul’a yakın bir yerde bulundu.

Güneyde fikirler tehlikeli olarak görülmeye başlanmış mı ?

Bir ülkede veya bir örgütte eğer devletin ve örgütün yöneticileri bazı kesimler tarafından kutsal olarak görülürse,
o ülkede veya örgütte fikir özgürlüğü tehlikededir diye düşünüyorum.

Güney Kürdistan’da bunun işaretlerini gördüm, engellenmezse, tehlike artar. Bu bela hem ülkemizin yöneticileri, hem ülkemizin geleceği, hem de halkımız için çok tehlikelidir.
Mesala bir yerde misafirdik, Molla Mustafa Barzani’nin bir arkadaşı da vardı bu cemaatte.
Bu kişi devlet başkanı sayın Mesut Barzani’ye göre biraz daha yaşlıydı.
Konuşurken Serok Barzani, Kek Mesut, Bırez Barzani değilde; “Mes ud” diyordu.
“Mes ud” derken onu kesinlikle küçümsemiyor, aşağlamıyor, tam tersine rahmeti Molla Mustafa Barzani’nin sevecenliğiyle “Mes ud” diyordu.

Aynı cemaatte bulunan bazı kişiler  veya görevliler, bu yaşlı adamın kullandığı “Mes ud” keimesinden öylesine rahatsız oluyorlardı ki, adama karşı davranışlarından, hepimiz rahatsızlıklarını anlıyorduk.
Adam ise diğerlerinin inadına sık sık “Mes ud” kelimesini kullanıyordu.
Ben orada iki farklı anlayışın, henüz patlak vermemiş kavgasına tanık oldum.

Yaşlı adam tahsilli biriydi, feleğin çemberinden geçmişti, deney ve tecrübe sahibiydi.
Kutsallaştırılan kişilerin bu coğrafyada neler yaptığını çok iyi bilirdi.
Onun için “insan Mes ud” güzeldi.
Ama diğer adamlar için kutsal, tartışılmaz, buyruğu için gözler kırpılmadan ölüme gidilen bir lider gerekliydi.
Onlara göre, O ndan söz ederken, bir insandan söz eder gibi konuşmak, terbiyesizlikti.

sidadSidad Barzani ve Mam Hüıs.

Yine başka bir yerde buna benzer başka bir olayla karşılaşmıştım.
Mala Mustafa Barzani’ nin yaşlı bir arkadaşı kanser hastalığına yakalanmıştı.
Bir grupla birlikte köyüne, geçmiş olsuna gitmiştik.
Cemaat halinde oturuyorduk,“Sidad Barzani geliyor,”dediler.
Bir müddet sonra bir grup gençle geldi, sırayla bizimlede tokalaştı, gitti yaşlı bir adamın yanında oturdu.
Ben yaşlı adamın kim olduğunu bilmiyordum.
Sonradan öğrendim ki; adam, Molla Mustafa Barzani ile Sovyetlere kadar gitmiş, eski bir peşmerge imiş. İşte bu adamın Sidad Barzani ile konuşmaları dikkatimi çekti:
“Merhaba Sidad”dedi.

Sidad da:”Ser çavan mam”cevabını verince,“Mes ud nasıl, oda iyi mi?” sorusunu sordu.
Sidad yine çok saygılıca cevap verip teşekür etti.
Adam gözlerini Sidad’ ın gözlerine dikerek:
“Ya Sidad, O doktur Mahmut Osman çok iyi bir adamdı, ben yaralandığımda 15 gün beni tedavi etti, ona ne oldu ki?”
Ama bunu öyle bir edayla söyledi ki, Sidad’da, biz de,  Mam Hüso’nun hesap sorduğunu fark ettik.
Sidad, hiç bozuntuya vermeden,“Mam, durumu iyidir”dedi.
Orada gerçekten hem Mam Hüsı, hem de Sidat’ ı sevdim.
Sidad o ülkenin en yetkili yöneticilerinden biriydi,
hem  Molla Mustafa Barzani’nin oğlu, hem  o anda Devlet Başkanı olan Mesud Barzani’nin kardeşi, hemde ağabeyinin resmi olmayan yardımcısıydı. Mam Hüs’ın sorduğu Dr. Osman KDP den ayrılmış ve ona muhalif olmu, hatta pKK ile çalışıyordu.
Babasının eski arkadaşı cemaatin ortasında kendisini hesaba çekiyor,
O da çok saygılı davranarak sorularına yanıt veriyordu.
Tabi bazıları bu durumdan rahatsız olabilir, soru sormayı veya hesap sormayı terbiyesizlik sayabilir.
Ama ben ve Sait Hoca Sidad Barzani gittikten sonra kalktık,
Mam Hüs’ın yanına gittik, eğilerek elini öptük, O da çok duygulandı, birkaç kez art arda kafalarımızı öptü.

“Eleştiri yapan öğrenciler tehlikeli olabilirler.”

Başka bir örnek, öğrencilerle ilgilidir.
Kaldığım eve üniversite öğrencileri de geliyorlardı.
Çoğu Kuzey Kürdistanlıydı.
Bu öğrenciler, Başbakanlığın kendilerine verdikleri bursun miktarını az görüyorlardı.
Kız öğrencilerin ise yurt yönetimi ile igili sorunları vardı.
Anlattıklarına göre, kız öğrenciler, akşam saat altıdan sonra dışarı çıkamıyorlardı.
Bir de sigara içmeleri yasaktı. Bana göre öğrencilerin bu eleştirileri haklıydı. Bir öğrenci Hevler gibi pahalı bir kentte, 150 dolarla nasıl geçinebilirdi ki?
Üniversite çağına gelmiş kız öğrencilere gece saat 6 dan sonra dışarı çıkma yasağı koymak, hangi mantığın ürünüdür? Bilemem! Ama işin ilginç tarafı, bu eleştirileri yapan öğrencilerin karşılaştığı durumdur.
Oradaki rejimin oluşmak üzere olan“resmi ideolojisini!”savunan bir arkadaşa göre, bu eleştirileri yapan öğrenciler çok tehlikeli idi.
Aslında Türkiye, İran ve Suriye burayı karıştırmak istiyordu, bu öğrenciler bilerek veya bilmeyerek bu politikaya hizmet ediyorlardı.

DILEKA1Elektrik sayacı ziyaret ağacı gibi.

Bir başka örnek ise kaldığım evdeki enerji sayacıyla ilgiliydi.
Lambalar aniden sönerdi, birimiz bahçeye çıkar,
duvardaki sayaca bir yumruk vurunca, lambalar yanardı.
Bir müddet sonra tekrar karanlık olurdu, tekrar bir yumrukla aydınlanırdı ev. Evin sahibine:“Bu senin ev enteresan, yumrukla lambaları yanar” derdim.
Ama bazen lambaların inadı tutar,  onca yumruğa rağmen yanmazdı.
Bu durum karşısında ev sahibi bir yerlere telefon açar, bir elektrikçi gelir, duvardaki kutuyu açar, oradaki kablolara birkaç bant bağlar, ışığı yakar giderdi.
Bir müddet sonra yine ışıklar söner, karanlık basardı.
Tekrar yumruğa baş vururduk, ışıklar bazen yanar, bazen de yanmazdı.
Bu kez başka bir elektrikçi gelir, O da kablolara başka renkten bantlar bağlar giderdi.
Duvarda asılı kutudaki kablolara öylesine değişik renkten bantlar sarılmıştı ki; her baktığımda, bizim o taraflardaki ziyaret ağaçları aklıma gelirdi.

Bir gece tam sohbet ortasında ışıklar sönünce, ev sahibine, bu memlekette herhalde elektrikçi yoktur. Aslında meslek okulları açıp, burada meslek adamları yetiştirmek lazım dedim. Ev sahibi bu eleştirim karşısında:
“Burada, İsveç’ te, Norveç’te Londra’da eğitim görmüş, çok müthiş elektrik ustaları var”dedi.
Ben de kardeşim üç elektrikçi buraya geldi, üçüne de sordum, bana:
“Biz eğitim görmemişiz, evde kendi kendimize öğrendik”dedi, der demez,  ev sahibi:
“Siz zaten Avrupa hayranısınız, kendi ülkenizin hiçbir şeyini sevmezsiniz” deyip beni susturmaya çalıştı. Eleştirileri biraz daha sürdürürsen, önce rejim düşmanı, ardından Barzani ailesi düşmanı olarak damgalanacağın kesindir. İşte tehlikeli olan durum budur.

Gazetecileri”sevgi”öldürmüş olabilir!

Bu ev sahibi art niyetli değil, Kürdistan’ı seviyor, oradaki devleti seviyor,
Barzani ailesini çok, ama çok seviyor.
İşte onun bu“sevgisi”beni ürkütüyor.
Çünkü böylesi“sevginin”diğer ucu“nefrettir.”
Bu“sevgi”gazetecileri öldürmüş olabilir!
Çünkü Saddam’ı, Hitler’i, Neron’u, Stalin’i,
Polpot’u ve Apo’yu böylesi “sevgiler” yarattı.
Ve muhalif olan herkesi bu“sevgiler”öldürdü.

Çifte standart!

 

sahteDavut Bağıstani’yi Kürt Kamuoyu tanır.
Siyasetin sahtekarı bir adamdır.
Güneyde, kuzeyde, batıda, dolandırmadığı kimse bırakmamıştır.
Bu yüzden olmuş olacak ki; orada bir evde göz hapsinde tutuluyordu.
Ben Kürdistandayken, bir resteurantta ileri geri konuşmuş;
Orada bulunan Neçirvan Barzani’ ye yakın bir yetkilinin korumaları tarafından dövülmüştü.

Ağzı burunu kan içinde kalmışt.
Bu haberi duyan bazı arkadaşlar zevkten dört köşe oldular, hatta alkış bile çaldılar.
Bu durum kaşısında rahatsız oldum, hatta insan dövmenin yanlış olduğunu söyledim.
Böylesi sahtekar kişileri dövme yerine sınırdışı etmek gerektiğini savundum.

Bu olaydan yaklaşık bir hafta sonraydı, otelin lobisinde televizyondan haberleri izliyorduk. Goran hareketiyle YNK  liler arasında kavga çıkmıştı.
Başı beyaz  bezle bağlı bir genç, televizyonda Goran taraftarlarının kendisine nasıl saldırdığını anlatıyordu.
Davut Bağıstani’nin dövülmesini alkışlayan arkadaşım, heyecana kapılmış,
Goran taraftarlarına karşı öfkeli konuşuyordu.

Ben de televizyondaki YNK taraftarının kafasına sarılı beyaz bezdeki kan lekesini kast ederek;
“O domates suyuna benziyor”der demez, arkadaşım bana kızdı.
“Yahu yapma böyle, sende hiç merhamet yok mu?”dedi.

Ben de bak arkadaşım, bundan bir hafta önce Davut Bağıstani’nin dövüldüğünü duyduğunda, ayağa kalkıp alkışlamıştın dövenleri, ama bu adamın dövülmesine ise kahr oluyorsun.
Tarafı oldukların dövüldüğünde, dövenlerden nefret edersin.
Ama tarafın oldukların dövdüğünde dövenleri seversin.
Böylesi durumlarda “sevgi” ve “nefret” iki ucu boklu bir değnek gibidir, dedim.

Modern Centrum, New City.

Sait Hoca ile New City’e gidiyoruz.
Burası Hevler’de kurulmuş modern bir alışveriş merkezi.
Modern dediğim, Avrupa’dakilerin, yani Stockholm de, Kopenhagen’de, Roma’da, Berlin’de olanların bir benzeridir.
İçeri girerken, üstünüz elektronik araçlarla ve görevlilerce aranır.
Merkezde yok yoktur.

Süper marketler, pizzacılar, dondurmacılar, marka giyim eşyaları satan mağazalar.cti
Yürüyen merdivenler, oyun salonları, kuaförler ve aradığınız her şey.

Haci Xurşit ve Osman Öcalan.

Süper marketin alt katında dolaşırken Sait Hoca:” Bunun sahibi Şemdinli’li Haci Xurşit’dir” deyince, yürüyen merdivenle ikinci kata çıktık. Bu katta giyim eşyaları vardı.
Bir müddet sonra Haci  Xurşit’ in bürosuna girdik. Sait hoca ile tanışırlardı, ama beni tanımazdı. Selamlaşarak oturduk. Adam bize kahve ikram etti. Kahvelerimizi yudumlarken, Hacı Xurşit, Sait Hocaya bakıp gülümsedi: “Biliyormusun, dün Osman Öcalan buraya geldi, altında Monika arabası, yanında küçük hanımı vardı,  alışveriş yaptı, arabasının bagajını doldurdu, gitmeden önce biz yirmiye yakın Şemdinli’li burada oturuyorduk, içeri girdi: ‘Merhaba Şemdinli’ler, ben Türkiye’ye geri dönüp teslim olmak istiyorum, ama PKK bırakmıyor siz ne düşünüyorsunuz?’ Dedi.” Sait Hoca hemen atıldı:  “Peki siz ne dediniz?” diye sorunca, Haci Xurşit bir kahkaha attı. “Biz hep bir ağızdan git dedik”. Tekrar kahkahayı bastı..

Mam Celal ile Kek Mesud Öcalan’ların Mültecisi olsaydı!

New City’ den ayrılıp arabaya binince, Sait Hocaya dedim ki; Güney Kürt yöneticileri devletleşmek için çok önemli bazı tarihi adımlar attılar. Bu adımlardan biri, YNK ile KDP arasındaki çatışmaları sona erdirmek, ikincisi, Saddam’ın eski yandaşları ile olan düşmanlıklara son vermek, üçüncüsü, PKK ile olan savaşı durdurmaktır.

Düşünün KDP ile PKK arasındaki çatışmalarda yaklaşık olarak 5 bin Gerilla ve Peşmerge yaşamını yitirdi. Bütün bu çatışmaların talimatını veren birinci kişi, Abdullah Öcalan, ikinci kişi ise Osman Öcalan’dı. Bu gün Osman Öcalan Koye’den Monika adlı aracıyla Güney Kürdistan’ın başkenti Hevler deki New City’ e gidip orada alışveriş yapabiliyor ve hiçbir tehlike ile karşılaşmıyor.

Yine düşününüz Abdullah Öcalan ile Osman Öcalan Kuzey Kürdistan’ı kurtarsalardı, Kek Mesut  ile Mam Celal  Cizre’de mülteci olsalardı ve ikisi Kuzey Kürdistan’ın başkenti Diyarbakır’ a gidip alışveriş yapabilirler miydi? Bu sözlerim karşısında Sait Hoca güldü. Ben yorumlarıma devam ettim: Eğer Abdullah ile Osman Kürdistan’ın egemenleri, Mam Celal ile Kek Mesud onların mültecileri olsalardı, Mam Celal’ın eskiden sevdiği Mao Zedung’un taktikleri ile her birisi bir sedyenin üzerine bağlanır, dörder kişide bu sedyeleri taşır, tek tek köye götürülüp teşhir edilir, sonra  sıra halinde dizdirilen köylülerin önünden geçirilirlerken, öderliğin talimatıyla(!) köylüler sedye ile taşınanların yüzüne tükürürdü.

Osman’ın yaşadığı durum ile Mam Celal ve Kek Mesud’un yaşamadığı durum güneydeki örgütlerle Öcalan örgütünün zihniyet farklılığını bize göstermeye yetiyor..

Ya Şemdinli’lere ne demeli?

Osman Öcalan yıllarca Güney Kürdistandaki mağaralarda güvenlik ve varlık içinde yaşadı. Düşmanların tavuklarına bile kış demedi. İran devletinin PKK içindeki istihbarat şefi olarak binlerce Kürdün ve Şemdinli’ li gencin yok edilmesinde rolü oldu.
Şimdi aracına biniyor, Şemdinli’lerin cemaatine gidiyor.
“Ey Şemdinliler ben gidip Türkiye’ye teslim olmak istiyorum siz ne diyorsunuz?” Diyor..
Şemdinli’lerde hiçbir şey olmamış gibi “Hi hi hi” diye gülüyor ve “git” diyor.

Osman Öcalan çocuklarını vaftiz ettirdi, kendisi de Hiristiyan oldu!

Osman’ı onun en yakın arkadaşından sordum.
Bir gece ona misafir oldum, Osman Öcalan ne yapıyor dedim.
Boş ver der gibi elini salladı, ardından“İki çocuğunu götürüp kilisede vaftiz ettirmiş,”dedi.

Niye dediğimde;  “Vallahi herhalde kilise biraz para veriyor o yüzden, Hiristiyan yapmış çocukları” dedi gülerek. Osman Öcalan’ n eski arkadaşı, kesinlikle şaka yapmıyordu. Nitekim bir gün sonra Osman Öcalan ile birlikte Kandil’i terk edenlerin yanına misafir olarak gittik, onlara dedim ki; bakın  arkadaşınız, Osman’ın çocuklarını kiliseye götürüp vaftiz ettirdiğini söylüyor, bu haber doğru ise, ben yazacağım dedim. Üç kişi bir ağızdan: “Sadece çocuklar olsaydı yine neyse, kendisi de gidip Hiristiyan olmuş” dediler. Yani nedeni ne? Din mi değiştirdi? Dedim.  Onu iyi tanıyan eski bir arkadaşı:“Osman, din değiştirip Hiristiyan olursa, Amerikalıların onunla daha kolay ilişki kurabileceğini düşünüyor.” cevabını verdi.

aileSuriye’de iken Abdullah, Ali, Kesire, Fatma, Osman, Hasan Hüseyin olmuştu

Bu lafları duyunca ve bu sözlere inanınca  bu ailenin karakteri üzerinde düşünmeye başladım.
1980 yıllarında Suriye’ye giden Abdullah, Osman ve Kesire Öcalan, Suriye yönetiminin ve Esat ailesinin alevi olduğunu kavrayınca, hemen adlarını değiştirmişler. Abdullah Öcalan kendi ismini bırakarak  Hz.Ali’nin adını aldı. Kesire Öcalan’ ın ismi, Hz. Muhammed’ in kızı ve Ali’nin eşi olan Fatma ile değiştirildi. Hz. Ali’nin iki oğlu Hasan ile Hüseyin’in  adları  Osman Öcalan’ın kod adı oldu.

Şimdi Kesire kayıp, Abdullah Kemalist, Osman Hiristiyan oldu!

Bu kişiler, aradan yıllar geçti, biri Türkiye’ye geri döndü, binlerce Kürt gencini kemalisttirler veya kemalist kişilik sahibidirler veya Kemalizm den etkilenmişlerdir gerekçesiyle kurşuna dizdirip öldürmesine rağmen, din değiştirip kendisi kemalist oldu. Kesire, su oldu ateşe döküldü. Diğeri Güney Kürdistan’daki Amerika etkisini fark ederek çocuklarıyla birlikte Hiristiyan oldu.

Sakın olaki okuyucularım burada anlatımlarımdan aleviliği, hrıstiyanlığı veya kemalizmi alçalttığımı düşünmesinler.“Hiçbir şey olmayanların” gittikleri yerledeki Tanrıların kabına göre şekil alarak kendilerini nasıl sattıklarını  görsünler ve bir bölüm Kürdün bu“hiçbir şey”olmayanları nasıl “her şey”yaparak kendilerini“hiç bir şey”taptıklarını artık anlasınlar, hiç gecikmeksizin kendi kaderlerini ellerine alsınlar!

Ankawa mahallesinde bir büro.

13.12. 2009 Gününün akşamı Sait Hoca ile birlikte Hevler’in Ankawa mahellesinde; Cizreli bir iş adamının bürosuna gittik. Bu büronun alt katında bir oturma odası, arka tarafında bir mutfak, mutfağın bitişiğinde banyo tuvalet, onların karşısında iki tane daha oda vardı.

Üst katında da yatak odaları bulunurdu. İçeri girdiğimizde üç kişi oturuyordu.Biri büronun sahibi, kırk yaşlarında yakışıklı bir adam, onu tanırdım, çünkü bir müddet burada misafir olarak kalmıştım.
İkinci kişi, yirmi iki ile yirmi beş yaşlarında bir gençti.
Üçüncüsü, altmış yaşlarında ama henüz dinç olmasına rağmen,
yüz çizgileri hayli derin, gün görmüş acı çekmiş birine benziyordu.

Mala Şevki ile tanışyorum

Sait Hoca “Moola Şevki”diyerek benimle tanıştırınca, bu adı duymuştum.
El sıkarak hal hatır sorduk.
Genç olanı, elindeki komandayla televizyonu kapattı.
Havadan sudan başlayan sohbetimiz, giderek derinleşti.
Molla Şevki başından geçenleri anlattıkça, dikkatle dinlemeye başladım.
Bir noktadan sonra, bütün bunlar çok ilginç, neden yazmıyorsunuz dediğimde:
“Kimse inanmaz ki; onun için yazmıyorum”dedi.
O’ da İbrahim Gabari gibi korkunç olayları yaşamıştı.
Ben size sadece ikisini anlatacağım:

adimBeni Kurşuna dizmeye götürüyorlar!

1979 tarihinde Lübnan iç harbinde oradaydı.
Bombalar art arda patılıyor, uzun namlulu silahlar binaları tarıyordu.
Ortalık cehennem gibiydi.
Binalar alev alev yanıyor, insanlar güpegündüz duvarların dibine dizilip kurşunlanıyordu.
Molla Şevki, Havetme’nin adamlarıyla birlikte yeşil hatı geçerken, Flanjistlerin eline geçiyordu.
Yani düşman güçler olarak arkadaşlarıyla birlikte yaklanıyordu.
Hemen ellerini orada arkadan, gözleride çevreyi görmesinler diye bağlanıyordu..
Yanında benim tanıdığım bir hemşehrim de bulunuyordu.

Onları merdivenden indirerek bir binanın bodrum katına götürdüler.
Burada kısa bir sorgudan geçirildiler.
Ve hemen olağanüstü bir mahkemenin karşısına çıkarıldılar.
Ellerinin ve gözlerinin bağları çözüldü..
Dört kişiden müteşşekil askeri mahkeme, oybirliği ile kurşuna dizilmek suretiyle idam kararlarını verdi.

Mahkemeden sonra bodrum katına geri götürüldüler.
Akşam üzeri cezalarının infazı için bir ekip geldi, ellerini tekrar arkadan bağladı . Kurşuna dizilmek için götürüldüğünü artık  biliyordu.
Bildiği dualardan birini okumaya başladı ki; onları kurşuna dizmeye gelen grubun başındaki yetkilinin telsizinden bir anons sesi geldi.

Adam grubu durdurdu, telsiziyle bodrumdan çıktı.
Bir müddet sonra geri döndü.
Gruba emir verdi:“Serbest bırakın bunları, bir yanlışlık olmuş”dedi.
“İşte bu anı” dedi Molla Şevki,“bu anı yaşamak çok az insana nasip olur.
Kesin olarak öleceğinize inandığınız anda, ölmeyeceğinizin müjdesini almak bambaşka bir duygudur!”

Bir saniye önce hiçtik, her şey olduk!

 Devam etti konuşmasına:28
“Buna benzer başka bir olay 5 eylül 1983 tarihinde Diyarbakır cezaevinde başıma geldi.
O tarihte orada kelimenin gerçek anlamıyla köle idik.
Sabah saat dokuzda, biz altmış kişiyi koğuşta ikişer sıra halinde dizmişlerdi.
Askeri yürüyüşle havalandırmaya çıkarmışlardı.
Hepimiz belden yukarı çıplaktık, üzerimizde birer pantolon vardı.
Zabaniler ellerindeki lastik coplarla çıplak bedenlerimize vuruyordu
Ve havalandırmada askeri marşlar eşliğinde bizi yürütüyorlardı.
Yat emriyle yatıyor, sürün emriyle sürünüyorduk.
Her gün gururumuz  ayaklar altına alınıyordu.
Bu zulüm tam olarak üç yıldır sürüyordu.
Herkes ölmek için Allaha yalvarıyordu, ama kimse ölmüyordu.
Çaresizdik, bütün umutlarımız yıkılmıştı.
İşte tam bu anda, kulaklarımıza bir ses geliyordu.
Ağzımız, bizi köle edenlerin marşını söylüyordu.
Bu ses “Kahrolsun sömürgecilik” diyordu.
Ve bu sese ses olduk.
Kahrolsun sömürgecilik diye bağırdık.

Cezaevinde kalan yaklaşık olarak üç bin kişi aynı anda aynı sloganı haykırdı.
Kurtulmuştuk!
Bir saniye önce “hiçbir şeyken,” “her şey” olmuştuk.
Köleyken aniden özgürlüğe kavuşmuştuk.
Bu anı yaşamak idamdan kurtulmaktan bin kez daha heyecanlıydı.”

Nimet’in derdi bir başka!

Anlatmak istediğim İkinci adamın adı Nimet’ti.
Botan’lıydı, Güney Kürdistan’da çalışıyordu.
Onunla Cizre’lilerin Cemaatinde tanıştım.
Yaklaşık olarak on kişi vardık, geçmişte olan bitenleri anlatıyordu herkes sırayla.

Nimet’i Dinlerken Ninemi hatırlıyorum.

Anlatılanlara kulak kesilince, Ninemi hatırladım.
Küçükken Ninem Çabakçur’da  Rus harbi döneminde,
Ermeni katliamları zamanında olanları anlatır ve biz ağzı açık hayretle dinlerdik.
Nimet, başından geçenleri anlatırken ninemin yüz hatlarını onun yüz hatlarında görüyordum.

“1996 da koyun tüccarıydım, biz 25 tüccar, yaklaşık olarak on bin koyun satın almış, Antep’e götürmeyi düşünüyoruz.
Karayolundan tırlarla koyunları sevk edebilmemiz için izin almamız lazımdı.
Şırnak 23. Tümen komutanı Tüm General koyunları sevk etmemize müsaade etmiyordu.”

Yalvarıyoruz, yakarıyoruz nafile!

suru“Makbuz karşılığında koyun başı Türk Silahlı Kuvvetlerine bağışta bulunmayı teklif ettik kabul etmiyor.
Bize, ‘alın koyunlarınızı  yaya olarak kel Mehmet dağlarından götürün’ diyor.
O da, bizde kel Mehmet dağında o zamanlar en az ikibin PKK linin barındığını biliyordu/k.
Başka bir çare bulamadığımız için çobanlarla koyunları yaya olarak kel Mehmet dağına doğru yola çıkardık.
Bir gün sonra bizde arabalarla karayolundan gittik.
Yolda kontrol noktalarında polis bizi gözaltına aldı, dayak hakkaret, küfürün bini bir paraydı.
Polisler de koyunlarımızın kel Memet dağından götürüleceğini ve orada PKK ye vergi vereceğimizi biliyorlardı.
Her noktada göz altına alınıp bırakıldığımız için, çobanlar ve koyunlar bizden  bir iki saat önce dağa ulaşmışlardı.”

Ateşte kızaran koyunlarımı görünce içim yandı.

Ben  ulaştığımda soğuk suyun aktığı bir derede koyunlarımız kesilmiş, derileri yüzülmüş, ağaçtan yaş şişlere takılmış en az 12 ayrı yerde ateşler  yakılmış ve etler pişiriliyordu.”

Nimet ateşte kızaran koyunlarından söz ederken yüzünün acısını burada anlatmakta zorlanıyorum.
Bu acıya veya görüntüye yabancı değilim.
Evi yanan ve çaresizce yangını izleyen adamın yüzü gibi.
Kan kaybından evladının ölümünü seyreden  bir annenin acılı çaresiz yüzü gibi!
Murat suyu kabarınca sürükleyip getirdiği Ermeni cesetlerini gören ve yıllar sonra bize anlatan ninemin yüzü gibi!
Peki sen eti yemedin mi Nimet? diye soruyorum.

“Hayır” diyor, “Onlar ekmeksiz 12 koyunu orada gözlerimizin önünde yediler.
Ondan sonra bizden yüzde 10 vergi alacaklarını açıkladılar.
10 Bin koyunun yüzde onu kaç koyun eder bilir misiniz?
Çaresiz kabul ettik.
Yanımıza bir milislerini verdiler, bu kişi bizimle gelecek ve bizden aldıkları koyunları satıp paraları götürüp onlara verecekti. Geçenlerde duydum ki, o tarihlerde  Şırnak alay komutanı olan kişi, şimdi Ergenekon olayına adı karışmış.

Acaba Türk Silahlı Kuvvetleri için makbuz karşılığında teklif ettiğimiz yardımı neden kabul etmedi?
Neden bizi kel Mehmet dağından göndermeye mecbur etti?
Ve bizim yüz koyun başına on koyun verdiğimizi bildiği halde neden bir şey demedi.
Bütün bu bilinmezlerle  birlikte o kızaran koyunlar gözlerimin önüne gelince, hala içim yanıyor.

MESLEK OKULLARI

Hiç kuşkusuz yeni kurulan bir ülke için en önemli şey, okullar ve eğitim sistemidir. Güney Kürdistan’da şu anda meslek okullarına çok ihtiyaç vardır kanısın dayım. Ama bu meslek okulları, Türkiye’deki meslek okulları gibi olmamalıdır. Ben gençken Bingöl de bir adet sanat okul vardı.
Oradan mezun olan öğrenciler, gerçekten bir sanat sahibi olmazlardı.

Yani okulun marangozluk bölümünden mezun olanlar, doğru dürüst duvara bir çivi dahi çakamazlardı. Elektrik bölümünü bitirenler, gerçek yaşamda elektrikçi olarak bir yerde iş yapamazlardı. Ama mezun oldukları okulun adı sanat okuluydu. Bu okullarda, lise ve imam hatip okulları gibi boş adam yetiştirir di.

KOMŞUM ROBERT GİBİ

Çok sonraki yıllarda Almanya’ya geldim, komşum Robert ile tanıştım.
Onun sayesinde Almanya’daki meslek okullarının kalitesini öğrendim.
Robert ikinci dünya savaşından sonra bir kampta yaşıyormuş.
Onu buradan alıp  bir meslek okuluna yollamışlar.
Ve Robert diyorki: “Bu okullarda gerçekten bizi eğittiler, hem eğittiler hem çalıştırdılar. Duvarcılığı öğrettiler bize, taş, demir, plastik. cam, teneke kesmeyi öğrettiler. Meyvelerin suyunu çıkarmayı, bu suların bozulmadan kalmasını sağlamayı, gülün kokusunu tutmayı, basit yöntemlerle ambalaj yapmayı  öğrettiler.
Maragozluğun ince ayrıntılarını, çimento ve kumdan taş yapmayı, taştan yol yapmayı, çivi çakmayı, yapı işinde kullanılabilecek bütün aletleri kullanmayı  öğrettiler bize.
Ve Almanya genelinde benim gibi binlerce kişi yetişti.
Hükümetimiz başka ülkelerden kalifiye olmayan işçiler getirtti
Biz bu işçilerle elele vererek Almanya’yı yeni baştan kurduk.”

Şu anada komşum Robert’in her parmağında bir hüneri var.
Ve yapma konusunun ustasıdır.
İşte yeni Kürdistan, öyle okullar kurulmalı ki; Robert türü insanlar yetiştirsin.
Dışarıdan gelen bir firmanın parasını ödediniz mi, yollarınızı güzel yapabilirler.
Dışardan kaldırım taşları getirerek yol kenarlarına düzgünce yerleştirebilirler.
Yine yabancı firmalar elektrik direklerinizi düzgünce dikebilir, elektrik şebekenizi çalışır hale sokabilir.
Ama birkaç yıl içinde dizilen taş yerinden çıkar, elektrik şebekeniz bozulur.
Taşı üretecek ve dizecek elemanlarınız,tahtaya şekil verecek, suyu ambalajlayacak, elmanınız, suyunu bozulmayacak hale getirecek ustalarınız yoksa, işiniz yaştır. Kürdistanda bu işleri başaracak meslek okulları gereklidir. Ve gerekirse öğretmenleri belli bir müddet batıdan dahi temin edilmelidir. Bu alana yatırılan para, ülkenin geleceğine yatırılmış para olarak görülmelidir.

RENAS CANO

Erbil’de gördüğüm ilk okul, Erbil üniversitesiydi.
Sait Hoca bana“Renas Cano, bu gün tezini okuyacak, bizi davet etmiş, gidip izleyelim”dedi.
Renas Cano ile daha önce tanışmıştım.
Bir ara Öğrenciler Birliği Başkanlığı yapmış, gerçekten yetenekli ve yakışıklı bir gençti.

Üniversitenin kocaman salonuna gittiğimizde, altmışa yakın izleyici salonda bulunuyordu.
Bizde öğrenciler gibi sıralara oturunca, karşımızda Profesör cübbesi giymiş dört kişi oturuyordu
Ve onların sağında ki bir kürsüde üzerinde yakası yeşil, siyah renkli bir cübbe bulunan Renas Cano ayakta duruyordu.
Yaklaşık iki saat boyunca Renas Cano tezini anlattı, profesörler dinleyerek not aldılar.
Alkışlarla kürsüden inen Renas gerçekten mutluydu..

albalALBAAL LOKANTASI

Bir hafta sonra ben ile sait Hoca Lübnanlılara ait bir resturanta bitişik kahvede oturuyorduk.
Burası da özenle inşaa edilmiş bir yerdi. Sait Hoca kahvesini yudumlarken, ben dışarı çıktım.
Resturantın bahçesinde camdan bir havuz vardı, havuzda balıklar yüzüyordu.

İsteyen müşteri havuzun başına gelir, yemek istediği balığı seçer, garson müşterinin işaret ettiği balığı yakalar, götürür aşçıya teslim ederdi.
Mutfakta kesilip temizlenen ve soslanan balık, yine dışarı bahçeye getirilir.
Burada özel olarak balık pişirmek için yapılmış tezgahta kızartılırdı.
En azından benim için çok ilginç olduğundan hem resturantın, hem balıklı havuzun, hem de balık pişirilen yerin resimlerini çektim.

DİCLE ÜNİVERSİTESİ

Tekrar Sait Hoca’nın yanına dönmeden, karşıdaki yüksekçe binaya takıldı gözüm. Kafama koydum, oraya gidecektim, Sait Hocanın yanına vardım.
İsteğimi bildirdim,”akşam oluyor, neresi ki orası” dedi, dışarı çıkıp binaya doğru yürüdük.
Giriş kapısının üzerinde kocaman harflerle “Dicle üniversitesi” yazıyordu.
Hemen merdivenleri tırmanarak içeri girdik. Oradan alt kata indik.
Burası üniversitenin kafeteryasıydı. Bütün masaları kırmızı, sandeliyeleri beyazdı.
Gruplar halinde oturan öğrenciler, çay içerek kendi aralarında sohbet ediyorlardı.

KIZ ÖĞRENCİ İLE SOHBET

İkinci kata çıktık, koridordan ilerliyoruz, başı örtülü genç bir kızla karşılaştık.
Sait Hoca özür dileyerek kızı durdurdu.
Sorularını art arda sordu.
Sait Hocanın sorduğu soruları ve kız öğrencinin verdiği yanıtları bende not aldım
Olduğu gibi buraya aktardım:
Sait Hoca:“Siz burada öğrenci misiniz?”
Kız öğrenci: “Ben gündüz bir ilkokulda matematik öğretmeniyim, geceleri burada öğrenciyim”
“Burası yeni mi açılmış?”
“Evet burası özel bir üniversite, parası olanlar burada okuyabilirler?
Yılda ne kadar ödüyor bir öğrenci?
“Dicle üniversitesi yıllık olarak öğrenci başına 2500 Dolar istiyor.”
Üniversitedeki öğretim üyeleri Kürt mü, Arap mı?
Yarısı Kürt, yarısı Arap.
Üniversitenin kaç fakültesi var?
Şu anda Siyasal Bilimler ve Ticari Bilimler bölümlerinde dersler veriliyor.
Diğer bölümlerde daha yeni kayıt işlemleri başladı.
Peki buraya daha çok zengin çocukları mı geliyor?
Hayır, zengin olması şart değil!
Özel ünversiteler daha mı kaliteli, mesala Erbil üniversitesi veya Selahattin üniversitesi buradan daha mı geri?
Hayır, tam tersi, burada özel üniversitelerin kalitesi daha düşük.

BOŞ SINIFIN FOTOĞRAFINI ÇEKİYORUZ

Kız öğrenci ile burada sohbetimzi kesip asansörle üçüncü kata gidiyoruz, koridorda ilerliyoruz.
Bir sınıfın kapısını rastgele açıyoruz.
Bomboş sınıfta oturup fotoğraflar çekiyoruz.
Dördüncü katta bir camiye rastlıyoruz.
Ve aşağı inip dışarı çıkıyoruz.
Yolun karşı tarafında bu topraklara yabancı bir sitilde inşaa edilmiş binanın saat kulesi Londradaki saat kulesini andırıyor.
Bahçedeki öğrenciye bu binayı soruyoruz.“İngiliz üniversitesi orası” diyor.
Hemen o tarafa doğru gidiyoruz, hava kararmış, ışıklar yanıyor, ama kapılar kapalı.
İçeri giremiyoruz, dışardan binayı seyretmekle yetiniyoruz..

qandilQandil’ in Sırrı

Güney Kürdistan’a, hatta Süleymaniye’ye, onunda ötesine Qandil’e çok yakın gitmişken, eski arkaşlarımı görme den dönermi yim? Gördüm, sohbet edip konuştum. En çok merak ettiğim konulardan biri, Komutan Nasır’ın (Faruk Bozkurt) öldürülmesiydi. Eski arkadaşlarıma bu konuyu açtığımda. Qandil’de olup biten çoğu şeyi detaylarına kadar bilen Bilginin efendisi, biraz düşündü:

“Senin yazdığın ‘Sırlar çözülürken’i, okuyup bitirdiğim anda, komutan Nasır’ın neden öldürüldüğünü anlamış oldum. Beynimdeki bütün soruların yanıtları bulunmuş oldu.” Eski arkadaşım bu cümleleri kullanırken biz toplam dört kişiydik ve benim dışımdaki üç kişi, o coğrafyada“sır”olarak tarif edilebilecek olayların iç yüzünü ayrıntılarıyla biliyorlardı. Zaten sustuklarından o olaylar bizim için“sır”olmuştu.

Bilgilerin Efendisi, Nasır’ı anlatıyor!

Merak ettim,  Sırlar çözülürken adını taşıyan kitabımın Komutan Nasır’ın öldürülmesi ile ne gibi bir ilintisi olabilir? diye sorduğumda; bilgilerin efendisi arkadaşım, tekrar düşünmeye başladı. Şu cümleler döküldü dudaklarından:“Nasır, Abdullah Öcalan Türkiye’ ye döndükten sonra bazı eleştirilerini açık olarak yapmaya başladı. Onun bu eleştirilerinin, oluşturulan sistemde kabul görmesi imkansızdı, zira sistemin kendisi her türlü eleştiriye kapalıydı. Bu özelliği gereği sistemin bekçileri, önce Nasır’ı görevsizlendirdiler. Ardından anti propagandasını yapıp yalnızlaştırdılar.”

Komutan Nasır Tutuklanıyor.

Bu aşamadan sonra tutukladılar. Ve durumu başkanlık konseyinde tartışılmaya başlandı. Konsey üyelerinin çoğunluğu Nasır’ın öldürülmesine karşıydı. Ama üç kişi ısrarla bunu istiyorlardı. Bu kişiler Duran Kalkan, Cemil Bayık ve Murat Karayılandı. Üçününde tek bir gerekçesi vardı.‘Nasır buradan, sağ kurtulup kaçarsa, dünyanın taşları yerinden oynar, onun PKK ye vereceği zarar, Şemdin Sakık dahil, bu güne kadar kise vermemiş olur’. Bu üçlünün gizemli sözlerinin anlamı, diğer Konsey üyeleri için anlamsızdır.

Onlar yinede Nasır’ ın öldürülmemesi yönünde düşüncelerinde ısrarlıdırlar. Ama konu üzerinde düşünüyorlar, çoğuna göre Şemdin Sakık Türk devletine öylesine bilgiler vermişti ki; devlet bu bilgilere dayanarak Öcalan’ı Suriye’den çıkardı, bir  müddet sonra tutuklandı. Öcalan ile Kürdistan davasını özdeşleştirenler için, Şemdin Sakık’ın yaptığı ihanetten daha büyük başka bir ihanet bu yer yüzünde olamazdı.

soruDağda dört kişinin bildiği bir sır!

Peki bu Nasır ne biliyordu da burdan kaçar açıklarsa, Dünya’nın taşları yerinden oynardı? Konseydeki üç kişi dışında kimse bu sorunun yanıtını bilmiyordu. Bilenler de bilmeyenlere açıklayamıyordu. Böylece Nasır Konsey kararı ile idam edilmekten kurtuluyordu.
Ama esrarengiz üçlü ekip, onun da bir çaresini  buldu; Nasır’ı kaçabilir gerekçesi ile Özel kuvvetler olarak bilinen güçlerin konumlandığı yerin karargahına nakl ettiler, orada tutuklu olarak beklettiler.

Nasır Komplo ile öldürüldü.

Bir gece Nasır’ın tutuklu olduğu mağaranın nöbetçilerine bir bilgi verilir, alınan istihbarata göre o gece YNK veya KDP liler gelip Nasır’ı kaçıracaklar. Silah patlatılması durumunda, hiç beklemeksizin Nasır’ın infazı  yapılsın denilir. Bu talimatı alan nöbetçiler zaten tetiktedirler. Gece yarısı bir iki silah patlar. Nöpetçi, parmağı tetikte komutan Nasır’ın tutuklu olduğu mağaraya girer, işittiği silah seslerinden dolayı  Türk devletinin operasyon yaptığını zan eden Nasır, ayağa kalkmış ,suratı kıpkırmızı ve heyecanlı nöbetçiye bakarak: ‘Arkadaş sana bir şey oldumu?’ diye sorar, aldığı yanıt, ağzından burnundan kan akar, gözlerinin önünden şimşekler çakar, dizleri titrer ve ağız üzeri yere kapanarak can vermek olur.

Arkadaşının yardımına giderken arkadaşı vurdu!

Böyle olur Kürdistan dağlarında en tehlikeli cephelerde savaşan bir komutanın acı sonu!
Gardiyan arkadaşını düşman yaraladı sanarak , ona yardımcı olmaya gelirken“gardiyan arkadaşının”kalleş kurşunlarının hedefi oldu.

Dayanmadım sordum.

Henüz anlayamadım, anlattığınız bu olayın son kitab’ım“Sırlar çözülürken” ile ne gibi bir  ilişikisi var ki?

scbuuSırlar çözülürken kitabının kahramanı Harun ile Nasır’ın ilişkisi.

Arkadaşım çok sakin ve rahatlatıcı bir ses tonuyla: “Var, sabırlı olun anlatacağım. Senin Kitabının kahramanlarından birinin adı Harun’dur. Harun Avrupa’da iken Nasır’da orada sorumluydu. İkisi hep birlikeydi. Harun’un bildiği her şeyi Nasır’da biliyordu. Ve Harun’un ölümü tam olarak anlattığınız gibiydi. O ve arkadaşları direktmen Türk devleti tarafından öldürülmemişti. Nasır gibi bazı sırları bildiği için ortadan kaldırılmıştı. Sen kitabında Harun’un Ergenekon tarafından Avrupa’da örgütün içine sızdırıldığını, Olof Palme’yi ortadan kaldırmak isteyen güçler, Öcalan üzeri devreye girerek Harun’u tetikçi olarak kullandıklarını yazmıştın. Büyük bir ihtimalle Nasır da olay anında onunlaydı. Senin kitabı okuyup bitirince, yaşadığım, duyduğum, hissetiğim bütün olayları yan yana getirdim, vardığın sonucu doğru buldum. İşte konseydeki üçlü bu gerçeği biliyordu ve bundan dolayı Nasır’ın mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Konseyin diğer üyeleri bu konuda bir bilgi sahibi olmadıkları için üç üyeyi bir türlü anlayamıyorlardı.”

Avrupa’ da tanık olduklarım bilinmezliklerle doluydu.

Hiç kuşkusuz bilgilerin efendisi bu eski arkadaşımın anlattığı kayda değerdi. O ara, O da benim gibi bilgilerin efendisini dinleyen başka bir arkadaş bu konuda kendisininde bildiklerinin olduğunu söyleyince, hepimiz kulak kesildik. “Harun ile Nasır Avrupa’da iken ben de orada görevliydim. Yıl 1986 nın ilk baharıydı. Bir gün Köln kentinde arkadaşın sözünü ettiği başkanlık konseyinde yer alan o üç kişiden biri, beni çağırdı. Gittim, bir evde buluştuk. Nasır da oradaydı. Sorumlu olan, Nasır’ı bana teslim etti, ‘Bunu gizliden Almanya sınırını yaya olarak geçirip Fransa’ya götüreceksin. Yakalanma ihtimali milyonda bir dahi olmayacak. Öyle bir şey olursa hepimizi yok bil, ona göre’ dedi. Ben işin, yani bu arkadaşın çok önemli olduğunu kavradım ve gerçekten hiçbir şeyi ihtimallere bırakmayarak onu Fransa’ya götürdüm.

Geri döndüğümde çok rahattım. Ama aradan birkaç gün geçmemişti, bana emirler veren konumda olan karanlıklar prensi, tekrar çağırdı. Gittim küplere binmişti, ağzına gelen her türlü aşağılık sözleri Nasır için kullanıyordu. Nedenini de, ‘Biz kesinlikle kaldığı evden dışarı çıkmasın demiştik, O  bizi dinlemeden dışarı çıkmış’ diye açıklıyordu.
Neyse biraz sakinleşince, bana yeni görevimi açıkladı,‘Gidip geri getireceksin, çok ama çok dikkat edeceksin, sağ selim buraya ulaştıracaksın,’
dedi.  Gittim aldım, geldim ve Nasır alelacele bilinen sağlam yollardan Bekaa’ya yollandı. Gidiş o gidiş, bir daha da Avrupa’ya gelemedi.

Nasır öldürülmeden önce sırrı bana açıkladı, ama ben olayları birbirine bağlayamadım

Ben anlatılanlar üzerinde düşünürken, arkadaşım geçmişten yani Avrupa’dan Qandil’e döndü
Ve anlatımlarını sürdürdü: “Nasır Qandil’deki mağarasında tutukluydu. Bir gece yönetimin bilgisi dahilinde kendisiyle görüşmeye gittim. O benim bu sistemi hazmetmediğimi biliyordu. Ama öylesine bir dünyadaydık ki kimse kimseye tam olarak güvenemiyordu. Buna rağmen sohbetimiz esnasında Almanya ve Fransa yol hattında yaşadıklarımızı hatırlattı. Neden saklandığını anlatmadı ama Olof Palme’nin Harun tarafından vurulduğunu açıkça söyledi.
Harun  öldürüldükten uzun bir süre sonra, senin kitabını okuyup bitirince, otuz yıl boyunca yaşadıklarım üzerinde düşündüm, senin anlattığın olaylarla karşılaştırdım vardığınız sonuçlar doğrudur kanısındayım,”
dedi.

Biz üçümüz konuşurken dördüncü arkadaş bizi dinlemekle yetindi. Anlıyordum ki daha önce bu konu üzerinde çokça tartışmış ve bana açıklamaya karar vermişlerdi. Bir çay içtikten sonra Onlar Qandil dağına doğru yola çıktılar, ben de Süleymaniye istikametine gittim.

Not: Komutan Nasır’ın fotosu http://www.sercavan.com/

PWD’ yi ziyaret ettim.

Güney Kürdistan’da yaklaşık olarak üç ay kadar kaldım.
Birkaç kez PWD lileri ziyaret ettim.
Dağdan inmiş çok sayıda kişi ile görüşme ve tartışma olanağı buldum.
Edindiğim bilgilere göre, binlerce kişi dağda silahını bırakarak Güney Kürdistan’a gelmişti.
Güney Kürdistan Hükümeti veya güneyli partilerin bunlara karşı politikaları hep merak konusu olmuştur.
Türk devleti veya Türk basını, dağdan inen PKK lilerin Barzani ordusuna katıldığını ve onun bünyesinde eğitim gördüğünü yazardı sık sık.
Keşke öyle olsaydı, ama yalan!

“Teslim olmuşlar!”

Çünkü Kürt hükümeti ve partileri özellikle bundan sakınmıştır.
Dağdan inenlere yardımcı olma yerine onları adeta itmiştir.
Hatta güneyli partililer silahını bırakıp dağdan inen kişileri “teslim olmuş” olarak değerlendiriyorlardı.
Benimle olan tartışmalarda bu terimi kullanan kişiler oldu.
Bu ne demektir, biliyor musunuz?
Dağdan inenleri resmen düşman olarak görmekle eş değerdir.
Biraz daha açıklarsam: “Bu kişiler dağa çıktılar, bize karşı savaştılar, bizden pek çok kişiyi öldürdüler, şimdi ise silahlarını bıraktılar ve bizim egemen olduğumuz alana geldiler, yani bize teslim oldular” diyorlar.

“Hiç kimse masum değildir”

Güneyli güçler bu değerlendirmelerinde haksız mıdırlar?
Hayır, tam olarak haksız sayılmazlar.
Ama güney Kürdistan’da Kürdü Kürde kırdırmak için kurulan tezgah iyi anlaşılırsa, işler değişir.
Çünkü “teslim olanlar”ı düşman olarak görenlerde kurulan tezgahın birer aktörü olmuşlardı.
1990 lardan sonra PKK ile  KDP’nin , YNK  ile KDP’nin bir biriyle çatışmalarının nedeni, Türkiye, İran, İrak ve Suriye çatışmaları istemiş olduğundan dolayıdır.
Bu çatışmalara giren, kardeş kanını döken hiçbir parti masum değildir.silah
Bir gün gelir, bunun muhasebesi yapılır.
Bu açıdan soruna bakıldığında dağdan ineni düşman gibi görmek yanlıştır.

Durumları kötü!

Gerçi güneyli siyasi partiler,  dağdan inenleri Türkiye, İran ve Suriye’ye teslim etmiyorlar.
Onları suçlu sayıp hapse de atmıyorlar.
Belkide insani açıdan yardımcı da oluyorlar.
Bunu inkar etmemek lazım, ama gelenlerin durumu kötü.
Daha doğrusu eskiden Saddam yanlısı olanların durumu, dağdan inen kuzey Kürtlerinin durumundan çok daha iyidir.

Silahın varsa, iyisin!

Henüz dağdakilerle birlikte çalışanların vaziyeti iyidir.
O coğrafyada silah kimin elindeyse Süleyman odur.
Silahı elinden bıraktın mı, düşmanların çoğalır.
“Gel lan buraya, gel hesap ver!”diyenler artar.
Üstelik silahın varsa, adamda öldürürsen, kimse sana katil gözüyle bakmaz:
Gözünün üzerinde kaşın var demez. Ama bırakmışsan silahı, kırk katırla kırk satır arasındasın!.
Bir de hala siyasetle uğraşma iddian varsa, grup kurma çaılışması içinde isen, kuşatma altındasın.
Bazı güçler yüzüne karşı dost gibi davranır.
Ama arkanda binbir oyun oynanır.

Kendi ülkende Siyasi tutsaksın!

Mesala gece yarısıdır, dost bildiğin sana bir haber yollar:
“Sakın olaki dışarı çıkmayın, istihbarat aldık, beş kişilik silahlı bir grup gelmiştir, size karşı eylem yapma ihtimalleri vardır.”
Tedirgin olursunuz, arkadaşlarınıza haber verirsiniz, silahı bırakmışsınız ama mecburen, hep birlikte silahlanırsınız, çocuklarla kadınları başka evlere yollarsınız, deşifre olmuş evlerin pencerelerinde pusuya yatarsınız.
Sabah olur, gelen giden yoktur, gece karanlığı basınca, tekrar nöbete yatarsınız..
Aradan günler geçer, dost bildikleriniz size haber uçurur,“gelenlere göz açtırmadık, geri gitmişlerdir!.”

Suriye ve İran taktikleri ülke yöneticilerinizin taktikleri olmuştur!

Bazen de siz tehlikeyi hissedersiniz, biz  mülteciyiz, devlet güçleri var burada, can güvenliğimizden onlar sorumludur der, yüksek makama gidersiniz, güvenlikten sorumlu bir numaralı kişi sizi dikkatle dinler ve şöyle bir cevap verir:“Büyük bir çadır bulun, gidin dağın yamacına kurun, orada yaşayın.” Bu tavır karşısında şaşırır evinize geri dönersiniz.
Siyasi çalışma yaptığınızı fark ederlerse veya internette demeçleriniz çıkarsa, hemen damlarlar yanınıza, nasihat çekerler: “siz burada misafirsiniz, sizin yüzünüzden bize çok baskı yapılıyor, tehlikeli bir ortam var, bir taraftan Türkiye diğer taraftan Amerika, biz size yardımcı oluyoruz sizin de akıllı davranmanız lazım” derler.
Ve sizi sustururlar.

Azad_Cindiyani_200Azad Cindiyani’ ye açıkça söyledim.

YNK bunları açıkça yapıyor, duyduğumda çok üzüldüm, kahr oldum.
Bu durumu tanıdığım pek çok çevreye anlattım.
YNK nin üst düzey bir yöneticisine,“böyle yapmak ayıptır”dedim.
Dinledi, tek bir kelime olsun yanıt vermedi.
Milli yönü ağır basan bir çok yetkiliye bu sorunu açtım.
Bazıları tepki gösterdi, bazıları,“ilgileniriz” dedi.
Bazıları: “bunun utanç verici bir durum” olduğunu söyledi.
Neticede olaydan haberdar olan her kes suskunluğa büründü.
O zaman anladım ki; bu yüksek yerlerde karar altına alınan bir politikaydı bu.

Türkiye düdüklü tencerenin havasını alıyor!

O politikayı şöyle izah etmem mümkündür:
Öcalan İmralı’ya dönünce, Türk Genel Kurmayı onu tam olarak denetim altına almıştı.
Kandil’deki Başkanlık konseyi de Öcalan’ın denetimine alınmıştı.
Türk Genel Kurmayı oluşturduğu bu sistem aracılığıyla önce “düdüklü tencerenin” havasını alacaktı.
Çünkü Kürdistan patlamaya hazır bir düdüklü tencere gibiydi, havası alınmadan kapağını açmak tehlikeliydi.
Bu hava alma süreci konusunda  ABD nin ve güney hükümetinin de onayı vardı.
Yani en azından bunlar haberdardı.

Denetim dışına çıkanlar bozguncu unsurlardı!

Durum böyle olunca, Öcalan ve Başkanlık Konseyinin denetimi dışına çıkanlar, onların dediklerine uymayanlar,“Bozuguncu“unsurlardı. Sadece Öcalan için değil, Türkiye, ABD ve güneyli güçler için de “bozguncu” idiler.
Güneyli bazı güçlerin Öcalan kontrolündeki silahlı Kürtleri, Öcalan sistemini terk etmiş silahsız Kürtlere tercih etmesi yukarıda ileri sürdüğüm tezin kanıtı gibidir.
Başka bir deyişle Öcalan sistemine dahil olan her Kürt, Türk Genel Kurmayının kontrolünü kabul etmiş demektir. Ama bu kontrolün dışına çıkanlar, bir tehlike yaratabilir, yeni ve devletin denetleyemediği siyasi bir çıkışa neden olabilirler.

Güney, Kuzey konusunda nötürleşmiş gibi!

Güney hükümetinin bunu yapmaması gerektiğini savunanlar olabilir.
Ama Güney hükümeti yalınız bu konuda değil, kuzeyli bütün örgütler konusunda nötürleşmiştir.
Hiçbir Kürt örgütünü siyasi olarak desteklemiyor.
Silahlı mücadele vermeyen Kürt örgütlerini bile meşru görmüyor.
Mesala Türkiye KDP si, ile Kürdistan Sosyalist Partisi orada illegal partilerdir.
Türkiye’ ye karşı silahlı mücadele vermemiş bu iki parti, Erbil de şube açamaz, açtıkları şubeye partilerinin isimlerinin yazılı olduğu bir tabelayı asamazlar.
Yani Türkiye Cumhuriyeti bu iki partiyi yasadışı saydığı için, Erbil de de yasadışıdırlar.

Güneylilerin tezini de yabana atmamak lazımdır

Güney hükümeti siyasi mücadele veren, Kürt sorununu siyasal metodlarla çözmek isteyen Kürt örgütlerini ve kişileri açık olarak destekleseydi, ama silahlı mücadele veren örgütleri desteklemeseydi belki daha iyi olacaktı ve bu konuda hem güney hem de kuzey için yeni durumlar orataya çıkabilirdi. Ama güneyli güçlerin tezleri de yabana atılamayacak kadar güçlüdür. “Kürtler burada çok önemli olanaklar ele geçirdiler. Bu olanaklar hemen çarçur edilmemelidir. Kürdistan’ın etrafı düşmanlarla çevrilidir. Önce kendini kurtaran parçanın ayakları üzerinde durması gerekiyor. Ordusunu eğitmesi, polis teşkilatını yaratması, istihbarat ağını inşaa etmesi, ekonomisini güçlendirmesi, ülkenin alt yapısını kurması ve güçlü bir devlet  olması lazım. Bunu başardıysa diğer parçaların kaderi konusunda rol sahibi olabilir.”

Dikkat!

Her şeye rağmen, Güney Kürdistan’ a sığınmış insanların mağdur olmaması için hükümetin ve siyasal partilerin yapması gereken çok şey vardır. İnsanlar o kadar mağdur edilmemelidir ve bunların Kürt davasına kazandırılması için çeşitli projeler geliştirilmelidir.

Güney Kürdistan ile ilgili yazdığım ve “Çöldeki Meşe” adını verdiğim yazı dizisini bu bölüm ile noktalamak istiyorum. Yazımı bitirmeden umduklarımı alt alta sıralamayı düşünüyorum:

Sayın Mesud Barzani’ye

“Kürtler ittifaksızdırlar” “Kürtler devlet olamazlar,” “Kürtler aşiret düzenini aşamazlar”  “Kürtler birbirlerini çekemezler” “Kürtlerden lider çıkmaz, çıksa da despot olur” “Kürtler ilkel koşullarda dağda yaşamaya mahkum olmuşlar, özgür olarak şehirlerde yaşayamazlar”  “Kürtler sanattan, edebiyattan, diplomasiden anlamazlar” “Kürtler devlet olurlarsa dünya onların eliyle yıkılır” sözlerini bir kağıdın üzerine siyah punktlarla yazıp, Kürdistan Devlet Başkanı Sayın Mesud Barzani’ ye havale ediyor ve onun bu sözleri okuyup gereklerini yerine getirdikten sonra, yırtarak tarihin çöp sepetine atmasını diliyorum.

Sayın Kerkuki’ye

Artık bu günden sonra kimse biz Kürtlere:“Sizin bir bayrağınız bile yok” diyemez.“Hani nerede bayrağınız?” diye soracak olanlara göğsümüzü gere gere:“İşte orada Kürdistan’ın başkenti Erbil’deki Kürt Parlemento  binasının mavi göğünde özgürce dalgalanıyor,” diyeceğiz. Bu bayrağın tek Kürt kalıncaya dek, orada dalgalanması için Sayın Kemal Kerkuki’ nin canla başla çalışacağına inanıyorum.

Kürdistan Generallerine,

Ağaçtan Maşa Kürtten Paşa Olmaz” sözünü bir kağıdın üzerine yazarak buradan sayın Aziz ve Osman  paşalara acilen havale ediyorum. Onlardan bu sözü  yırtmalarını, artık çöp sepetine atmalarını istiyorum.

Zembilforoş kültür merkezi kurulsun.

Bu umut ve temennilerimden sonra, çok önemli bir konu hakkında düşüncelerimi aktarmak istiyorum:
Zembilfroş’un mezarı hakkındadır önerilerim.

Düşünüyorum ve diyorum ki; lokanta, otel, apartman inşaa etme dışında, ülkemizin yöneticileri, Zembilfroş’un mezarının bulunduğu alanda,  Zembilfroş Kültür Merkezi inşaa etseler.

Bir Zembilfroş vakfı binası hazırlansa, burada en az üç Kürt aydını görev yapsa, Zembilfroş ile ilgili tüm bilgiler, türküler, söylenceler, öyküler toplansa, bunlar doğru düzgün bir tarzda yazılsa, değişik dillere çevrilse, bu çeviriler sesli olarak okunsa ve Zembilfroş’un mezarını ziyaret etmek isteyenlere dinleme olanağı sağlansa,  en önemlisi de mezarlığın hemen solundaki geniş ve boş alana binlerce kişinin oturabileceği eski Yunan Tiyaro Platformuna benzer  üstü gölgelikli bir yapı inşaa edilse, her yıl burada Zembilfroş festivali düzenlense, dört parçadan ve Avrupadan bütün Kürt sanatçılar, şairler ve edebiyatçılar davet edilse, bu antik tiyatroya benzer yerde bir ay boyunca konserler, tiyatro geceleri organize edilebilse, en iyi şairlere, edebiyatçılara ve ses sanatçılarına Zembilfroş ödülleri verilse ne müthiş olur biliyor musunuz?

Zembilfroş öyküsü çok enteresandır, Yahudiler dışında başka hiçbir ulus böyle bir efsaneye sahip değildir.
Bizdendir Zembilfıroş, ama tanımıyoruz onu!
Onu birliğimizin harcı haline getiremiyoruz!
Onu bizi ayakta tutacak kökümüz yapamıyoruz.!
Bu konuyu  geçmişimize geleceğimize ve maneviyatımıza önem verenlere arz ediyorum.

cicelTeşekkürler

Artık noktalayacağım:
Bu gezim sırasında bana yardımcı olan, bütün sabrıyla bana katlanan, eleştirilerime kulak veren, kızgınlıklarımı bile hoş gören Sait Hoca’ya,  bizleri en iyi bir şekilde her zaman karşılayan, Kürt Misavirperliğinin eşsiz temsilciliğini sergileyen Elçi ailesine, Dündül’ü ile bizi istediğimiz yere aniden ulaştıran güleç yüzlü Cemal’e, Cizire Botan’ın yiğidi Ata’ya, isyan ateşini içinde küllendirmiş, geceler boyunca beni tartışmalara çeken  Hişar’a, Birbirlerine tıpatıp benzeyen, ağırbaşlı, yetenekli, gelecekleri parlak İsa ve Musa’ya, ilk gördüğümden beri dikkatimi çeken, hoşgörülü, esprili, dillerin ustası Ali Avni’ye, zor şartlarda aniden hızır gibi imdadıma yetişen arkadaşım Murat’a, bizi yalnız bırakmayan, eşsiz nezaketiyle bize yer yurt bulan, Bayram’a, çok önemli bir isteğimi ta İstanbuldan jet hızıyla karşılayan yakışıklı Azad’a,  Van gölü kadar sakin ve aldığı görevi seve seve yapan Necla’ya, ayıplarımızı gizlemek için hiçbir şeyini esirgemeyen Adil’ e, “Benim de çorbada tuzum olsun” diye bize el uzatan genç ve yakışıklı Faysal’a, kendisine yardımcı olamadığım için üzüldüğüm, elinden gelen hiçbir şeyi bizim için esirgemeyen Fırat’a,  Esat’laşan Recai’ ye, Mazlum’laşan Müzaffer’e, ürettiği taşlarıyla dekorumuzu sağlayan Davut’a,  bizi bir ay boyunca semten semte taşıyan, inanılmaz derecede alçakgönüllü Şahin’e, Kürdistan’ n en demokrat, güleryüzlü Genarali Osman Kasım’ a, Zeravani’nin Şahin’i Genaral Aziz Veysi’ye, İnanılmaz derecede efendi ve her isteğimizi yerine getirmekte teredüt etmeyen Muqadim Hüseyin’e, sabırlı bir şekilde beni dinleme zahmetinde bulunan Sayın Akrevi’ye, daima bizi izleyen, gözleyen, çaresiz kaldığımız durumlarda bize çare bulan, zamanının bir kısmını bize harcayan, istediğimiz her yere bizi götürmekte terddüt etmeyen  Babiri’ ye, hücre arkadaşım sarı Osman’a, çaresizlikte çare arayan Şoreş ve eşine, sevgili Celal’e  ve adlarını burada anmadığım herkese çok ama çok teşekkür ediyorum.

-SON-  

Sayfa:
Önceki sayfa 1 2

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu