Dizi Yazılar

Gayri resmi tarih gibi

Selim Çürükkaya gençlik çağında yaşadıklarını ve gördüklerini yazdı. Bunlar gayri resmi tarih olarak da okunabilir.

gayritaSelim Çürükkaya / Kurdistan Aktuel sayfalarında dizi bir yazı yazdım.
Buraya aktardım, yazdıklarım, bundan sonra yazacaklarım, yaşadıklarımdır. Umarım ki ilginç anılar veya gayri resmi tarih gibi okunabilir.

Sarı Baran arkadaşım PKK’nin gayri resmi
tarihini yazmak adlı bir makale yazdı.
Bu makaleyi önemsedim.
Konu üzerinde çokça düşündüm .
Hatta bazı deneme yazıları yazdım.
Kürdistan Aktüel‘in yarattığı olanaklardan
yararlanarak kendi cephemde yaşananları
Yazmaya karar verdim.

İlk kontak Dursun Ali Küçük

dursun_ali_kucuk1974 yılının yazıydı.
Bingöl  TÖB-DER de,  sonradan özgürlük yolu
grubu adını alan  bir örgütün taraftarlarıyla,
Kürt Sorununu tartışıyordum.
Sorun Kürdistanda milli burjuvazi var mı, yok mu idi.
Tartıştığım grupla pek çok konuda anlaşamıyordum.
Tartışmada  sıkıştığım bir anda
Kısa boylu, zayıf bir genç,  imdadıma yetişti.
Düşüncelerime yakın görüşler ileri sürdü.
Karşıdaki grupla bir hayli tartıştık.

Ben ile yanımdaki genç, ayrı örgütlenme
ve silahlı mücadeleyi savunuyorduk.
Diğer grup ise; muğlak şeyler savunuyor,
demokrasiden, işçi sınıfı ve demokratik
mücadeleden dem vuruyordu.
Gence, adını sordum.
Ali”dedi.
Nerelisiniz soruma ise;
Dersimliyim”diye cevap verdi.
Bu cevap beni çok sevindirdi.

Çünkü birkaç gün önce Baytar Nuri‘nin
“Dersim tarihi”adlı kitabının teksirini okumuştum.
Bundan dolayı Dersim’e gitmek istiyordum.
Tunceli Öğretmen Okulu’nun yatılı bölümünü de kazanmıştım.
Ali ile tanışınca, kendimi Dersim’e daha yakın hissetmiştim.
Bu dernekte Ali‘den iki şey öğrendim.
Bir,“Biz Ankara‘da küçük bir grubuz.”
İki,”Kürdistan sömürgedir, bağımsız bir devlet kurmak istiyoruz.”

Ali’den ayrılmadan önce,
Yakında Dersim’e geleceğimi,orada kendisini
mutlaka göreceğimi söyledim.
Onunla tanışmadan önce sömürge
ülkelerle ilgili çokça kitap okumuş,
Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık
mücadeleleri verildiğini öğrenmiştim.
Ve bağımsızlık mücadelelerinde silaha
baş vurma kaçınılmaz olmuştu.
Çocukluğumu ve gençliğimi yaşadığım bölgede, elli yıl önce vukuu
bulmuş Şeyh Said önderlikli hareket zamanında yaşananlar,
Baytar Nuri’den öğrendiğim Dersim
başkaldırısı, bana bir şeyler anlatıyordu.
Kutu Deresini merak etmeye başlamıştım.
Kan akan Munzur nehrini.
AliserZarife4Dersim direnişinin kahramanları Ali Şêr ile Zarife Hanımı.
Ali Şêr’in dörtlüğünü:
“Aslanlar yurdudur tilkiler giremez/
Gerçekler sırrıdır akıllar eremez/
Evliya gülüdür zalimler deremez/
Ona bağlıdır yolu Dersim’in.”

Ve”Dersime sefer olur, ama zafer olmaz”
sözünü  hiç unutamadım.

Dersim’e gideceğim.

Sabahın erken saatlerinde uyandım.
Kahvaltımı yaptım, akşamdan hazırladığım
çantamı aldım, evden çıktım.
Köyümüzün dolmuşu ile Bingöl’e gittim.
Otobüs garajında ortaokuldan  bir
grupla arkadaşımla karşılaştım.

Arkadaşım Ekrem.

Birisinin adı Ekrem Yıldırım’dı, ince uzun boylu zayıf bir gençti.
Kardeşim kadar bana yakındı, ortaokulu bizim köyde okumuştu.
Kendisi  köyümüze yaklaşık olarak dört kilometre
uzaklıktaki Hacı çayır köyündendi.
Kışın soğuk ve kar yağdığından Ekrem yaya olarak
köyüne gidemez, bizim evde kalırdı.

İkimizin bir odası ve çalışma masası vardı.
Cebir ve matematik sorularını birlikte çözerdik.
Dünya klasiklerini birlikte okur, ansiklopediler
üzerinde birlikte araştırmalar yapardık.
Ekrem aşırı dindar bir gençti, su içerken bardağa
cinler girmesin diye elini başının üzerine koyardı.
Beş vakit namazını kılardı.
Ben ise bütün dinleri aşan düşünceler edinmiştim.
Buna rağmen çok iyi anlaşıyorduk.
Durmadan, yorulmadan medenice tartışıyorduk.
Arkadaşım Ekrem’in de Dersim‘e gelmesi
elbette benim için sevindiriciydi.

Ekrem’in yanında Mustafa Karakaya duruyordu.
O da bizim köydeki  ortaokuldan mezundu.
Zeki bir çocuktu, boyu Ekrem’e göre çok kısaydı.
Kirpi dikeni gibi saçları vardı.
Vahdettin Kıtay da onun gibi kısa boyluydu
Matematikte daima “on”alan Selahattin de oradaydı.

Ve bu üçü, yani Mustafa, Vahdettin ve Selahattin
bize yakın köylerde otururlardı.
Benim her üçüyle aram iyiydi.

İlk okuldan sonra okumaya ara verdiğimden,
yaşça hepsinden büyüktüm.
Ben  orta okuldaki gençliğin lideriydim.
Sol fikirleri ve Kürt sorunu ile ilgili düşünceleri
ben onlara benimsetmiştim.
İşte bu grubumla birlikte sonbahar aylarında,
Bingöl garajından Dersim’e doğru yola çıktık.
Hiçbirimiz daha önce Dersim’i görmemişti.
Yalınız Kovancılar’da aktarma yapıp oradan
can_dersim_tuncelililer_otobusDersim’ e giden Otobüse bineceğimizi biliyorduk.
Arkadaşlarımda heyecanlıydı.
Yolculuk  esnasında  şimdi hatırlayamadığım
konuları konuşmuştuk.
Kovancıların biraz ötesinde düzlüğün bittiğini,
başları gökyüzüne değen dağların başladığını,
Vahşi vadilerin bir bir görünüp kaybolduğunu,
otobüsümüzün zikzaklı bir yoldan gittiğini hatırlıyorum.

Kaç köprünün üzerinden geçtik, hatırlayamıyorum.
Ama karşılaştığımız ilk nehirin Munzur olduğunu
Arkadaşlarıma söylemiştim.
Öyküsünü anlatmıştım Munzur’un.
Arkadaşlarım pür dikkat dinlemişti.
Bu öyküyü burada size de anlatmak isterim:

Munzur’un Öyküsü.

ovacik20gozeler2040puRivayet ederler, derlerki;
Çok eski bir zamanda genç bir çoban varmış.
Adı Munzur’muş.
Kışın kar yağdığında, üzerine yağmur düşüp kuruduğunda,
Munzur keçilerini alıp meşeliğe gidermiş.
Yapraksız meşe dalına,elini attığında, dal yemyeşil kesilirmiş.
Keçiler Munzur’un eğdiği dalın yapraklarını yer doyarlarmış.
Oğlunun davranışlarından, keçilerin iyi beslenmesinden kuşkulanan baba,
Munzur’u takip etemeye karar vermiş.
Kupkuru dalın yeşerdiğini görünce, “Allahım“diye bağırmış.
Munzur, babasının kendisini anladığını fark edince, kayıplara karışmış.
Aradan günler geçmiş.
Kimse Munzur’un yerini öğrenememiş.
Kılık değiştiren Munzur, bir müddet sonra Ovacık’ta görünmüş.
Haydar Ağa isminde birisinin evine gitmiş.
Kimsesiz bir çoban olduğunu anlatmış.
Haydar Ağa onu çoban olarak yanına almış.
Kısa zaman içinde  HaydarAğa ile çobanı arasında
inanılmaz bir güven bağı gelişmiş.
Haydar Ağa Munzur‘u olmayan oğlu gibi bağrına basmış.
Karlar kalkınca,vadiler yem yeşil kesilince,havalar ısınınca,
binmiş atına Haydar Ağa, Kerbela’ya Hacca gitmiş.
Evini  malını mülkünü Munzur’a teslim etmiş.

Derlerki günler sonra bir gece, Munzur
uykusundan aniden uyanmış.
Ağanın hanımının yanına koşmuş,
“Çabuk helva pişir ağa helva istiyor, götüreceğim ona vereceğim” demiş.
Ağanın hanımı gülmüş:
Ağa Kerbela’da, onu bahane etme,
sen istiyorsan yapayım”
demiş.
Ve hemen yatağından kalkarak helva yapmış.
Bir tabağa doldurarak Munzur’a uzatmış.

Tabağı kapan Munzur dışarı fırlamış.
Bir müddet sonra içeri girmiş.
Ağanın hanımı tabağı istemiş,
Munzur: “Ağa dönünce birlikte getirir” demiş.
Hayrete kapılıp başını iki yana sallayan kadın bir şey dememiş.
Zaman su gibi akıp gitmiş.
Haydar Ağa atının sırtında köyüne geri dönmüş.
Onu gören köylüler atına doğru koşmuş.
Ellerini öpmek isteyince, itiraz etmiş.
Köyün dışındaki bir taşlıkta Munzur koyun sağıyormuş.

Haydar Ağa parmağıyla onu işaret ederek:
“Benim ellerimi değil, gidin onun ellerini öpün,
ermiş odur”
demiş.
Köylüler Munzur’a, doğru koşunca,
o da taşlık alandan yukarı koşmuş.
Elindeki süt kovası çalkalanınca sütler dökülmüş.
Ve sütün döküldüğü her noktadan bembeyaz sular fışkırmış.
Bu beyaz sudan bir ırmak oluşmuş.
Ve köylüler orada kaybolan Munzur’un adını bu nehire vermiş.
Munzur nehri!
Bu öyküyü otobüsteki arkadaşlarıma anlattıktan
bir müddet sonra, Munzur nehri üzerindeki son
köprüden geçerek şehre girmek üzereydik.
Erzincan’a doğru kıvrılıp giden yoldan döndük.
Küçük bir vadiye girdik, buradan çıkınca bir çarşıya ulaştık..

Tunceli’deyiz.

tunO günkü adıyla Tunceli çarşısına varmıştık.
Otobüs durunca, aşağı indik.
Bagajdaki çantalarımızı aldık.
Grup halinde ilerledik,önümüze çıkan
ilk kişiye,öğretmen okulunun nerede olduğunu sorduk.
Kocaman ağaçların dalları arasından görünen
uzaktaki binaları parmağıyla işaret ederek “aha orasıdır” dedi.

Gösterilen yere doğru ilerlerken, otobüsten inen başka bir grup dikkatimizi çekti.
Bizimle aynı istikamete doğru yürüyorlardı.
Hal ve davranışlarından onların da öğrenci
olduklarını anlamakta gecikmedik.

Yeni bir grupla tanışıyoruz.

Çarşıdan Munzur vadisine inmeden, onlarla selamlaştık.
Bize Bingöllü olduklarını, okula gitmek istediklerini söylediler.
Birisinin adı Ferhan Güllü’ydü, gözlüklü olanın adı Müzaffer’di.
Uzun boylu ve yakışıklı olanın adı Bülent’ti.
Diğerlerinin adlarını şu anda hatırlayamıyorum.
Tanıştıktan sonra yokuş aşağı inmeye başladık.
Bize katılan grup şehirli, biz ise köylüydük.
Onların sağcı mı solcu mu olduklarını merak ediyorduk.
Büyük bir ihtimalle onlar da bizi çözmeye çalışıyorlardı.
Ben hemen bir zarf attım.
“Bu okul komünistlerin elinde, bakalım  bir, ne yapcağız?” dedim.
Gözlüklü olanı hemen yanıt verdi:
Merak etme, biz de köprüden geçene kadar ayıya dayı deriz” dedi.

Herkes sus pus kesildi.
Yürüyerek Munzur nehrinin kıyısına kadar indik.
Suyun üzerinde tahtadan bir köprü vardı.
Nehrin iki kıyısına betondan sutunlar dikmişlerdi.
Bu beton sutunların üzerine çelikten halatlar çekmiş,
onların üzerine tahtalar koymuşlardı.
Biz karşıya geçerken köprü sallanıyor, haşin akan
Munzur, beyaz köpükleriyle akıp gidiyordu.
Müzaffer’in kullandığı cümleden dolayı şehirli grupla
aramızda buzlar oluşmasına rağmen birlikte rampaya
tırmanmış, dört yıl boyunca yürüyeceğimiz yolu katetmeye başladık.

Burası Tunceli Öğretmen okulu.

0008-tunceliYokuşu çıkınca, bir ucu öğretmen okuluna kadar giden araba yoluna çıktık.
Oradan biraz daha yürüyünce, lojmanlar göründü.
Sonradan öğreniyoruz ki  dört katlı olarak inşa edilen
bu binaların biri yatakhane, onun az aşağısında tam da  Munzur nehrinin kıyısındaki  uçurumun üzerinde  kurulan bina ise, dershane olarak kullanılıyordu.  Bu iki yapının  sağındaki iki lojmandan birinde öğretmenler, diğerinde ise okulun memurları ve hademeleri kalıyordu.

Dört adet dört katlı binanın inşa
edildiği alanın orta yerinde bir tepe vardı.
Tepenin orta yerinde, betondan bir havuz yapılmış,
kenarına banklar konulmuştu. Ayrıca bu tepe,
belli aralıklarla sıra halinde fidanlar dikilmiş bir
bahçe haline getirilmişti.

Yatakhanenin kapısına  vardığımızda, bir  grup öğrenci bizi  karşıladı.
Onların rehberliğinde üçüncü kata çıktık, uzunca bir koridoru geçtik.
Boş bir koğuşa götürdüler bizi, koğuşta iki katlı demirden ranzalar  vardı.
Bir de iki kapılı, tenekeden yapılma elbise dolapları.
Herbirimiz kendimiz için  yer beğendik.
Çarşaflar temiz, yataklar yumuşaktı.
Valizlerimizi boşaltarak elbiselerimizi dolaplara yerleştirdik.
Kafile halinde keşife çıktık.
Yatakhane olarak inşa edilen binanın
alt katı yemekhane olarak kullanılıyordu.
Bodrum katı depoydu.
Diğer katları yatakhanelerdi.
Orta bölümde bir koridor vardı.
Koridorun her iki tarafında koğuş kapıları bulunurdu.
Kapıların renkleri, ranzalar ile elbise dolaplarının renkleri gibi griydi.
Her katın bir tuvalet bölümü vardı
Beyaz mermer döşeli bu bölümde, onlarca tuvalet ve lavabo mevcuttu.

Yatakhane bölümünü gezdikten sonra dershane binasına gittik.
İkisi arasındaki mesafe ancak üç yüz adım kadar vardı.
Dershanenin ön tarafında bir düzlük bulunuyordu.
Burası betonlanmış, voleybol sahası haline getirilmişti.
Binanın ön tarafı camlıydı.
Alt katı idare bölümü olarak kullanılıyordu.
Üst üç kat dershaneydi.
Koridorları pırıl pırıl,  dershaneleri genişti.
Ders sınıflarını inceledikten sonra, yatakhanenin önüne kadar geldik.

Oradan yatakhanenin arkasındaki kahveye doğru yürüdük.
Öğrenciler buraya”Durso‘nun kahvesi”derlerdi.
Dursun amca“duman”bir adamdı
Gelişimize çok sevindi, kimimize çay, kimimize kahve ikram etti.
Akşamüzeri kahveden ayrılarak yatakhaneye doğru gittik.
Alt katta hayli kalabalık vardı.
Baktık ki öğrencilerin ellerinde servis
tabakları, tek sıraya girmiş yemek alıyorlardı.
Yemekhane kapısından mutfak bölümüne geçtik,
herbirimiz elimize bir servis tabağı kaşık ve
çatal alarak geri döndük, koridordaki sıraya girdik.
Elimdeki tabak kromdandı.
İçinde dört adet çukur vardı. Biri yemek, biri pilav,
biri tatlı, uzun olanı  ise çatal ve kaşık içindi.
Yemekten hemen sonraydı, bahçeye çıkıp dolaşıyorduk.
Bizden bir sınıf önde olan bazı öğrencilerle tanıştık.
Kimi Siverek, kimi Diyarbakırlıydı.
Nerden geldiğimizi, okulu nasıl bulduğumuzu sordular.
Bu gençlerin çoğunun ileride Kürt kamuoyunda tanınan
kişiler olacağını o gün hiç birimiz bilemiyorduk.
Bize karşı yaklaşımları hayli olumluydu.
Yani bizdendiler ve sıcaktılar.

Fırtanalaşan ilk arkadaşlarım.

İçlerinden en zayıf olanının adı Cuma Tak’tı.
Saçları hayli dökülmüş, açık bir alını vardı.
Mütevazi, ama kararlı bir genç olduğu her halinden belliydi.
Kıpkızıl yanaklarıyla ortaboylu, tıknaz olanının adı ise Seyfettin Zoğurlu’ydu.
1Pala bıyıklı, kartal burunlu, alaycı bakışlara sahip gencin adı Mehmet Sevgat’tı.
Süleyman Günyeli’nin kırmızı bir ceketi vardı, her zaman emre amadeydi.
Uzun boylusu Ahmet Topdal, çakır gözlü utangaç bakışlısı Veysi Badem idi.
Nizamettin Taş’ı  Orhan Aydın’ı, Halit Yıldırım’ı  sonra tanıyacaktım.
Okula gittiğim ilk günlerde bu arkadaşlarla
tanıştım, onlarla Kürdistan sorununu tartıştım.
Beni dinleyen Seyfettin Zoğurlu, bir uyarıda bulundu.
Bu görüşlerini her yerde ulu orta söyleme,
geçen yıl ben de okula ilk başladığımda,
Kürdistan kelimesini kulandığım,
Kürtlerin kurtuluşundan söz ettiğim için,
Dev-Genç’ten bir öğretmen beni bodrum katına indirdi ve orada  bana tokat attı,”
dedi.
Seyfettin’in bu sözleri karşısında hayrete kapıldım.
Tunceli öğretmen okulunun devrimcilerin elinde olduğunu biliyordum,
ama devrimcilerin yanında Kürdistan sorununun tartışılamayacağını bilmiyordum.
Bu duruma kesin olarak itiraz ettim.
Hayır Kürdistan Sorunu büyük bir sorundur,
bu sorunun kendi ülkemizde tartışılmasını kimseler yasaklayamaz, dediğimi hatırlıyorum.
Ve o andan itibaren önüme gelen herkes ile bu sorunu tartışmaya başladığımı biliyorum.
 

“Barzanici gelmiş!”

Birkaç gün sonra diğer sol gruplar Kürtçü hatta Barzanici bir milliyetçinin okula geldiğini duymuşlardı.
Beni bulmada pek zorlanmadılar,
akşam üstüydü, yemekhaneden çıkmıştık,
bir grup bizimle gezmek isteğini illetti, kabul ettik.
Birlikte yürüyorduk, uzun boylu olanı bize propaganda yapar bir tarzda;
önce işçi sınıfının tanımını yaptı, Proletarya diyordu işçi sınıfına, Proleterya sömürülüyor, o herşeyin yaratıcısıdır diyordu.

Bunu kavramak için emeği bilmek gerekiyor,
onu da bilmek için artı değerin ne olduğunu kavramamız lazım.
Bütün bunları kavrarsak burjuvazinin nasıl tarih sahnesine çıktığını,
emek ile sermaye çelişkisinin nasıl doğduğu gerçeğini görür ve böylece saflarımızı belli ederiz dedi.
Adamın sözünü kestim.
“Tamam kardeşim, işçi sınıfı sömürülüyor, onu biliyoruz,
bu konuda sizin dersinize ihtiyacımız yoktur.
Siz Kürdistan sorunu konusunda ne düşünüyorsunuz?”
diye sordum.
Grubun şefi konumundaki  olan genç, bizimle dalga geçercesine gülümsedi.
Ve şöyle konuştu:
„Lenin yoldaş proleterya enternasyonalizmi adlı eserinde,
her türlü burjuva milliyetçi anlayışları mahkum eder.
Biz Marksistler ve Leninistler için proleteryanın birliği esastır.
Ama ulusal sorunu çözmekte Proleterya iktidarının bir sorunudur.
Zaten sosyalizm inşaa edlince o sorun da çözülür, bakın Yogoslavya’da Semiç yoldaş, Sovyetler’de Stalin yoldaş, nasıl ulusal sorunu çözdüyse, sizin bahsettiğiniz sorun da öyle çözülür“

Adam kitaplardan okuduklarını anlatmaya çalışıyordu, müsaade etsem saatlerce anlatacaktı.
Dedimki,“Bana masal anlatma, biz Kürdistan toprakları üzerinde yaşıyoruz. Türk devleti bu topraklar üzerinde işgalci ve siz bu işgali görmüyorsunuz. Dilini yasaklamış bu devlet, senin bundan haberin bile yoktur. Tarihini inkar etmiş, Sovyetleri Çin’i biliyorsun, kendi ülkenin tarihi hakkında bildiğin tek kelime dahi yok.”

Örgütlü Çalışmaya geçiyoruz

Bu tartışmadan sonra ki çalışmamız örgütlüdür artık.
Yaptığımız ilk iş, bir eğitim çalışması grubu oluşturmaktı. Kimler mi vardı?
Kimler yoktu ki?

1-Seyfettin Zoğurlu
orhan_400_2482-Orhan Aydın,
3-Cuma Tak,
4-Süleyman Günyeli,
5-Mehmet Sevgat,
6-Zeki Yılmaz,
7-Ahmet Toptal,
8-Deza Aziz,
9-Nizamettin Taş,
10-Mustafa Karakaya,
11-Vahtettin Kıtay,
(Resim, Orhan aydın)

12 -Halit Yıldırım,
13-Yılmaz Dağlum,
14-Ekrem Yıldırım,
15-Selahattin Karakuş,
16- Vahdettin Kıtay,
15. Mustafa Karakuş,
16, Ferhan Güllü,
14. Malazgirt’li Nesim ve şu anda işleri güçlerinde oldukları için adlarını yazmadığım bazı arkadaşlar. 

İlk Eğitim Çalışması.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, ilk eğitim çalışması grubumuz 21 kişiden oluşuyordu.
Peki nasıl yapıyorduk bu eğitim çalışmasını?
Gecenin belli bir saatinde bir yatakhaneyi bunun için ayırdık.
Ve o saatte hepimiz orda toplanıyorduk.
Oturabileceğimiz ranzalar vardı.
Herkes yerine oturunca,”felsefenin temel ilkeleri“ adlı kitabın
“Ulusal sorun ve sömürgeler sorunu”başlığı altındaki bölümü bir arkadaş okuyor, hepimiz dinliyorduk.
Okuma faslı bitince, söz hakkı alanlar, önce sömürgeler ve sömürgecilik ile ilgili görüşlerini dile getiriyorlardı.
Hemen ardından kitapta Sömürgecilik ile ilgili ileri sürülen tezler, Kürdistan’ın somut koşullarına indirgeniyordu.
Bize göre Kürdistan sömürgeydi.
Birincisi fiili olarak işgal edilmişti, Türk Ordusu işgalci bir güçtü, çoğumuzun doğduğu yerlerde ve hepimizin okuduğu mıntıkada katliamlar gerçekleştirerek bu işgal yapılmıştı.

İkincisi, Kürdistan’ın yer altı yer üstü kaynakları talan ediliyordu.
Örneğin Şırnak kömürleri yeraltından çıkarılıyor, Türkiye metropollerine taşınıyordu. Keban barajından elde edilen enerjiyle Elazığdaki ampüller değil, İstanbul’daki ampüller yanıyordu.

Üçüncüsü, Kürtler ulus olarak asimilasyona tabi tutulmuştu, çok az sömürgede görülebilen türden varlıkları inkar edilmişti.
Dördüncüsü, dilleri, tarihleri, gelenek ve görenekleri inkar ediliyordu.
Beşincisi, Türk ordusu halka müthiş bir korku salmıştı.
Altıncısı, tarih boyunca pek çok kürt ayaklanması olmuştu.
Bütün bunlar ile ilgili analizler yapılıyordu.
Ve eğitim çalışması dağıldıktan sonra, konuyla ilgili yeni kitaplar bulunup okunuyordu.
Bu çalışmalarda vardığımız sonuçları, okulda okuyan diğer öğrencilere aktarma kararına vardık.
Okulda sekizyüzden fazla örenci vardı.
Bunların çoğu yatılı olarak kalıyordu ve yine büyük bir çoğunluğu Kürdistanlıydı.
Türk devleti sıkı bir disiplin altında buralarda bizi asimile ediyordu.
Öğretmen olarak bizi yetiştirince, bizim aracılığımızla küçük Kürt çocuklarını Türkleştirecekti.
Biz artık bunun bilincine varmıştık.
Bunun için  Sömürgecilik üzerine tartışma başlattık.
Türk solunun yabancı olduğu bir konuydu.
Onlar hep sömürgeleri “Afrika”da“uzakdoğu”da biliyorlardı.
Biz onlara tam ayaklarının bastığı yerin sömürge olduğunu söylemeye başladık.
Kafaları almıyor, şoke oluyorlardı!
Aramızda kıran kırana tartışmalar başladı.
Grubumuz sağlamdı ve teorik olarak hızla kendini geliştiriyordu.
Türk solu kadar teorik olarak güçlü değildik.
Ama haklıydık.

Geçmiş, gelecek, tarih, katliamlar, yapılmış işgaller ve yazılmış bütün kitaplar bize yanaydı!
Bu yüzden olacak ki; kendimize müthiş güveniyorduk.
Tartışmalarla birlikte sayımız artmaya başladı.

Örgütümüzün ilk çekirdeği.

Bu durumu idare edebilmek için ilk siyasi yapıyı kendi aramızda oluşturduk.
Bu ilk grupta yer alanlar:
1-Cuma Tak
2-Mehmet Sevgat
seyfettin3-Seyfettin Zoğurlu (resimdeki)
4-Selim Çürükkaya
5-Deza Aziz
6-Ahmet Topdal

Biz bu altı kişi bir yatakhaneye yerleştik.Ve ilk olarak burada kendi aramızda Komün kurduk.
Ardından diğer arkadaşlarımızı buna dahil ettik. Hemen hemen hepimiz yoksul aile çocuklarıydık, ama yürüttüğümüz tartışmalarda, aramızda müthiş bir güven bağı gelişti. Kardeşten öte birbirimizi seviyorduk. Okulda Atatürkçülük hakim ideolojiydi. Türk solundan bazı kişilerin yakasında hala Atatürk rozetleri vardı.

Esir olduğumuzu fark ettik.

 

esirVe biz kendimizi burada esirler gibi görüyorduk. Sanki köleci  Romanın bir eğitim merkezinde toplanmış Gladyatörler gibiydik.

Niye Gladyatörler gibiydik?
Kendi ülkemizin toprakları üzerinde yaşıyorduk.
Ama kendi ülkemizin, kendi ülkemiz olduğunu bilmiyorduk! Ve yeni anlamıştık bir ülkemizin olduğunu. Ama elimizden alındığını, adının inkâr edildiğini.

Dilimizin yasaklandığını, başka bir dilin zorla bize kabul ettirildiğini.
Köylerimizin ismilerinin aslında başka, nehirlerimizin dağlarımızın, ovalarımızın başka isimlerinin olduğunu öğreniyoruz. Ve bizden gizlenen tarihimizi keşfediyoruz. Bu bizi müthiş derecede etkiliyor.

Bir çocuğu düşünün, küçük yaşlarda anne ve basından koparılıyor.
Başka bir yere götürülüyor. Orada çocuğa yalan söyleniyor.
Yabancı bir kadın ve erkek ona anne ve baba olarak kabul ettiriliyor.
Başka bir dil ve kültür ona empoze ediliyor.

Üvey anne ve baba yaşamı boyunca çocuğa kötü davranıyor.
Ve çocuk büyüyünce, asıl annesi ve babası hakkında bilgi sahibi oluyor!
İşte biz Tunceli Öğretmen Okulunda okuyanların ruh hali, tam olarak bu çocuğun ruh hali gibiydi.

Gerçek anne ve babalarımızın olduğunu öğrenmiştik.
Artık gözlerimize uyku girmiyordu.
Köklerimizi armaya başlamıştık.

medlerNereden Gelmiştik?

Ta Gutiler’ e, Kasitler’e, Huriler’e kadar inmiştik. Medler’i, Karduklar’ı, Herodot ve Kesenfon fısıldamıştı kulaklarımıza.
Zerduşt’un kutsal ateşi üzerine hala ninelerimiz yemin içiyordu.
Ve okudukça karanlık yarılıyor, her şeyi açık ve net olarak görmeye başlıyoruz.

Bu ruh haliyle okula geliyoruz,dersleri dinliyoruz.
Derste anlatılanların çoğu yalandı.
Tarih yalan, Coğrafya yalan, edebiyat yalandı.
Söz gelimi coğrafya öğretmenimiz Murtaza,”Doğu ve Güneydoğu”deyince,
hemen itiraz ederdik.
Doğu ve Güneydoğu deme, Kürdistan de!”diye uyarırdık.
Tarih öğretmeni zaten bizimle tartışamazdı.
Kısa zaman içinde bütün sınıflarda ve bütün derslerde tartışmalar yarattık.

Türk sol örgütlerinin mensupları ve öğretmenler bizim için karanlığı ve inkârı temsil ediyordu. Bilinçlenmemizin önünde engeldiler. Geçmişimizi inkâr ediyorlardı.

Onlar için bizim düşündüklerimizin hiçbir anlamı yoktu.
Ülkemize Doğu ve Güney Doğu diyorlardı.
Geleneklerimizi göreneklerimiz horluyorlardı.
Tarihimizi ya bilmiyor, ya da kabul etmiyorlardı.

Ve yalanlarını yüzümüze karşı söyleyince, müthiş öfkeleniyorduk.
İşçi sınıfı diyorlardı.
Sosyalizmden dem vuruyorlardı.
Milliyetçi diye bizi küçümsüyorlardı.
Tartışmalarımız yayıldıkça, sayımız, öfkemiz gibi kabarıyordu.

Ama Kürt olup bunun farkında olamayan öğrenciler, köle bir anne ile babadan doğmuş, henüz köle olduğunun farkına varamamış gibiydiler. Biz köle olduğumuzun bilincine varmıştık. Ve köle olduğunu fark eden, kölelerin tutsaklığı zordu..

*********

Köleliği fark eden köle.

Köle olduğunun bilincine varan kölelerin gözlerine uyku girmez.
Özgürlükle aralarında çizilen sınırdadır gözleri.

Derinlerden kulaklarına sesler gelir.
Ayakları onları oradan oraya götürür.
Dudakları özgürlük kelimesi mırıldar.
Dersim’deki öğretmen okulunda böyleydi halimiz

Gine’de isyana duran Amilcar Cabral’da Viyetnam’ daki  Ho Schi Min’de
Kübada ki Fidel Kastro’da, Mekkeden Medineye göç etme hazırlığındaki
Hz. Muhammed’de, İsyana hazırlanan Şeyh  Said’de,  darağacına giden Seyit Rıza’daydı aklımız.

İlk eylem.

Okuyup öğretmen olma amacımız yok olmuştu artık.
Öğretmenlerin egemenliğinden kurtulmak için “etüd
olarak adlandırılan denetim mekanizmasını red ettik.
Akşam saat  19 dan 22 ye kadar her öğrenci
sınıfına gidip ders çalışmak zorundaydı.
İlk muhalefetimiz bunaydı.
Kararı grup olarak aldık.
Ve hiç birimiz etüde gitmedik..
Kararlı olduğumuzu fark eden öğretmenler, hiçbir işlem yapamadılar.
Ve birkaç gün sonra, bütün gruplar bize uydu.
Etüd kalktı.
Yatakhaneleri siyasi eğitim alanları haline getirdik.

Okulda MHP’li sağcı gruplar vardı.
Türkiye solundan bütün fraksiyonlar  mevcuttu.
Biz Türkiye soluyla tartışıyorduk.
MHP’lilerle konuşmuyorduk.

Okulda okuyup yatılı olmayan öğrenciler de vardı.
Bunların çoğu Dersim’liydi.
Büyük çoğunluğu da bayandı.
Ama Dersim’li öğrencilerle hemen hemen ilişkimiz yoktu.
Türk soluna ilgi duyuyorlardı.
“Enternasyonalist” olduklarını söylüyorlardı
Amerika ve Rusya ile uğraşıyorlardı.
Çok azı bizimle ilgileniyordu.
Bunlardan birisi “Hüseyin Güngöze,” bayanlardan“Cemile Merkit” ti.
Ankara’da bizim gibi düşünen bir grubun olduğu söyleniyordu
Hatta bu grubun bazı üyeleri Dersim’e gelip gidiyordu.
Diğer Kürt gruplardan okulda az kişi bulunuyordu.

İlk kavga

Sol gruplarla aramızdaki tartışmalar gün geçtikçe kızışıyordu.
Bir tatil günüydü, öğleden sonra yatakhaneden ayrılarak Durso’nun kahvesine gittim.
Kapıdan içeri girer girmez,“Nesim”isimli Malazgirt’li arkadaşımız, beni görünce ayağa kalktı, bana doğru geldi.
gzGözünün altı morarmış, morali hayli bozuk, suratında bir kızgınlık ifadesi vardı. Kurmanci diliyle
“Beni neden dövdürdün, insana böyle kahpelik yapılır mı?” dedi. Anlamamazlıktan geldim. “Kurmanci bilmiyorum kardeşim, ne söylüyorsan türkçe söyle”dedim.
Nesim Türkçe konuşmaya başlayınca cesareti kırıldı.
“Neden beni dövdürdün?”diyebildi.
Ben ve seni dövdürmek!”dedim.
Nesim’i kahvenin bir köşesine çektim.
Sen bizim eğitim gurubumuzdasın, seni nasıl dövdürürüm?
veya nasıl böyle düşünebiliyorsun? Anlat ne oldu, her şeyi söyle
” dedim.
Nesim, biraz rahatladı, başından geçenleri tane tane anlatmaya başladı.
Çarşıya gittiğini, biraz dolaştığını,öğle saatlerine yakın geri dönmek istediğini, tahta köprüden geçtikten sonra bir grup tarafından izlendiğini,
öğretmen lojmanlarının alt tarafındaki taşlık alana geldiğinde, grubun kendisine kavuştuğunu ve toplu halde kendisini dövdüklerini, döverken de
“Sen MHP lisin”dediklerini buna karşılık,”Hayır ben bir Kürdüm MHP’ li olamam” diye kendisini savunduğunu, ama saldırganların, “seninde Kürtlerinde anasını..”diye küfür ederek dövmeye devem ettiklerini söyledi.

Burada sözlerini keserek: “tip tariflerini yap, ne renkten elbise giymişlerdi” diye sordum.

Tip tariflerini yapınca, hemen çıkardım.
Nesim’i dövenler, “THKO” olarak adlandırılan bir gruba mensup serseri bir çeteydi. Nesim’e: “Geçmiş olsun, tamam kalk” dedim. Birlikte yürüyerek, kaldığımız yatakhaneye gittik.

Seyfettin Zoğurlu, Mehmet Sevgat, Cuma Tak, Deza Aziz ve Ahmet Topdal’ı çağırdım.
Yatakhanemizin kapısını kapattık.
Nesim başından geçenleri anlatmaya başladı.
Bir noktaya geldi,“Ben Kürdüm faşist olamam“dedim. “Dinlemediler, bütün Kürtlere küfür ettiler.Ve yüzüme gözüme yumruklar attılar” dedi.
Cuma Tak’ ın gözlerinden yanaklarına iki damla yaş aktı.
Malazgirt’li Nesim’in konuşması bitti.
Onu yatakhanemizden dışarı aldık,
ağzımızı bıçak açmıyordu.
Her birimiz yerimize oturduk.
Başımız önümüzde düşünüyoruz.
Birazdan hayatımızı tamamen
değiştirecek bir karar vereceğiz.
Ama hiç birimiz bunun bilincinde değiliz.

Seyfettin Zoğurlu başını kaldırıp bize bakınca,
hepimizin bakışları ona çevrildi.
Simsiyah gözleri vardı, yanakları kırmızıydı.
Orta  boyu, geniş omuzlarıyla bir pehlivanı andırıyordu.
Tek başına beş kişiyi devirebilen bir yaradılıştaydı.
“Benim önerim” dedi. Biraz durdu.
“Aynı yerde aynı şekilde dövülmelidirler”
Görüşlerine olduğu gibi katıldık.
Aramızda görev bölümü yaptık.
Cuma Tak ile Deza Aziz çarşıya gidecek,
Nesim’ i dövenleri bulacak, bir nevi
onları kandırarak okula getirecek.
Biz de gidip Nesim’in dövüldüğü taşlık
alanda  saklanacağız.
Planı olduğu gibi uyguladık.
Öğretmen lojmanlarının alt tarafında,
taşların arasında bir saat kadar bekledik.
Önde Cuma Tak, ortada Nesim’iyi
döven öğrenci, onun arkasında Deza Aziz geldiler.
Ayağa kalktık, döveceğimiz adamı çembere aldık.
İlk yumruğu Seyfettin suratının ortasına vurdu.
Türk filmlerindeki gibi, kimden
yumruk yiyince diğerine gidiyor
Ve ondan da yumruk darbesi alıyordu.

Bir ara“Durun anlatayımdedi.
Durmadık,“Siz onun anlatmasına
neden müsaade etmediniz?”
dedik.
Hem biz dövmekten yorulduk, hem de o kötü oldu.
BizeFaşistti, onun için dövdükdeyince, önümüze kattık.
“O zaman yürü, faşist olduğunu
ispatlamazsan daha yiyeceksin
deyip yürüttük.
Öğretmen okulunun yatakhanesinin
önüne geldiğimizde, bizden dayak yiyen öğrenci;
Müsaade edin, Dershane binasına
gideyim, orda yüzümü yıkayıp geleyim”
dedi.

Seyfettin Zoğurlu koluna girdi:
Gel birlikte gidelim”
deyip gittiler.
Biz de grup olarak yukarı çıktık, girdiğimiz
kalabalık koğuşta daha oturmamıştık ki;
dışarıdan bazı sesler geldi, pencereden
baktık, dershanenin önünde on beş yirmi
kişilik bir grup, Seyfettin Zoğurlu’yu
çembere almış, dövmeye çalışıyordu.
kavga
Elimize ne geçtiyse kapıp dışarı fırladık.
Olay yerine ulaştığımızda Seyfettin hala ayakta ve vurduğunu deviriyordu.
Bu ara korkunç bir duruma tanık oldum.
Arkama baktım, yüzlerce Kürt öğrenci,
ellerinde uzun sopalar, bize doğru koşuyorlardı.
Birkaç dakika içinde Seyfettin’e saldıran
adamlar yere serildi.
Her kes kızgındı, kimseyi durduramıyorduk,
kavgacıyken aracı olduk.
Bir grup Dev – Genç’li aracı olmak için olay yerine gelirken, bizimkiler
“hurra”
bunlara karşı da saldırıya geçti. Durduramadık, kızgın kalabalık ne laftan anlıyor, ne de öfke geme geliyordu. Evet orada anladım ki bu bir isyandı!
Dersim katliamından beri yapılan zulüm,
aşağılanma, yüreklere ekilen korku, inkâr,
insanları insan yerine koymama..
Kürt kimliğini inkâr, Kürt gençliğinde müthiş
bir öfke birikimine neden olmuştu.
Ve bu birikim o gün orada patlamıştı.

 Hiçbir güç artık durduramazdı. Uzun süre uğraştık, öğrencilerin
ellerindeki sopaları zor bela topladık. Yaralıları revire taşıdık. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Kavganın daha büyümemesi için toplantı yapmaya karar verdik. Ama öylesine kalabalık olmuştuk ki,
Hiçbir koğuş bizi içine alamazdı.
Çok sayıda yatakhanede birden toplantılar
düzenleyerek öğrencileri sükunete
ve ortak hareket etmeye davet ettik.
Yirmi kişilik bir grupken sayımız,
tam olarak dört yüz kişiye yükselmişti.

************************************

 

alvGüya Suni Alevi kavgası yapmışız.

Bir gün sonra duyduk ki, yaralı sayısı 18 dir.
Tunceli halkı olayı öğrenmişti.
Hatta o günkü gazeteler bile haberi yazmıştı.
Haberlere gör sol gruplar kendi aralarında çatışmıştı.
Ama Türk solu bu kavgayı sunni alevi çatışması olarak yansıtmıştı.
Onlara göre biz sunniydik, onlar ise alevi.
Kavganın gerçek nedeni ise; bu idi!

Bizim grubu oluşturanların büyük çoğunluğu sunniydi
Ama kavgamızın Alevilik ile bir ilişkisi yok idi.
Türk solu da kavganın nedeninin bu olmadığını biliyor idi.
O günkü koşullarda bizi halktan soyutlamanın bir taktiği olarak düşünmüşlerdi.
Böyle propaganda yapıyorlardı.
Ama hangi gruba mensup olduğumuzu da araştırıyorlardı.
Gerçi o zaman biz de hangi gruba mensup olduğumuzu bilmiyorduk.
Çünkü grubumuzun bir adı henüz yoktu.
Kavganın üzerinden zannedersem dört gün geçmişti.

 Barış Önerisi geldi.

Dersten dışarı çıkmış, bahçede dolaşıyordum.
Birisi bana yanaştı, konuşmak istediğini söyledi.
“Buyurun konuşabilirsin”dedim.
Adam okulda çıkan kavga üzerine konuşmak istediklerini
ve bizi öğleden sonra  TÖB- DER derneğine davet etti.
Ayrıca kavgaya karşı olduklarını, devrimciler arasında
böylesi olayların zararlı olduğunu vurguladı.
Ben de kendisine kavgaya karşı olduğumuz,
ülkemizin kurtuluşunu savunduğumuz için saldırıya uğradığımızı belittim.

Konuşmanın taraftarı olduğumuzu arkadaşlarıma ileteceğimi söyledim.
Öğle paydosunda yemekhaneye gittik.
Mehmet Sevgat ile aynı masada yemeğe oturduk.
Konuyu kendisine açtım, güldü.
Yemekten sonra diğer arkadaşlara haber verdik
Yatakhanemize çekildik.
Ben, Mehmet Sevgat, Cuma Tak, Seyfettin Zoğurlu,
Ahmet Topdal, Deza Aziz idik.
Konuyu kısaca izah ettim, karar aldık.

Çağrılan yere gidecektik. Ama hepimiz toplu halde;
Yani dört yüz kişi ile gidecektik!
Arkadaşlara haber saldık, küçük gruplar halinde çarşıya çıktık.
Orada birleşip TÖB-DER Binasına girdik.
Bina küçüktü, hepimizi içeri almıyordu.
Veya biz çok kalabalıktık, yarımız dışarıda kaldı.
Merdivenleri doldurmuş, kapıya yığılmıştık.

veccicekBizi davet edenler de şaşkındı.
İlk olarak böyle bir durum ile karşılaşıyorlardı.
İnkâr etmemek lazım ki; bizlere karşı çok nazik davranıyorlardı.
Şu anda yüz hatlarını hatırlayamadığım, ama kırmızı, pala bıyıklarını asla unutamayacağım
iri kıyım bir adam ayağa kalktı, hepimize hoş geldiniz dedi.

Sözü dört gün önce çıkan kavgaya getirdi.
Devrimciler arasında böylesi kavgaları tasvip etmediklerini vurguladı.
Bu yüzden bizleri buraya davet ettiklerini söyledi.
Bu sözlerinin ardından Türkiye tahlilleri yapmaya başladı.
Burjuvaziyi, emperyalizmi lanetledi.
Çelişkileri sıraladı, devrimcilerin birliğine vurgu yaptı.
Adam konuşmasını bitirince, orta boylu, dolgun,
saçları önden biraz dökülmüş bir genç, söz hakkı almak için elini kaldırdı.

 Şahin Dönmez Bizi Savunuyor.

 Yanımda duruyordu, adama baktım tanımadım.
Bizim okuldan değildi, neyse karşı gruptan biri sandım.
Adam konuşmaya başlayınca, bizleri savundu.
Türkçesi çok düzgündü.
İki de bir proleterya enternasyonalizmi kelimesi kullanıyordu.
Kürdistan’ ın işgal altında olduğunu vurguluyordu.
Türkiye solunun bu gerçeği görmek istemediğini söylüyordu.
Bizi destekleyen adamın konuşmasına aniden itirazlar geldi.
Kırmızı bıyıklı adam:

“Biz öğrenci arkadaşlarla tartışıyoruz, sen kim oluyorsun?”diye bağrınca,
Biz: hep bir ağızdan:durun arkadaş konuşsundedik.
Karşı taraf itiraz edince, derneği terk ettik.
Okula doğru giderken yolda adamla tanıştık.
Adı Şahin, Soyadı Dönmez’ di.
Ankara Hacettepe Üniversitesi öğrencisiydi.
Dersim’ liydi. Kavgamızı gazetelerden okumuş,
Ankara’ dan kalkıp gelmişti.
Mensup olduğu grupta Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu,
bağımsız bir devlet kurma haklarını savunduğunu  söylüyordu.

Şahin Dönmez ile birlikte Tunceli öğretmen okulundaki yatakhanemize gitmiştik. Şu anda tam olarak hatırlamıyorum, otuz kişilik bir grup yatakhanede toplanmıştık. Şahin burada bize sömürgecilik üzerine uzun bir konuşma yapmıştı. Bize göre daha bilinçliydi, o dönemin modası olan sosyalist literatürü bolca kullanıyor, büyük bir ihtimalle bizi etkilemeye çalışıyordu.

 Toplantı bitince, arkadaşların çoğu dağıldı, küçük bir grup kaldı.
Okulda çıkan kavganın nedenleri üzerinde tartışmaların olduğunu hatırlıyorum. Olay, gazetelere sol grupların kendi arasındaki çatışma,
Dersim halkına ise sözlü olarak alevi sunni çatışması olarak yansıtılmıştı. Şahin kendisinin de Dersim’li olduğunu, Ankara’da okuduğunu Orada üniversitede bir grup arkadaşla birlikte hareket ettiğini, grubun Kürt sorunu konusunda araştırmalar ve tartışmalar yaptığını, bundan sonra sık sık buraya gelmek ve bizlerle tartışmak istediğini söyledi, çayını içtikten sonra ayrılıp gitti.

Ben olayları objektif olarak aktarmaya çalışıyorum. Bu yazımın amacı kesinlikle başka grupları haksız, mensup olduğum grubu haklı çıkarmak değildir.
Veya bu yazının amacı, başkalarını yargılamak, kendimi savunmak ise hiç değildir.
Elimden geldiği kadarıyla olayları kendi baktığım pencereden net olarak anlatmak, kimlerin haklı kimlerin haksız olduğunu okuyucuya bırakmaktır.
Tunceli öğretmen okulundaki ilk kavgadan sonra gözlemlediğim
değişikliklerden biri, ulusal sorun konusunda bir tartışmanın başlamış olmasıydı.
Bu tartışma önce öğretmen okulunda, ardından Tunceli lisesinde,
ardından Sanat Okulunda giderek bütün sol gruplar arasında  hararetle sürdü.

milliKavgadan sonra “Milli Mesele” Kitabı çok satıyor.

Hatta çok iyi hatırlıyorum ki; Tunceli  çarşısının girişinde bir kitapçı vardı.
Jozef Stalin’in Milli mesele adlı kitabını kavga öncesi ısmarlamıştık.
Bir hafta sonra üç tane gelmiş, ikisini biz satın almıştık.
Bir tanesi orada kalmış, kimse satın almıyordu.
Bizim kavgadan sonra Stalin’ in milli Mesele adlı kitabı “yok” satmaya başladı.
Bir ara kitapçı bana bir hafta içinde elli adet sattığını söylemişti.
Arkadaşım Mehmet Sevgat çok hoş, şakacı bir gençti. Ona kitapçının bir haftada Tunceli’de elli adet Milli Mesele adlı kitabı satmış dediğimde, muzipçe gülerek: Gördün mü dayak yedikten sonra kafaları çalıştı, okuduktan sonra gelip bizim gruba katılacaklar,”dedi.

Tunceli’de kaldığım dört yılda olan biten her şeyi tarih sırasına göre anlatmam zor olduğundan hafızamda iz bırakan olayları ayrıntılarına
kadar anlatmanın daha doğru olacağına inanıyorum.

 MHP lileri dövüp kovuyoruz.

Tunceli öğretmen okulunda Türkiye soluna mensup gruplardan başka
MHP militanları ve sempatizanları da vardı. Biz bunları, okuldan kovma kararını kendi aramızda aldık. Bizim Yılmaz Dağlum vardı. O’na Troçki derdik. Troçki bu görevi üzerine aldı.

Hemen kendisine bağlı bir grup organize etmişti. Gece elektrik şalterini indiriyor, yatakhaneler karanlık olunca, grubuyla Faşistlerin kaldığı koğuşu basıyor, sopalarla dövdürüyor. Bir müddet sonra grubu ortalıktan kaybolunca Troçki ışıkları yakıyor. Faşistlerin kaldığı koğuşa gidiyor. Nelerin olduğunu soruyor. Yaralıları hemen revire kaldırıyordu!

Dayak yiyen faşistler bir gün sonra valizlerini hazırlayıp idareye iniyor.
Nakil işlemlerini yapıp okuldan ayrılmak istiyorlardı. Bizim Troçki valizleriyle okulu terk eden faşistlere yanaşıp:”Ben de sizinle geleyim ki, şehre kadar size karışan olmasın” diyor, onlarla gidiyordu. Munzur vadisine indiklerinde Troçki’nin grubu yolu kesiyor. Önce Troçki’ yi, ardında faşistleri dövüp öyle yolluyordu. Zannedersem bir veya iki ay içinde MHP militanları okuldan ayrılıp gitti. Bizim grubun sayısı çoğaldı.

Mücadeleyi yayıyoruz.

 

43660Dersim’ li Ali Haydar Kaytan ile D. Ali Küçük Ankara’dan geldiklerinde, mutlaka bizim okula uğruyor, hata yatakhanede bize misafir oluyorlardı.
Yatılı olmayan Dersim’li arkadaşlarımız bile olmuştu.
Cemile Merkit, Ayten Yıldırım, Türkân, Hüseyin Güngöz’e bunlardan bir kaçıydı.
Biz mücadeleyi şehirdeki diğer okullara yaymaya karar verdik.

Tunceli öğretmen okulunda  propaganda grupları oluşturup
Tunceli lisesine ve sanat okuluna gidiyorduk.
Sınıflarda Kürt sorununu tartışmaya açıyorduk.
Tabi bu tavırlarımızdan dolayı Türkiye solu rahatsız oluyordu.

Aramızda hararetli tartışmalar başlıyor.
Bazen bu tartışmalar kavgayla sonuçlanıyordu.
Neticede bütün okullarda bizim grup taraftar bulmaya başladı.
Evet biz haklıydık, ülkemiz işgal altındaydı, biz bu işgale karşı
bir örgüt kurulmalı ve mücadele etmelidir diyorduk.

Türkiye solunun kullandığı argümanların inandırıcı bir tarafı yoktu.
Tezlerinin tümü soyuttu.
Sosyalizm, emperyalizm işçi sınıfı deyip duruyorlardı.
Desimde bu üçü de yoktu.
Bizim tezlerimiz sağlamdı, ama buna rağmen saldırgandık!
Bize göre sol gruplar Kürdistan’ ın varlığını inkâr ediyorlardı.
Veya Kürdistan’ ı Türkiye’nin bir parçası olarak görüyorlardı.

Hatta çoğu grup Kürdistan kelimesi yerine Doğu ve Güneydoğu Ana Dolu kelimesini kullanıyordu.
Bu bizim zorumuza gidiyordu.
Böyle düşünen kişilerin kendileri de Kürt’ tü. Üstelik çoğu Dersim’liydi.
Çin’i Maçin’i bilirlerdi.
Brejnev’in evinde kaç adet kravat var, sayıp dururlardı.
Mao Zedung’un uzun yürüyüşünü, Ho Cshi Minh’in yer altı mağaralarını uzun uzun anlatırlardı.
Ama General Abdullah Alpdoğan (1) ve Kutu Deresi (2) hakkında tek kelime sarf etmezlerdi.
Bunların durumunu tahlil etmeyi geciktirmedik. İleride tahlilleri yazacağım. Ama burada şunu söylemeliyim ki, Ankara grubu henüz bizi yönlendirmiyordu. Daha doğrusu oluşmuş resmi grup henüz yoktur. Sadece Kürt sorunu ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi konusunda anlaşıyoruz.

(1) General Abdullah Alpdoğan 1937 Yılında Özel vali olarak  Elazığ ve Dersim bölgesine gönderildi. Özel olarak Dersim kanunları çıkarıldı ve bu General 70 bin Dersim’liyi katl etti.
(2)Kutu Deresi 1938 katliamında Dersim’lilerin büyük bir bölümünün katledildiği yerin adı.

**********************************************

Geri evlerimize dönüyoruz

 Yaz tatili olacaktı. Evlerimize geri dönecektik.
Toplantılar yaptık, gittiğimiz yerlerde tatili değerlendirelim dedik.
Komün evleri kuracaktık.
Her yerde eğitim çalışmaları yapacaktık.
Biriktirdiğimiz kitapları bölgelere göre paylaştık.
Valizlerimizi hazırladık, arkadaşlarımızla vedalaşarak çarşıya gittik.
Tunceli çarşısında otobüse bindik.
Kovancılarda indik.

 Resul Altınok’u tanıdım.

Oradan başka bir otobüsle Bingöl’e geldik.
Bingöl’de Kürdistan devrimcisi olarak  tanıdığım ilk kişi, Resul Altınok’tu.
Bayındırlıkta memurdu Resul.
Ankara’dan gelmişti, Bingöl’de bir evi vardı.
Yalınız başına yaşardı, dört dörtlük bir komünistti.
Bununla anlatmak istediğim, evini arkadaşlarına açar,
Parasını arkadaşlarıyla birlikte harcardı.
Orta boylu, biraz şişmandı, saçları seyrek, dudakları dolgundu.
Çok ama çok kitap okurdu.

Resul mü beni buldu, ben mi onu buldum, tam olarak hatırlamıyorum!
Ama kısa zaman içinde onun evine yerleştiğimi hatırlıyorum.
Ankara’daki grupla ilişkisi vardı.
Bunu kendisi bana anlatmıştı.

Zeki Yıldız ‘ı gördüm.

zekiyildizpalazeki8Birkaç gün sonra Zeki Yıldız ile tanıştım.
Sesiz, ağırbaşlı, yakışıklı bir gençti.
Saçları kumraldı, sağ gözünün akı üzerinde küçük kahverengi bir leke vardı.
Ankara Yüksek öğretmen okulunda öğrenciydi.
Evine misafir olarak gitmiştim.
Bir apartmanda oturuyorlardı.
Babası ölmüştü, üvey bir annesi, beş altı kardeşi vardı.
Hiçbir gelirleri yoktu, aileden kimse çalışmıyordu.
Zeki hem okuyor, hem de aileye bakıyordu.
Evlerinde kocaman bir radyo vardı.
İkindi vakti Erivan radyosunu açardı,”Salıho lo” yu dinleyince ağlardı.
ben de ona eşlik ederdim. Çünkü bu Kürt destanı beni çocukluğuma götürmüştü.

1965 lerde, Murat vadisinde, Suveren istasyonunun karşısında,
kuş uçar ama kervan geçmez bir köyde yaşardım.
Köyümüzün tek bir radyosu vardı.
İkindi zamanında Haci Keki ceviz ağacından radyoyu pencereye koyar,
radyonun sesini yükseltir, bütün köylüler toprak damlı evlerin üzerinde çömelir, “Kawus ağayı“dinlerdi.
Çok sonraları, büyüyünce öğrendim ki; Haci Keki (Keko Tunç)
Şeyh Said başkaldırısından sonra, biz Zazaların“bin xet”dediğimiz demir yolunun alt tarafı, Suriye’ye gitmiş, af yasasından yararlanarak geri döndüklerinde, bu kocaman radyoyu birlikte getirmişti.
Zeki Yıldız’ın evinde dinlediğim radyo beni bu anılarıma götürmüştü.
Ona da anlattım.

Zeki Bingöl ile Karakoçan arasında bir dağ köyündendi.
Kumik”ti köyünün adı.
Mehmet Hayri Durmuş, kardeşleri Hüseyin ve Yıldız da bu köydendi.
Ve ben Zeki aracılığıyla Hayri’nin ailesiyle de tanışacaktım.
Bingöl’deki ilk  grubumuz, böylece oluşuyordu.
Resul Altınok’un iş arkadaşı vardı.
O dönemdeki ismiyle,’Tunceli’li Ali” ydi.
O da Bingöl’de Afetlerde bir apartmanda otururdu.
Eşi öğretmendi, zannedersem bir kızları vardı.

Başka arkadaşlar.

Bir de Kısmet ağabeyimiz vardı, en yaşlımızdı.
O da bir aralar Ankara’da kalmıştı, elektrik mühendisiydi.
Orta boylu zayıf, karınca incitmez, efendi bir ağabeyimizdi.
Şalvar’ı unutmak haksızlıktır.
“Hoca” derdik kendisine, zayıf uzun boylu, dosdoğru bir adamdı.

Bir de Hoca’nın Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünden arkadaşı, Kalka Pazarlı “Heso”! vardı.
İlk başta bu kadardık.
Tunceli öğretmen okulunda okuyan arkadaşlarımı da bunlara katarsak sayımız belli olurdu.
Filozofumuz ve önderimiz Resul Altınok’tu.
Biz ona çoktan “Ho Shi Min” adını takmıştık.
Gerçekten bir eğitmen gibiydi.
Gittiğimiz evlerde kadınları mutfağa sokmaz, kendisi yemek pişirirdi.
Kitap okumayan arkadaşları eleştirir, geceleri bize seminer verirdi.

Grubuz arasında bir hiyerarşi yoktu.
Ama birbirimize karşı son derce saygılıydık.
Gündüzleri genellikle şalvarın parkında oturur, bitmez tükenmez tartışmalara dalardık.
Sayımız gün geçtikçe artardı.
Başta pek dikkat çekmezdik, çünkü yeni bir gruptuk!
Ayakkabı fırçası kadar kalın bıyıklı olan solcu ağabeylerimiz, bizi pek ciddiye almazlardı.
Ama biz bize güvenirdik.

bingolBingöl neresi?

Bingöl’ü biraz anlatmam lazım.
Orayı tanımanız gerekiyor.
Ben yeterince tanıyor muyum?
Hayır!
Uzak bir kent, gizemli, içine kapalı!
Karlı dağları var.
Bingöl dağları olarak bilinen bölgede pek çok su kaynağı bulunmaktadır.
Murat, Karasu, Aras ve Harçik nehirleri buralardan çıkan suyla beslenir.
Derler ki; bu dağda bin göl , bin su kaynağı vardır.

Hatta Bingöl adının buradan geldiğini söylerler.
Bu dağ ve oradaki göllerle ilgili ilginç bir efsane de vardır, onu anlatmadan geçemeyeceğim.
Yine derler ki;
İskender Zülkarneyn, Bingöl dağında ölümsüzlük suyunun olduğunu duymuş.
Ab -î  hayat derlermiş bu suya!
Askerleriyle yola düşmüş, büyük İskender.
Aylar sonra Bingöl dağlarına ulaşmış.
Dağ gür ormanlarla kaplıymış, yüzlerce göl varmış.
Ama hangi gölde ölümsüzlük suyunun olduğunu bulamamış.

Günlerce haftalarca bulduğu her gölden su içmiş.
Ama ölümsüzlük suyuna bir türlü rastlayamamış.
Rivayet ederler  ki, askerleri  arasında biri varmış, adı da İlyas’mış
Bu İlyas askerlerden ayrı düşmüş.

Dolana dolana karnı acıkmış.
İki keklik vurmuş, tüylerini yolmuş.
Bulduğu bir gölde yıkayıp temizlemek istemiş.
Keklikleri göle batırınca canlanıp”pırr”diye uçmuş.
Bu suyun ab- î hayat suyu olduğunu hemen anlamış.
Avuçlarıyla kana kana içmiş, yüzünü vücudunu yıkamış.

Görünmez olmuş!
Yani o andan sonra kimse onu gözle görememiş, ama O, herkesi ve her şeyi görüyormuş.
İnsanlar ona Hızır İlyas adını takmışlar.
Dara düşenler ondan yardım istemişler.
Ve inanışa göre O,  Hızır çevikliği ile darda kalanların yardımına koşuyormuş.

Söylentiye göre  Bingöl yöresinin adı”Cebel cur”den gelirmiş!
Cebel’in Arapçada dağ anlamına geldiği bilinirmiş.
“cur”akan su anlamındaymış, biz zazalar da,”çır”çeşmedir.
Cebel”ile“cur“dan”Çabakçur” un türediği söylense de doğru değildir.

Çünkü “Cabakçur” ismi Araplar buraya gelmeden önce vardır.
Ve büyük bir ihtimalle hem “çur” hem “cabak” kelimesi Ermenicedir.
Ermeniceyi bilmem ama  “Cabakçur akan soğuk su” anlamındadır.
Evliya çelebi büyük İskender’den beri bu bölge  “Cabakçur” olarak bilinir dermiştir.
Hangi halkların bu topraklar üzerinde yaşadığını sorarsanız diyeceğim ki;
Medler, Gutiler Huriler, Hititler, Urartular, Kurmanclar, Zazalar.
Hangi işgalci güçler geçti  bu topraklar üzerinde diye sorarsanız,  saymakta zorlanırım.
Tarihi aydınlık değil, Cabakçur’un!
Her şey bizden gizlenmiştir.
Birileri bu topraklar üzerinde yaşayanların geçmişini yok saydığı için.

Geriye doğru dönüp baktığımızda her şey karanlıktır.
Bu karanlığı iyi anlatabilmek için size bir anımı anlatmak zorunda kalacağım.
Bundan yedi yıl önce Kuzey Almanya’nın Lübeck kentinde yaşıyordum.
Bu küçük kentin, oturduğum evimin yakınında bir kütüphanesi vardı.
Dört katlıydı ve her katı en az 300 veya dört yüz metrekare büyüklüğündeydi.
Kütüphanenin ikinci katındaki bütün raflar sadece Lübeck ile ilgili yazılmış eserlerle doluydu.
Binlerce kitap, harita ansiklopedi, araştırma, arkeoloji edebi eser vardı bu kent ile ilgili. Kent kurulduğundan bu güne kadar ne olmuşsa, neler yaşanmışsa, kayıt altına alınmıştır. Kütüphanenin bu katına her gittiğimde, Bingöl şehri aklıma gelir ve derdim ki, acaba bizim Bingöl hakkında yazılmış toplam kitap sayısı kaç tanedir?

Ve Bingöl tarihi hakkında bizim bildiklerimiz neler dir?
Resmi tarih kitapları hangi imparatorlukların orayı ele geçirdiğini anlatır sadece.
Ve biz tarih hakkıda,
Kral Kızı Kalesi; Genç ilçesinin merkezine yakın bir tepenin üzerinde
Pers kralı Dara tarafından kendi kızı için yapılmıştır olarak biliriz.
Ve oraya gidip baktığımızda kalıntılarını görürüz yalınız!
Bir de Sebeterias kalesi vardır, onu da çoğumuz bilmeyiz.
Bu kalenin de Urartu Kralı tarafında yapıldığı yazılmaktadır.
Bizansların yaptığı  Kığı Kalesinin yapıları hala bize bir şeyler anlatır.

Hepsi bu kadar! Başka Cabakçur’un unutulmaz neleri var bilmem ki!
Yüzen adası mesala, bir doğa harikası.
Hazarşa köyü yakınında bir göl var. 3000 metre kare büyüklüğünde  50 metre derinlikteki bu gölün üzerinde
İki adet ada bulunur ve bu adalar yere bağlı değil.

bingol_resim_1Adaların üzerinde bitkiler ve ağaçlar yeşermiş.
Ve dolanıp dururlar gölün üzerinde.
Ha, güneşin doğuşunu unutacaktım neredeyse!
Derler ki dünyanın sadece iki noktasında böyle güneşin doğuş izlenebilirmiş.
Biri İsviçre’nin Alp dağlarında, ikincisi
Bingöl dağlarının Kala tepesinden seyredilir.
Güneş doğarken ilk etapta hafif bir kızartıyla belirir.

Kızartı etrafta çok renkli güzellikler ve dekorlar yaratır.
Daha sonra İnsana korku veren bir karartı şeklini alır.
Kızarıklıklar kor parçası haline gelir.
Kor parçası içinde insan yüzünü andıran 3 büyük siyah leke belirir.
Güneş karartı halinde yavaş yavaş açılmaya başlar.
Ufukta görülerek oluşumunu tamamlamak üzere iken, altın bir küre gibi görünmeye başlar.

Döndükçe etrafa binlerce ışık saçar.
İnsanoğlunun daha önce görmediği renkleri o anda görmek mümkündür.
Cabakcur’un kaplıcalarını, içme sularını, yüz metre yükseklikteki Çır şelalesini unutmamak lazım.
Bir de bahçeleri güzeldir Bingöl’ün
Belki de Çevlig adını buradan almıştır!
Bahçelik!

Öğrendim, Ermenicede”Cabak” buz, “Çur” akan sudur.
Yani buz gibi akan su anlamına gelen
Cabakçur mıntıkasının bir şehridir Bingöl.
Ben hatırlıyorum, şehir eskiden Bingöl çayının kıyısındaydı.
Küçük bir yerdi, büyük bir köy gibiydi.

1965 ler den sonra büyüdü ve asıl şehir aşağı çarşı olarak kaldı. Bingöl depreminden sonra şehir büyümeye başladı. Modern binalar, apartmanlar dükkanlar inşaa edildi. Bingöl’ün yerli aileleri çok azdır, çoğu çevre köylerden gelmişti.
Suniler, Aleviler, Zazalar, Kurmanclar vardı.

Bir tek Ermeni vardı.

1970 lerden sonra Ermeni olarak sadece “Kurt Ali” yi bilirim.
O da aşırı bir müslümandı.
Bir dükkanı vardı, orada dini yayınları satardı.
Arkadaşım Resul Altınok, Kurt Al’in  Ermeni kökenli olduğunu bana söyledi.

Şu anektodu da anlattı:
Ben lisede öğrenciyken Kurt Ali’ inin oğluyla arkadaştım.
Onu ikna edip komünist yapmak istiyordum.
Okulda anlattıklarım yetmiyordu.
Fırsat buldukça, Kurt Ali olmadığı zaman
dükkana gider, orada oğluna propaganda yapardım.
Bir gün yine oğluna ajite çekiyordum.
Kurt Ali içeri girdi, şişko vücuduma, dolgun suratıma baktı.
Çok kızgın olduğu her halinden belliydi.
Bana kızgın bir ses tonuyla ‘Adın ne?’ diye sordu.
‘Resul’ deyince, ‘ismin güzel, lakin cismin bozuk’ der demez dışarı kaçtım.”

Tam olarak hatırlamıyorum şehrin girişinde nüfus 16 bin yazılıydı.
Bingöl’ün bol miktarda kahveleri vardı, tek bir fabrikası yoktu.
Şehrin girişinde ordu konumlanmıştı.
Orta yerinde kocaman bir hapishane inşa edilmişti.
Asker garnizonu, polis ve jandarma karakolları.
Adliye hastahane, postahane, maliye Lise, öğretmen okulu.
Ve cümle resmi kurumlar vardı.

Bingölde siyasi gurup ve kişiler.

1974 ler den sonra Bingöl’de siyasi fraksiyonlar belirginleşmeye başladı.
Veya ben bu tarihlerde fark ettim.
En kalabalık grup, sonradan”Özgürlük yolu”dergisi etrafında isim yapanlardı.
Çoğu öğretmen ve memurdu. Hepsiyle ilişkilerim iyiydi.
KDP’ye ilgi duyanlar da vardı. Sonra dan Rizgari çevresinden bazı gençler, DDKD, Bir de Aydınlıkçılar, yani Doğu Perinçek grubundan olanlarda mevcuttu.

MHP, hani şu faşist partinin adamları da vardı.
Özgürlük yolu grubuna mensup olanlar TÖB- DER de otururlardı.
O tarihlerde Rahmetli Zeki Atsız sendika başkanıydı.
Uzunca bir boyu vardı, çok yakışıklı bir adamdı.
Konuşmaları, hal ve hareketleriyle insanın üzerinde hemen etki yaratırdı.
Ramazan Adıgüzel her daim TÖB – DER de hazır ve nazırdı.

Ya Dursun Belge, Saim Balüken, Bir de Sarı Cemal’i unutmak mümkün mü?
KDP’ den İdris Ekinci, Cihat Elçi, Hilmi, bir de Bizim Kenan Fanidoğan’ı hiç unutmam.
Acayip konuşurdu Kenan, otomatiğe bağlanmış bir Kalaşnikof gibiydi.
Kafaya taktığı, kişiyi ağzından çıkan otomatik kelimelerle vurur, tarumar ederdi.
Kenan ile Ramazan Adıgüzel’in tartışmalarına bayılırdım.
Bizler, yani Kürdistan devrimcileri belediye parkında otururduk.
Çünkü parkın sahibi bizim arkadaşlarımızın babasıydı.
Herkesin tanıdığı ismiyle Şalvardı. Bu adamı ilerde anlatırım
Çünkü çok ilginç bir adamdı.

Bizimle özgürlük yolu çevresi arasında bir tartışma vardı.
Biz silahlı mücadeleyi savunuyorduk, illegal örgütlenme esastır diyorduk.
Legal kurumlarda çalışmayı red ediyorduk.
Onlar ise, bize “goşist” diyorlardı.
Sovyetler konusunda da onlardan farklı düşünüyorduk.
Biz revizyonist, onlar ise sosyalist diyorlardı.

deliDeli Yeho.

Bu sosyalistlik ile revizyonistlik üzerinde çok ilginç bir anım var.
Onu anlatmak istiyorum.
O tarihlerde Yahya isminde bir deli vardı.
Bingöl’ de herkes ona”Deli Yeho”derdi.
Deliydi ama solcuydu, daima gelir bizim yanımızda otururdu.
Bir gün parkta oturuyordum, baktım “Deli Yeho” gülerek bana doğru geliyordu.
Yanıma çağırdım, geldi oturdu.
Bir çay ısmarladım, içti.
“Yeho sen sarı Cemal’i tanıyor musun?”dedim.
Evet” diye cevap verdi.
Ha, şimdi derneğe gideceksin, sarı Cemal’ in yanında oturacaksın.
Diyeceksin ki; Cemal abi, sana bir soru soracağım, sor deyince;
Revizyonizm nedir diyeceksin!
O hangi tarifi yaparsa yapsın, sen kabul etmeyeceksin.
Neticede sana, “Yeho ben bilmiyorum, sen tarifini yap bakayım” diyecek.
Sende; revizyonizm traktör markasıdır,
Şoförü Brejnev, muavini ise Burkay’dır, diyeceksin.
Bir kaç kez Yeho’ya bunu tekrarlattım ve  sarı  Cemal’e gönderdim.

Aradan on beş dakika geçmemişti, geri dönen “Deli Yeho” ağlıyordu.
Yanımda başka arkadaşlar da oturuyordu.
Masamıza doğru geldi, sandalyeyi çekip oturdu.
Seni dövdüler mi diye sordum, göz yaşlarını sildi.
Başından geçenleri anlatmaya başladı, arkadaşlarda pür dikkat dinliyorlardı.
Gittim sarı Cemal dernekte oturuyor.
Beni görüce güldü ‘Yeho gel buraya’dedi. Ben de yanında oturdum.
Bana çay ısmarladı, Cemal ağabey, bir sorum var dedim.
Gülümsedi,’sor bakayım Yeho’dedi.
Ben de güldüm ‘Hi hi hi’ ve revizyonizm nedir ağabey, dedim.
Önce ne yapacaksın, çayını iç dedi, ben diretince birçok tarif yaptı.
Ben hiç birisini beğenmedim, sonunda:
‘Yeho, haydi sen de bakim, revizyonizm nedir?’ diye sordu.
Senin dediğin cevabı verince, yanağıma bir tokat vurdu, beni dışarı attı”

Biz kahkahayla gülerken “Deli Yeho”da neden güldüğümüzü anlamadan kahkaha atmaya başladı.
Bingöl’deki Kürdistan devrimcileri grubunun yapısını iyi anlatabilmek için,
bu gurubun içinde başından beri yer alan arkadaşların portrelerini iyi çizmem lazım.
Mücadelede hayatını yitirmiş arkadaşların isimlerini açık olarak yazacağım.
Fakat hala hayatta olan, işlerinde güçlerinde olan arkadaşları başka isimler altında anacağım.
Buradaki amacım, arkadaşların başlarının belaya girmemesidir.
Bu açıklamadan sonra en yaşlımızdan başlayayım.

Kısmet Abi:

Bizim en yaşlımızdı.
Okumuş bilgili, sağduyulu biriydi.
Tam hatırlamıyorum kırk yaşlarında vardı.
Boş zamanlarını bizimle geçirir, belediye parkındaki tartışmalarımıza katılırdı.
İyi bir mesleği vardı, evli ve çok çocuk sahibiydi.
Bingöl’ün köklü ailelerindendi.
Güçlü bir ulusal bilince sahipti.
Uzuna yakın, ipince bir boyu vardı.
Otururken daima ayak ayak  üzerine atar.
Ve havadaki ayağını sallardı.
Bu adeta onun tikiydi.
Onun gibi yaşlı ağabeylerimizin fikirlerimize katılması bize güven verirdi.
Biz gençler çok heyecanlı iken o sakindi.
Çabuk kızmazdı, karşıdakini ikna etmek için sabırlıydı.

Ayrıca büyüklük taslamaz, bize üstten bakmazdı.
Resul Altınok ile arası çok iyiydi.
Çünkü ikisi Ankara’dan tanışırlardı.

Resul:

resulKısmet abiye göre daha gençti, ama şişmandı.
Tam olarak Çinlilere benziyordu.
Bingöl’ün kığı ilçesinin bir köyünde doğmuştu.
Zannedersem ailesinin en büyük çocuğuydu.

Ankara’ da bir ara Bayındırlıkta çalışmıştı.
Babası Almanya’da işçiydi.
Yanılmıyorsam Ankara’da bazı evleri vardı.
Bu evlerin kirasını da Resul alırdı.
Bingöl’e dönünce, Bayındırlık ta memur olarak çalışmaya başladı.
Denilebilir ki, grubun içinde maddi durum en iyi olandı.

Ve müthiş fedakârdı.
Eline geçen paraları hepimiz için harcardı.
Kocaman bir evi vardı.
Her gece bizden beş veya altı kişi  orada yatardı.
Acayip kitap okur, hiç boş durmazdı.
Kaba taraflarımızı yontmak için de çok çaba harcardı.

Mesela bulaşık yıkamazdık.
Daha doğrusu tenezzül etmezdik.
O ise sofrayı dizer,yemekten sonra bulaşık yıkardı.
Ve devrimciliğin bulaşık yıkmakla başlayabileceğini anlatırdı.
Neticede inadımızla onun sabrına fazla  direnemezdik.
Kitap okumakta olduğu gibi bulaşık yıkamada da onu örnek alırdık.
Acayip tedbirliydi.

Daha 1975 lerde, ortalıkta bir tehlike yokken o dikkatliydi.
Geceleri birlikte eve giderken, dosdoğru eve gitmezdi
Bir sürü sokaktan bizi dolandırırdı.
Köşeleri dönerken durur bakardı.
Biz ise bu durumuna gülerdik.
Hatta ona”İllegal Resul”lakabını bile takmıştık.
Ama bu illegalliği, öylesine illegallikti ki onu ele veriyordu.
Bir gece karanlığında onunla Afetler olarak bilinen mahalleye doğru yürüyorduk.
Karşıdan bir traktörün ışıkları göründü.
Resul,  yolun kenarına kaçtı, ağız üzeri yere yattı.
Heyecanlı bir ses tonuyla “yere yatın polis” dedi.
Bizim de yatmamızı istedi.
Oysa bize doğru gelen arcın traktör olduğu, sesinden belliydi.
Bilemiyorum okuduğu kitapların tesirinden miydi?
Yoksa mücadelenin ciddiyetinden miydi, böylesine tedbirliydi.
Çalışmadığı zamanlarda mutlaka parka gelir.
Burada yürüttüğümüz tartışmalara katılırdı.
Resul’ün Sıddık isminde bir kardeşi vardı, O’ da lisede okurdu.
Bir de Ali Ekber vardı. O da Sıddık’ ın küçüğü idi.
Hep birlikte Resul’ün kocaman “Beyaz saray”ında kalırdık.
Ta o zamanlardan beri benim bir on dörtlü silahım vardı.
Resul hiç silah taşımazdı.
Silahlarla oynamamızı da kızardı.
Biraz da silahtan korkardı.
Gece geç saatlere kadar yatağa girer kitap okurdu.
Uyku saati gelince, biriniz ışığı söndürün diyordu.
Ama bizden kimse kıpırdanmıyordu.
O’ da söndürmek istemiyordu.
Ben hemen yastığımın altındaki silahı çeker.
Namluya mermiyi sürer, ampule doğru tutardım.
Resul yataktan fırlar,”dur dur başımıza iş getirirsin“der, ışığı söndürürdü.

KarasungurMehmet Karasungur

Bingöl Lisesinde Matematik öğretmeniydi.
Bizimle tanışmadan önce Türkiye İşçi Partisindendi.
Bir ara Bingöl’de TÖB- DER Başkanlığı yapmıştı.
Evli ve  bir erkek çocuk babasıydı.
Zannedersem onunla ilk ilişkiye geçen Resul Altınok’tu.
Kürt sorununda onu ikna etmişti.
Kararlı ve Militan bir arkadaştı Karasungur.
Oğlunun adı Devrim’di.
Yakışıklı bir adamdı, zeki, çevik ve alçak gönüllüydü.

Karasungur’la parkta konuşurduk, bitmez tükenmez tartışmalarımız olurdu.
Öğretmenler lojmanında kalırdı.
Zamanla evine gidip gelmeye ve evinde kalmaya başladım.
O da benim gibi çok kitap okurdu.
Bir de Tabanca taşırdı, yani silahsız devrimci değildi.
Silah taşıması hiç tuhafıma gitmemişti zaten.
Ama silahını sakladığı yer hayli ilginçti.
Tuvalette lavabonun üstünde bir ayna vardı.
Aynanın arkasındaki duvarı delmiş, Tabancayı koyduktan sonra aynayı duvara monte etmişti.
Devrim babasının silahını görmüştü.
Ama ben silahımı ona göstermezdim.
Bir dişim kırık olduğu için, ceketimin iç cebinde daima fırça taşırdım.
Bu durum Devrim’in dikkatini çekmiş olacak ki;
Bana:”Amca, neden babam tabanca, sen diş fırçası taşıyorsun?”diye sordu.
Ben de Devrim,”her devrimci bir diş fırçası yanında taşımak zorundadır” dediğimde bir babasına bir bana baktı, bir şey anlamadı çocuk.

Karasungur’un sarf ettiği sözler ile sergilediği pratik arasında bir uyum vardı.
Hem bilinçli, hem de kararlıydı. Bir liderde olması gereken bütün nitelikler onda mevcuttu.
Arkadaşlarına karşı derin bir saygı beslerdi.
Büyüklük taslamanın ne olduğunu asla bilmezdi.
Kavga zamanında hiç bir zaman geri durmazdı.
Teorik tartışmaların olduğu her yerde o vardı.
O’nu daha yakından tanımanız için bir anımızı anlatmak istiyorum:

Bir gün ben ile Abdullah Ekinci Bingöl’ deki belediye parkına gittik.
Karasungur, oturduğu masadan kalkıp yanımıza geldi.
Merhabalaştıktan sonra, masanın altına yapışık bir makine bulduğunu,
büyük bir ihtimalle polis bizleri dinlemek için masanın altına yapıştırdığını söyledi.
Bizi Parkın tuvalet bölümüne çağırarak, orada aleti gösterdi.
Sonra parkesinin altında beli ile kemerin arasına soktu.
25 Cm  uzunluğunda 15 Cm genişlikte 7 Cm kalınlığındaki bu garip demirin ne olduğunu anlayamadık.

Bize göre daha deneyimli olan Karasungur:
“Büyük bir ihtimalle dinleme cihazıdır, ama içinde patlayıcı da olabilir”diyordu.
12 Mart askeri darbesinin  sol görüşlü insanlar üzerinde yarattığı korku ve panik bize de geçmişti.
Her kesten veya her şeyden kuşkulanıyorduk.
Hatta o tarihlerde şeyle bir fıkra anlatılıyordu:  İki solcu bir parkta oturmuş konuşuyorlarmış.
Yanlarına bir tavuk yaklaşınca, solcu, diğer arkadaşına, “konuşma, tavuğun kıçında alıcı olabilir” demiş.
Biz bu fıkraları bile çok ciddiye alıyorduk.
Bundan dolayı Karasungur’un bulduğu aletle parktan çıktık.
Yürürken gideceğimiz yeri kararlaştırdık.
“Bingöl Taksi”ye gittik. Orada bir taksiye bindik.
Bizi Yado çeşmesine kadar götür dedik.
Taksi şoförü bizi Yado çeşmesi olarak bilinen dağlık alana bırakınca,
uçurumlardan aşağı taşları tuta tuta derin vadiye indik.
Bu vadinin içinde başka bir uçurum vardı, o uçurumun başına kadar gittik.
Karasungur bize:”yere yatın”dedi.
Ben ile Abdullah Ekinci  yere uzandık.
Karasungur belindeki demiri eline aldı.
Var gücüyle uçurumun altındaki kayalara vurduktan sonra kendini yere attı.
Patlama sesi beklerken, çınlayan demir sesi susunca, ayağa fırladık.
Karasungur’un içinde patlayıcıda olabilir görüşü doğru çıkmamıştı.
Uzun süren bir çabadan sonra uçurumun dibine vardık
Demir makine açılmış iki parçaya bölünmüş, içinden iki adet de zar çıkmıştı.
Karasungur sağ elinin avucunu alnına vurarak yere oturdu ve gülmeye başladı.

Biz ona şaşkın bakarken, başını kaldırdı bize baktı:
Şalvar’ın Kumar aletini kırdık”dedi.
Meğer birbirine yapışık bu iki demir parçasından biri itici, diğeri çekiciymiş.
Ve zarlar da, özel olarak yapılmış, noktalarının içine küçücük demir parçacıkları yerleştirilmişti.
Arkadaşlarımızın babası Şalvar, kumar masasına oturmadan önce dizlerine bu demirleri  bağlıyor, üzerine pantolonunu giyiyor, öyle kumar masasına oturuyor.
Bu  haliyle bir dizi itici, diğer dizi çekici oluyor,
Rakiplerini de hep bu hileyle yeniyormuş.
Şalvar’ ın bu kumar aleti daha  o günden unutulmaz anımız olmuştu
Hatırladıkça üçümüzde gülerdik.

Bir de hatıranın devamı vardı.
Aynı gün otostop yaparak Bingöl’e geldik.
Parka gittik, kırdığımız demir parçalarını bantla birbirine bağladık.
Tekrar aynı masanın altına yapıştırdık.
Şalvar’ın parktan başka bir de kumar kulübü vardı.
Bir kaç kumarcısını ulusalcı yapıp, kumar oynamaktan vaz geçirdiğimiz için, faşistlerin parka gelip oturmasına müsaade etmediğimiz, açtığı hamama gidip yıkanmadığımız, Sinemasına gidip film izlemediğimiz, faşistlerde ulusalcı olan çocuklarından dolayı gitmediklerinden,
bizden özel olarak gıcık kapardı.
Aracını kırdıktan bir gün sonra, kulüpteki masasının yanlışlıkla parka götürüldüğünü fark etmiş, parka gelmişti, biz başka bir masada topluca oturuyorduk.
Kumar aletinin kırıldığını fark edince, garsonlara ocakçıya bağırdı.
Bizim masaya doğru baktı, küfürlerini savurmaya başladı.
Tabi hiç birimiz sesimizi çıkarmadık, büyük oğlu”Hoca”ya olayı anlatmıştık.
Büyük Şalvar’ın şerrinden o gün zor bele kurtulduk.
Mehmet Karasungur’u bu yazı boyunca anlatmaya devam edeceğim.
Çünkü onun yaşamı bir roman kadardır.
 Abdullah Ekincİ

apoekOnun Fotoğrafını aradım, buldum.
Adı Abdullah, Soyadı Ekinci’ydi. Uzun, narin yapılı bir boyu vardı. Daima gözlük takardı. Yüzü okumuşlara özgü  bir aydınlıkla parlardı. Adana Ticari İlimler Akademisi mezunuydu. Bingöl’de maliyede memur olarak çalışırdı. O’ da bizim Bingöl grubunun ilk elemanlarındandı.  Aslen yerlisiydi şehrin, dalyan boylu İbo ve iki kız kardeşi vardı. Evleri Resul Altınok’un”Beyaz Saray”ına yakındı.
O’ da bizim gibi Şalvarcı’nın parkanı mesken edinmişti.

Bingöl lisesindeki öğrencilerle kontağı sağlayınca,
Komün evleri kurduk hemen!
Abdullah Ekinci bu konuda çok yetenekliydi.
O yıllarda bizdeki ruh hali önemliydi.
Ülkemizi işgal altında kabul ediyorduk.
Yani yabancı güçler şehrimize girmiş.
Varımıza yoğumuza el koymuş.
Okullarımızı, binalarımızı dükkânlarımızı
var olan her şeyimizi gasp etmişlerdi.

Biz işsizdik yoksul ve perişandık. Oysa yabancı güçlerin el koyduğu her şey bizimdi. Böyle düşünüyorduk. Abdullah Ekinci öğrencilere aynen bunu anlatıyordu. Ve ardından hedefi gösteriyordu: “Sizin olan her şeye el koyun!”Komun evlerinde okumak için kitaplarımız yoktu. Çünkü onları satın alabilecek kadar paraya sahip değildik. Bizim için  bu işin çözümü çok kolaydı. Başta  Halk kütüphanesi, ardından bütün kitapçılardaki kitaplar bizimdi.

Üzerimizdeki uzun parkelerimizle kütüphaneye girerdik. Raflarda göz gezdirirken, ellerimiz kitapları alır, belimizdeki kemerimizin altına sokardık. Bir müddet sonra her komun evinde bir kütüphane ortaya çıkardı.
Yatak battaniye mi yoktu?
Onları bulmak daha kolaydı.
Yatılı bölge okullarının döşek ile battaniyeleri, geceleri komun evlerine akardı.
Bildiriler yazmak için daktilolar, çoğaltmak için teksir makineleri mi lazım?
Devlet dairelerinden istihbarat toplanır, ardından eyleme geçilirdi.
Birkaç gün içinde soyulmadık daire kalmazdı.

Eşya bulmak bizim için zor bir olay değildi. Ama beslenme bir sorundu. Abdullah Ekinci, Mehmet Karasungur, Resul Altınok, Dersimli Ali memurdu. Bunların maşaları bize yetmiyordu. Durumu iyi olan bazı arkadaşlarımız da vardı. Ama bunların sayısı bir elin parmakları kadardı. Bazı anlarda cebimizde çay parası bile olmazdı.

Bir gün Abdullah ile  birlikte kahveye gittik, ikimizin de cebinde para yoktu. Garson geldi, başımıza dikildi, “Evet abi ne içiyorsunuz?” dedi. Abdullah, “biraz önce diş çektirdim”cevabını verdi. Ben de garsona şöyle bir baktım, “ver bir sigara içeyim” dedim. Garson sigarayı bana uzattı, bir de üstelik yaktı ve masadan ayrıldı.

Aldığımız silahı deniyoruz.

Abdullah Ekinci ile de bir hayli anılarım vardır. Tanıdığım bir kaçakçı Tomson adı taşıyan bir silahının olduğunu söyledi. Bize ucuza satmak istiyordu. Eski gazetelere sarılı halde bir çuval içinde parkta bize teslim etti.

Abdullah elinde ki çuvalla Resül’un beyaz sarayına gittik. Burada silahı inceledik, mermileri ve iki şarjörü vardı. Biraz eskiydi, patlayıp patlamayacağından emin değildik.

Karanlığının çökmesini bekledik. Gece örtüsünü üzerimize atınca, silahla dışarı çıktık. Beyaz sarayın iki yüz metre  aşağısı bahçelikti. Onların arasından yürüdük, bahçeler bitince, delice akan Bingöl çayının sesi kulaklarımıza ulaştı. Abdullah mermiyi namluya sürdü, tetiğe bastı, üç adet art arda patladı. Bu kez ben Abdullah’ ın elindeki silahı aldım. Otomatiğe bağladım tetiğe bastım.

Birden bire yakınımızda onlarca silah patladı. Kurşunlar başımızın üzerinden “vızz” deyip geçiyordu. Kendimizi yere attık, sürünerek geri bahçelere doğru kaçtık. Silah sesleri giderek çoğaldı, ortalık savaş alanına döndü. Bir şarjörü olay yerinde bıraktığımızı anlayınca, eğilerek  geri döndük. Üzerimizden vızıldayıp giden kurşunların altında yere yatarak şarjörü aradık ve bulduk.

Koşa koşa beyaz saraya ulaştık. İçeri girdiğimizde hala silahlar patlıyordu. Bingöl alayı baskına uğramış gibi kendini savunuyordu. Silahı çatıya götürüp sakladık. Yataklarımızı serip kitap okumaya başladık. Bir müddet sonra Resul Altınok içeri girdi. Çok telaşlıydı, bize baktı,“bir şey duymadınız mı?” dedi. Biz ne oldu ki deyince; ordunun birbirine girdiğini, çok büyük silahlı çatışmaların başladığını söyledi. Sabahleyin uyandığımızda dışarı çıktık, keşif yaptık, meğer biz Beritanlıların çadırlarının yakınında silah patlatmışız. Onlarda saldırıya uğradıklarını sanarak karşılık vermişti.  Beritanlıların çadırlarına fazla uzak olmayan Bingöl alayı da silahlar korosuna katılmıştı.

Gurubumuz büyüyor.

Grubumuzun en hoş adamlarından biri Kalkapazar’lı Hasan, diğeri Hoca idi. İkisi de Ankara’ da okumuş, ilkokul müfettişi olmuşlardı. Tabi Bingöl lisesinde arkadaşlarımız da vardı.

Keleşkof adını taktığımız Rıza Demirel, Haydar Karasungur, Mehmet Ayık, Hüseyin Durmuş, Cevdet inak,  Adnan  Yüksel ve bu yazıda isimlerini vermekte sakınca gördüğüm başka arkadaşlar. Birde Bingöl’ün Genç kasabası vardı, oroda oluşan ilk gruptan söz etmek istiyorum. Buradaki arkadaşlarımızdan birinin adı Zeki Palabıyık’ tı

zekiZeki Palabıyık.

Esmer uzun boyluydu, gerçekten Palabıyık’ları vardı. Öğretmen okulu mezunuydu ve ilkokulda öğretmenlik yapıyordu. Kararlı, cesur ve inançlıydı.
Onunla tartışmaya giren herkes, liderlik özelliklerinin olduğunu hemen fark ederdi.

Zaten bir konuşmaya başladı mı durmazdı. Karşıdaki kişiyi ikna etmeden bırakmazdı. Zeki’nin samimi iki arkadaşı Hidayet Bozyiğit ve Selahattin Demir de Genç’ liydi. Üçü mahşerin üç atlısı gibiydi. Hep birlikte gezerlerdi. Bir de Gavur Ali vardı, uzun boylu, iri yarı bir arkadaştı. O da üçlüye takılırdı.

Hüseyin Hocayı unutmamak lazımdı. Yatılı okulda öğretmendi. Zeki bana “yurtseverdir, ama gidip kendisiyle konuşmak lazım”dedi. Bir gün onu okulda ziyaret ettik. Odasında bizi saygıyla karşıladı. Karşılıklı oturduk, havadan sudan konuştuk. Daha önce Zeki ile tartıştıklarını biliyordum. Bu kez konuyu ben açtım, “ülkenin hali nasıl?” dedim.

Anladı, sömürge olduğuna ben de ikna oldum cevabını alınca, keşke sömürge olsaydı, daha kötü, yani sömürgenin aşağısındadır. Hindistan İngilizlerin sömürgesiydi, ama Hindistan’dı Vietnam Amerikalıların sömürgesiydi, ama İngilizce konuşmak zorunda değildi. Bizde hem ülkenin adı yasak, hem halkın diliyle yazmak yasak dedim. Hüseyin Hoca ile tartışmamız sürüyorken Zeki yanımızdan ayrıldı. Meğer ki okulun diğer odalarına göz atmaya gitmişti.

Okulu soyacağız.

Hocayı yalınız bırakıp okulu terk ettiğimizde,“Tamam fotokopi makinası ve daktilonun yerini tesbit ettim” dedi. Bir gün sonra soygunu planı yapmaya başladık. İş hiç ihmale gelmezdi. Ben Zeki ve Gavur Ali bu  soygunu yapacaktık. Gece karanlığında okulun penceresinden girecek, teksir makinası ve daktiloyu alacak, Murat nehrinin kıyısına gedecek, nehirden karşı tarafa geçecek, sırtımızdaki makinalarla beş kilo metre gidince, bizim köye varacaktık.

tekZaten grup olarak en önemli özelliğimiz, söylediklerimizi yapmaktı. Gecenin karanlığında pencereyi iterek içeri girdik. Makinaları sırtladık, hesapta olmayan hesap makinasını da aldık. Bir müddet sonra nehrin kıysına vardık. Hava sıcaktı, gök yüzünde sayısız yıldız vardı.Teksir makinası hayli ağırdı. Belden aşağı soyunduk, suyun geçit verdiği bir yerden geçtik.

Karşı tarafta giyinince, yola koyulduk.  Ağır olan makinayı sırayla sırtlıyoruz ve yürüyoruz. Nehiri geçerken hayli oyalanmış, şafak sökmeden, bizi örten karanlık perdesi kalkmadan, eve ulaşmamız gerekiyordu. Bir kilometrelik tepeyi çıkınca, dümdüz Yeniköy ovasına vardık. Şafak sökmeye başladığında, Zeki’nin yüzüne baktım, simsiyahtı. Gavur Ali’nin suratına baktım tam bir zenci görünümündeydi. Oturdum gülmeye başladım. Zeki makinayı yere bıraktı, Ali’ye baktı, midesini tuttu, O da güldü. Gavur Ali de  kahkaha attı. Meğer benim yüzümde kapkaraymış!

Teksir makinasındaki mürekkep akmış, ellerimize her tarafımıza bulaşmış. Biz de terimizi silerken yüzümüzde beyaz yer kalmamış. Biraz daha yürüdük, köye ulaşmaya bir kilometre  kadar kalmış. Ama ortalık tam olarak aydınlanmıştı.

Bu halimizle sırtımızdaki makinalarla köye gidemeyiz. Kısa bir tartışmadan sonra makinaları taşlık bir yerde sakladık. Evimiz köyün alt tarafındaydı, hızlı adımlarla kimselere görünmeden yürüdük. Tam bahçeye girdik, babam kapıdan çıktı, elinde ibrik, abdest almaya gidiyordu. Kapkara suratlarımıza baktı. Başını iki yana salladı. Zannedersem bir şeyler anlamadı. Hiçbir kelime konuşmadan yanından geçtik, çıktığı kapıdan içeri girdik. Benim odam ayrıydı, giriş salonunun karşısındaydı, oraya gittik. Aynaya baktık ki vay başımıza gelenler, sessizce güldük!

Babam abdest alıp kendi odasına girince, yüzümüzü yıkadık ve uyuduk. Diğer gece, karanlık basınca makinaları aldık, amcamın samanlığında sakladık,uygun bir zamanda Bingöl’e aktaracaktık.

Sömürgeler sorununu araştırıyoruz.

Bingöl’ deki grubumuz, henüz kendi başına bağımsızdı. Resul Altınok hem büyüğümüz, hem de grubun doğal lideriydi. Bu tarihlerde tartıştığımız veya araştırdığımız konuların başında “sömürgeler sorunu” vardı. Eskiden Portekiz’in sömürgesi durumunda olan Gine Bissau ile ilgili bir kitap bulmuştuk. Onu okuyorduk ve ülkemize benzer yanları üzerine duruyorduk. Vietnam, Amerika’nın egemenliğinden daha yeni  kurtulmuştu. Mücadele sırasında izlenen taktikleri hızla öğreniyorduk.

General Giap’ın askeri dehasına hayran oluyorduk. Başka ülkelerin deney ve tecrübelerini öğrendikçe, kendi gerçeğimize dönüyorduk.  Ülkemiz nasıl bir sömürgeydi? Yarı sömürgemiydi, klasik sömürgemiydi, yoksa bazılarının deyimiyle yeni sömürgemiydi? Türkiye soluna mensup bütün gruplar, Kuzey Kürdistan’ı Türkiye ile birlikte tahlil ederdi. Onlara göre Türkiye’nin statüsü ne idiyse, K. Kurdistan’ında öyle idi. Yani onlara göre Türkiye yarı sömürge ise, K. Kurdistan’da yarı sömürge, Türkiye yeni sömürge ise K.Kurdistan’da yeni sömürge idi. Zaten Türkiye solu bu aşamada henüz K. Kurdistan’a Doğu ve güneydoğu ana dolu diyordu.

Yani ülkemizi Türkiye’nin bir parçası olarak değerlendiriyordu. Bundan dolayı Kürdistan’a özgü bir tahlilleri yoktu. Yine solun büyük bir bölümü, sömürgeleri deniz aşırı ülkeler olarak algılıyordu. Yani onlara göre Türkiye ile Kürdistan arasında deniz olmadığından, Kürdistan sömürge olmuyordu.

Bir de onların mantığına göre, sadece emperyalist ülkelerin sömürgeleri vardı. Türkiye’nin kendisi emperyalistlerin yarı sömürgesiydi. Yarı sömürgenin sömürgesi olmuyordu. Türkiye soluna mensup örgütlerin kadrolarının çoğu, Kürt kökenliydi. Bunlar”Ülkemiz”derken, Türkiye’yi, yani Edirne’den Ardahan’ a kadar ki yeri anlardı. Tabi onlar için proleteryanın birliği önemliydi.

Rusya’da, Çin’de Arnavutluk’ta proleterya sınıf örgütlenmesi yapmış emperyalizmi yenmişti. Bizler de aynen öyle yapmalıymışız. Bizler Türkiye solunun bu tezlerinin hiç birisine katılmıyorduk. Bütün bu tezleri, ülkemizin varlığını inkâr eden Kemalist tezler olarak yargılıyorduk. Bize göre, Kürtlerin bir ülkesi vardı. Adı Kürdistan’dı.

Bu halk milattan önceden beri bu topraklar üzerinde yaşardı. Önce Kasr î şirin antlaşmasıyla ikiye; Lozan antlaşmasıyla bu ülke dörde parçalandı. Şu anda bu parçalardan biri Türkiye’nin, diğerleri İran, Irak, Suriye’nin egemenliğindedir.

Bu egemenliğin biçimi nedir sorusuna cevap arıyorduk. Bu biçimi bulma dan önce “Kürtlerin bir ülkeleri vardır” tespiti çok önemliydi. Bu gerçekten hareket edildiğinde, Kürdistan’ın bir parçası egemenlik altında olduğu ülkenin değil, kendi bütününün bir parçasıdır. Daha açık olarak ifade edersem, Kuzey Kürdistan Türkiye’nin değil, Kürdistan’ın bir parçasıdır. Türkiye solu, o andaki hukuki ve resmi statüyü meşru görüyordu ve hare ket noktası buydu.

Oysa tarihi gerçekler hiçte böyle değildi. Sadece tarihi de değil, kültürel, dil, ekonomik gerçeklerde onları yalanlardı. Bizim Türkiye soluna karşı tezlerimiz şöyle şekilleniyordu. Madem biz Kürtlerin de bir ülkesi vardır, bu ülkeyi tahlil etmemiz gerekiyordu. Türkiye solunun Türkiye için hazırladığı reçeteler bize uymuyordu. Çünkü bizim hastalıklarımız farklılık arz ediyordu. Onlara göre Türki’ye kalp hastasıysa, K. Kurdistan da kalp hastasıydı. Ve bundan hareketle dünyanın her tarafında kalp hastalığı ilaçları aynı oluyordu. Biz yıllarca hastalığımızın başka olduğunu anlatamadık.

Kabul etmiyorlardı, çünkü ülke olarak varlığımızı tanımıyorlardı. Tanısalardı, zaten proplem kalmazdı. Yeryüzünde bir ülke olarak varsan, kadınlar ve erkeklerden oluşursun. Zenginlerin ve yoksulların vardır.Ülkenin toprakları üzerinde bir veya birkaç dil konuşulur. Ülkenin bir ekonomik gelişmişlik düzeyi vardır. Ülke halkı ya kendi kendisini yönetiyor. Ya da yabancı güçler tarafından yönetiliyor. Eğer ülke yabancı güçler tarafından yönetiliyorsa, o ülke sömürgedir. Kendi ülkemizdeki duruma bakıyorduk, halkımızı Türk devleti yönetiyordu. Kürt adına her şey yasaklanmıştı. Ve Kürt olarak bir Kürt, hiçbir şey olamazdı. Yani bir Kürt, Kürt kimliği ile Türk devletinin resmi bir kurumunda hademe bile olamazdı. Öğretmen olamazdı, memur olmazdı, subay olamazdı, olamazdı da olamazdı! Ama kimliğini, tarihini, ülkesini inkâr eden ve kendini Türk olarak gören Kürt/ Türklerin başbakanı bile olabilirdi.

Yunanlılar Egeyi işgal etse.

Türkiye’de ki resmi kafalara göre bu çok normaldir ve bunu eleştirmek etnik milliyetçiliktir. Biz Kürtler için böyle düşünmek etnik milliyetçilik iken; kendileri aynı duruma düşerlerse, onlar için öyle değildir. Örneğin Yunanlılar, bir gün Ege kıyılarını işgal etseler, Ege bölgesinin adını doğu ve güneydoğu Yunanistan olarak değiştirseler, bu bölgede yaşayan bütün Türkleri Yunan saysalar, Türkçe konuşmayı ve yazmayı yasaklasalar. Ve  ben Türküm diyene yaşam hakkı tanımasalar, ancak ben Yunanım diyebilenler; hademe, memur, öğretmen milletvekili olabilseler. Ve bazı  Türkler bu duruma itiraz etseler, bunları etnik bölücü olarak damgalamak mümkün mü?
Hayır hem de bin kez hayır!

699Biz bölücüydük!

 Ama Türkiye’ deki resmi kafalar bizi etnik bölücü, sol kafalar ise; Proleterya bölücüleri olarak suçluyorlardı. Ve biz bu gerçeklerden dolayı Türkiye solundan ayrılıyorduk. Kendi çabalarımızla, kendimize yeni bir yol arıyorduk. Güney Kürdistan’da General Barzani başkaldırısını okuyorduk. Onun yenilgisinden dersler çıkarmaya çalışıyorduk. Konuyla ilgili elimizde çok az belge vardı, arıyor ama bulamıyorduk. Zann edersem bu aralar Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın kaleme aldığı  kalın bir teksir bulmuştuk. Onu okuyup olan bitenleri anlamaya çalışıyorduk. Bütün olaylara sosyalizmin penceresinden baktığımız için Güneydeki yenilginin nedenlerini şöyle sıralıyorduk: KDP feodal önderlikli bir harekettir, bundan dolayı yenildi diyorduk. Seçtiği müttefikleri yanlıştı, onu kandırdı diye propaganda yapıyorduk. Kendimize göre bundan hemen dersler çıkarıyorduk. İşte ilk dersimiz, bizde ki devrime feodaller değil, proleterya öncülük etmeliydi. İkinci dersimiz, halka bir feodal veya bey değil, bir parti yol göstermeliydi. Üçüncü dersimiz, proleteryanın ittifakları, sosyalist ülkeler ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkeler olmalıydı. Bir de Vietnam ve Koreli devrimcilerin okuduğumuz kitaplarından “kendi öz gücüne güven” sözü vardı!

Bu ilke bizim için çok önemliydi. Kendine güvenen kişi,  kendine güvenen grup ve kendine güvenen ülke. Bizim için bu siyasetin A.B.C si gibiydi. Bu güvenimizi arttırmak için kendi tarihimizi araştırmaya koyulduk

Önce yakın tarihten başladık.

1925 te Palu’da, Piran’da, Elazığ’da Genç’te Diyarbakır’da ne olmuştu? Kimler direnmiş, kimler teslim olmuş, kimler idam sehpalarında davalarını haykırmıştı? Dersim’de 1937/ 38  de neler olmuştu? Baytar Nuri’nin elden ele dolaşan teksir halindeki kitabından öğrenmiştik. Ve tarih merakı sarmıştı bizi. Herodot’un tarihinde köklerimizi aramıştık. Kesenefon’un “On binlerin geçişi”nde anlattığı, savaşçı soydaşlarımız gibi olmaya karar kılmıştık. Firdevsi’nin ” Şehname”sinde Zaloğlu Rüstem ile bağımızı kurmuştuk. Newroz başkaldırısının Kawa’ları olama yolunda ilerlemeye başlamıştık

Ankara Grubunun görüşleri.

İkinci dönem Tunceli Öğretmen okulundaki gelişmeleri anlatmadan önce, Ankara’ da çeşitli üniversitelerde okuyan öğrencilerin, bizlerle olan ilişkileri sonucunda, nasıl etkilendiğimize değinmek istiyorum. Gerek Bingöl’de gerek Dersim’de karşılaştığımız bu arkadaşlar bizimle tartışmalarında;

Birincisi, daha önce Kürdistan’da Türkiye cumhuriyetine karşı gelişen ayaklanmaların, ulusal ayaklanmalar değil, direniş hareketleri olduğunu söylüyorlardı. Ben bu tezi kabul etmiyor ve onlarla tartışıyordum. Bana göre hem şeyh Said önderlikli ayaklanma, hem de Desim ayaklanması Ulusal birer ayaklanmaydı. İhsan Nuri Paşa’nın önderlik ettiği Ağrı ayaklanması tartışma götürmez bir ulusal hareketti. Ama Ankara’da okuyan arkadaşlar bunun kabul etmezlerdi. Direniş hareketleri ile ulusal hareketler arasında bazı farkların olduğunu söylerlerdi. Onlara göre, Kürdistan’da milli burjuvazi yoktu, yani oluşmamıştı. Ve dünyadaki bütün ulusal hareketler burjuvazinin eseriydi.

Bizde milli burjuvazi olmayınca, ulusal harekette olmamıştı.

 Onlara göre  Kürdistan’da  gerek feodal dönemde, gerek kapitalizm çağındaki bütün isyanlar “haklı direnme” hareketleriydi. Arkadaşlar bu tezlerini Avrupa’da ki ulusal gelişmeleri özetleyerek bize kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Bir de Stalin’in uluslar hakkındaki tezleri de bunun yardımına sokarak, bizi ikna etmeye çalışıyorlardı. İkincisi, Türkiye’deki sol grupları”sosyal şoven”olarak değerlendiriyorlardı. Bizler sol grupların tezlerini kesin olarak yanlış bulurduk. Kürdistan’ı inkâr ettiklerine inanırdık. Bunun için gece gündüz onlarla siyasi tartışmalar yapardık

Ama böyle bir tanımlamayı ilk olarak onlardan aldık. Bu konularda kitapları karıştırınca hayli veriye ulaştık. “Sosyal şovenizm” devrim için en azından burjuvazi kadar tehlikeliydi. Bir de Türkiye solu gurupları içinde yer alıp, Kürt kökenli olanlar için de bir tanım kullanıyorlardı: “Ulusal inkarcı.” Bu her iki tanım her ne kadar Türkiye solu ile aramızda ki kavgaların zemini olduysa da,  bu tanımları kabul etmekte pek zorlanmadık. Türkiye solu gerçekten Kürt sorunu konusunda “Sosyal şovendi” Ve bu “Sosyal şoven” grupların politikasına angaje olan Kürtler ise, uluslarına yabancıydı. Üçüncüsü Kürdistan’ da Türkiye’de devrim yapmak isteyen sol gruplarla birlikte, birde Kürt sol grupları vardı. Mesala Bingöl’de Türkiye KDP’ si ve Özgürlük yolu çevresi mevcuttu. Ben onlar gibi düşünmezdim, ama hep onlarla oturur tartışırdım. Arkadaşlarımın çoğu o çevrelerdendi. Tunceli öğretmen okulunda bile en samimi arkadaşım, Özgürlük yolu çevresinden Sarı Cemal’ di. Ama Ankara’da okuyan arkadaşlarımız onlar için de bir sıfat türetmişlerdi.

“Kürt küçük burjuva reformistleri.”

Bu tanıma göre, bu grupların mensuplarının çoğu öğretmen memur ve bürokrattı. Bu konumlarından dolayı „Küçük burjuvazi” kategorisine dahildiler. Kürt sorunu konusunda, devrimden yana değiller, sadece bazı reformları talep ediyorlar. Bu özelliklerinde dolayı da “reformist” tirler. Tabi tanımlamaları böyle kafamıza yerleşince ve o dönemlerde Stalin’izm de revaçta olunca, bizler artık Stalin’in Lenin ve Mao Zedung’un kitaplarında “Küçük burjuvazi ve reformistler” hakkındaki bütün satırların altını çizerdik.

Tartışmalarda bunları muhataplarımızın yüzüne vururduk. Süre içinde “sosyal şovenizm ve küçük burjuva reformizmi”nefret edilecek kelimeler halinde dilimizden döküyorduk.

Her ne kadar bizim grubumuzu teşkil edenler de öğrenci öğretmen ve memur idiyse, biz kendimizi “proleter devrimci” olarak görüyorduk. Neyse, bu kadar teorik izahatlarla kafanızı meşgul etmek istemezdim, ama bu sıfatlar, ilerdeki kavgaların anlaşılması için gerekliydi. Artık ilk büyük ulusal eylemimizi anlatabilirim. Çünkü bu dinamitli ve bombalı bir eylemdir, belki de kulaklarınızın pası gidebilir. Veya sizi derin uykunuzdan uyandırır.

21 Martta nevrozu dinamitlerle kutlama!

newrozMart ayına girmiştik. Newroz’un önemini daha yeni kavramıştık. Bizim dilimizde “New” Yeni, “Roz” Gün demekti. Peki bu ne demek ti? Önce duymuş, ardından özel olarak araştırmıştık. Türk Milli Eğitim Bakanlığının yayınladığı Firdevsi’ ye ait “Şehname” Ve yazarının adını şu anda unuttuğum “Dünya tarihi”nde Newroz olayı anlatılıyordu. “Şehname” de Newroz’un efsanesi,“Dünya tarihi”nde gerçeği vardı.

Efsaneye göre, Asur imparatoru Dahak, Suriye’den Orta Asya’ya kadarki bütün halkları eğemelik altına almış, onları inim inim inletiyormuş. Ondan daha zalim ve daha kan içici adam yer yüzüne gelmemişti.

Bizzat kendisi,  babasını aslan avı için hazırlanan kazıklı kuyuya düşürüp öldürmüş, ardından yerine geçmişti. Yeryüzü kralı ünvanını kendisi kendisine layık görmüştü. Çok kısa bir süre sonra başının iki yanında iki yılan çıkmıştı. Baş vurmadık hekim bırakmamış, yılanlara bir çare bulamamıştı. Şeytan bir gün hekim kılığında ona görünmüştü. Ve derdinin dermanını söyleyivermişti: “Günde iki genç insanın beynini bu yılanlara yedir” demişti.

Zelim Dahak, Şeytan’ a uymuştu. Emir buyurmuştu: “Tez yılanlarıma genç insan beyinleri yedirin” diye haykırmıştı. Bu emir üzerine her gün iki genç insan yakalanmıştı. Kasaplara teslim edilmişti. Kafaları kesilmiş, kafa kemikleri kırılmıştı. İçindeki beyinler çıkarılmış, Dahak’ın kafasının iki yanından çıkan iki yılana yedirilmişti.

Aradan yıllar geçmiş, Dahak’ın kafası iyileşmemişti. Durumun kötüye gittiğini fark eden iyi niyetli bir yönetici, kasapları değiştirmişti. Yeni kasaplar her gün kendilerine teslim edilen geçlerden birini dağa salmıştı. Kalan gencin beyniyle bir koyun beynini yılanlara yedirmişti. Dağa salınalar süre içinde çoğalmıştı. Firdevsi’ye göre Kürtler bunlardan türemişti. Yine ona göre, Dahak’ın askerleri bir gün Demirci Kawa’nın oğlunun başını kesmek, beynini yılanlara yedirmek istemişti. Kawa dağa sığınanlarla birlikte Dahak’ın sarayını ateşe vermiş. Ve bu günü Newroz olarak ilan etmişti.

Bu efsane bizleri müthiş etkilemişti. Zira bize göre Dahak’lar hala vardı. Gençlerimizin başları hala kesiliyor ve yılanlara yediriliyordu. Bu beyin yiyicilere karşı dağlara sığınmak veya Kawa olmak, elimizdeki öküz başı şeklindeki gürzü zalimlerin başına çalmak istiyorduk.

Tarih kitapları efsaneyi doğrular niteliktedir. Milattan önce 612 yıllarında, bu günkü orta doğuda, Asur imparatorluğu egemendir. Med komutanı Keyakser,  Zagros dağlarının mağaralarında demirhaneler kurmuştu. Kılıçlar, kalkanlar  ve zırhlar üretmeye başlamıştı. Atların çektiği savaş arabaları hazırlamıştı. Düzenli ordular kurmuş, piyade ve atlı birliklerle Ninova’nın üzerine yürümüş, Zalim Dahak’ın sarayını ateşe vermişti.

Asur imparatorluğu gümbür gümbür yıkılırken, O’nun egemenliği altındaki bütün halklar özgürlüğe kavuşmuştu. İşte Newroz böyle kutlanır. İşte ateşler böyle yakılır. Bazıları yakılan o ateşlerden korkarak titrer. Bazıları da sevinir.

Biz Tunceli öğretmen okulundaki öğrenciler Newroz’u böyle algıladık. 21 Mart günü yaklaşırken bir toplantı yaptık. Aramızda Dersim’li arkadaşları da aldık. Newroz’u sesli olarak kutlayacaktık. Buna göre en kısa zamanda iki kalıp dinamit bulacaktık. Bir tanesini şehrin hemen arkasındaki Düldül tepesinde, diğerini onun ters istikametindeki tepede patlatacaktık.

Dinamitler kapsüller ve fitiller hazırlandı. Gerekli bağlantıları sağlandı. İki gruba teslim edildi, 21 Mart gecesi aynı dakikada fitiller ateşlendi.  gece saat 22 de Düldül tepesindeki dinamit patladı. Ona hemen karşıdaki eşlik etti. Ve dört dağ arasına hapis olmuş şehre, birde patlamaların yankıları geldi. Bizim öğretmen okulunun hemen alt tarafında konumlanmış jandarma alayı, silahları havaya dikti. Başlayan müthiş bir şenlikti. İz mermileri aydınlatıcı fişekler, ardından top mermilerinin sesi gelecekti.

Korkularından titreyenler ve sevinenler de vardı bu şehirde. Sessizce “yeter!” diyenler, eyvah 38 geri geldi deyip titreyenlerde. Sesler, bombalar ve tüfekler, duygu ve düşünceleri saflar bölmüştü. En önemlisi de bizim korkumuz bu patlamalarla ölmüştü. Biz karar alanlar ve yapanlar dışında kimseler, kimlerin bu dinamitleri patlattığını bilmiyordu. Ama herkes bizden kuşkulanıyordu. Aradan günler geçmesine rağmen tartışmalar sürüyordu. Newrozu, 21 Mart gecesini, Dersim’ de Patlayan bombaları kimse unutamıyordu. 21 Mart Newroz Bayramını kutlamanın ardından 23 Nisan yaklaşıyordu.

23 Nisan’ ı kutlamıyor, protesto ediyoruz.

Bu gün de Türklerin ulusal egemenlik bayramıydı. Bize göre biz Kürtler için ise ulusal esaret bayramıydı. Kendi esaret günümüzü, kutlayacak mıydık? Her 23 nisan günü Kürdistan’ın bütün illerinde törenlerle bu gün kutlanırdı. İlk okul, Orta, Lise ve dengi okul öğrencileri sabah erken hazırlanır. Her öğrenci uygun bir kıyafet giyinir. okulların önünde askerler gibi tek sıraya dizilir, sıranın başındaki öğrenci uzunca bir direğe takılmış Türk bayrağı taşırdı. Öğretmenlerin eşliğinde öğrenecilere rahat hazır ol çektirilir. Uygun adım marşla öğrenciler belirlenen alana kadar yürütülürdü. Şehirin bayram kutlamaya uygun alanında düzenli askerler şeklinde dizilen öğrencilere, ilin valisi bir konuşma yapardı. Ardından öğrenciler şiirler okur, Atatürk övülür  ve bayram böylece sona ererdi.

Peki böyle bir bayrama biz neden katılacaktık? Türkiye Büyük Millet meclisinin kurulmasıyla biz Kürtler, neden sevinelim? Millet olarak bizim yokluğumuza karar veren o meclis değil miydi? 1925, 1930, 1938 yıllarında Kürtler’in katlini gerçekleştiren kanunları o meclis çıkarmadı mı? O meclis ki kurulduğundan beri sadece Kürtler’in asimilesini sağlayan kanunlar çıkarmıştı.

Böyle bir meclisin kuruluş gününü biz bayram olarak kutlayamazdık. Biz kendi aramızdaki tartışmalarda bu sonuca varınca, katılmama kararı aldık. Ama Tunceli öğretmen okulu tek başına bunu yapamazdı. Öyle bir yapmalıydık ki; Tunceli’deki bütün okullar, bu bayrama katılmamalıydı. Hemen kendi aramızda görev bölümü yaptık. Komiteler oluşturduk, Tunceli lisesine, sanat okuluna, kız meslek lisesine gruplar yolladık. Farklı gruplarla görüştük, gece gündüz propaganda yaptık. Neticede planımızı somutlaştır dık.

23 Nisan sabahı hepimiz okullarımızın önünde hazır olacaktık. Okullardan yürüyerek Palavra Meydanına gidecektik. Orada sıralar halinde dizilip bekleyecektik. Vali kürsüye çıkıp konuşmaya tam başladığı sırada, hızla alanı terk edecektik.

Bu konuda başarılı olmak için çok  çalıştığımızı hatırlıyorum. 23 Nisan günü öğretmen okulundan yola çıktık. Asma köprüyü çıkarak rampalı yola tırmandık. Tam olarak ha babam sınıfı gibiydik, bayramın kutlanacağı alana ulaştığımızda, hepimiz heyecanlıydık. Bütün okulların öğrencileri tam takır hazırdı. Uzun bir bekleyişin ardından vali göründü, kürsüye çıktı. Ve biz toplu halde sıraları bozarak ayrıldık.

Beş dakika sonra devletten maaş alanlar ve ilk okul çocukları dışında tek kişi alanda kalmadı. Vali’de bu durum karşısında konuşma yapmadı. Her kes sessizce alandan ayrıldı. Bu durum aslında sessiz bir isyandı. Hem baş kaldıranlar, hemde esir edenler sessizdi.

Ama işin garip tarafı, bayramdan sonra bu sessizliğin sürmesiydi.Yani hiç bir öğrenci hakkında dava veya soruşturma açmadılar. Okullarda da  disiplin soruşturmasının sözünü  bile etmediler. Biz kendi cephemizden müthiş bir başarı kazanmıştık. Bir kere binlerce öğrencinin birliğini sağlamıştık, İkincisi, Dersim halkına, bu bayramın bizim bayramımız olmadığının mesajını vermiştik. Üçüncüsü, kendimize olan güvenimiz artmış, ulusal gururumuzu ayaklar altından almıştık.

Çünkü bu bayram Dersim Katliamından sonra bu halka zorla kutlatılmıştı. O günden bu güne kadar kimseler itiraz etmemişti. Öğrenciler, askerler gibi yürüyerek bir alana gelmişti. Çocuklar kürsüye çıkmış,“Atam sen kalk ben yatam”demiş, diğerleri alkış çalmıştı. İşte biz bu yalan oyunu bozmuştuk. 21 Martta dinamitleri patlatarak yasaklanan bayramımızı kutlamıştık, 23 Nisanda toplu halde tören yerini terk ederek yabancıların bayramını kutlamamıştık.

Okuyoruz ve tartışıyoruz.

Biz öğretmen okulu öğrencileri çok kitap okuyorduk. Geceleri kitaplar okur gündüzleri tartışıyorduk. Okulda bizimle tartışacak kimseler kalmadığından şehire iniyorduk. Tunceli de “Alpdoğan“isminde bir mahalle vardı. Bu mahallede”Cumhuriyet caddesi,”bu cadde de bir de “savaş sokağı” vardı. Savaş sokağındaki bir binanın bodrum  katı kahvehaneydi. Siyasi tartışmalar burada yapılırdı. Türkiye solundan bazı gruplar, tartışmaları bir düzene bağlamışlardı. Konular önceden tesbit ediliyordu. Herkesin görebileceği bir duvara  tartışma konusu asılıyor, konuyu tartışmak isteyen grup veya kişiler önceden adını veriyor.  Ve sıra kendilerine geldiğinde söz hakı alıp kürsüde konuşuyordu. Hiç unutmam bir ara duvara “Çelişki, baş çelişki ve tali çelişki” yazmışlardı.

Türkiye solundan her gruptan bir kişi söz hakkı alır, saatlerce anlatırdı. Çelişki derdi, zıtların birliği ve zıtların mücadelesidir. Her şey çelişkidir, çelişkisiz hiçbir şey olamaz. Artının olduğu yerde eksi de vardır. Yanlışın olduğu yerde doğru da vardır. Sertin olduğu yerde yumuşak, zalimin olduğu yerde mazlum, burjuvazinin olduğu yerde proleterya vardır. Ve bunlar arasında çelişki bulunur. Çelişki, çatışmalar yaratır, çatışma gelişmeye neden olur. Çelişkilerinde çeşitleri vardır. Baş çelişki vardır, temel çelişki vardır, tali çelişkiler vardır. Bunlar bir birine karıştırılmamalı dır.

Bir de kendiliğinden çözülen çelişkiler, zor kullanılarak çözülen çelişkiler vardır. Anlatıcı buraya kadar konuyu anlatınca birisi söz hakkı isterdi. Ve söz hakkı alır almaz baş çelişki ile temel çelişkinin aynı olduğunu söylerdi. Mao Zedung’dan alıntılar gelirdi. Kürsüdeki adam Jozef Stalin’in söylediklerine sarılırdı. Süreç derdi, süreç her şeyin bir süreci var ve sürecin baş çelişkisi var. Baş çelişki tesbit edilirse, diğer çelişkileri tesbit etmek kolaylaşır. Örneğin Türkiye, emperyalizmin yeni sömürgesiyse, Türkiye devriminin baş çelişkisi, emperyalizm ile Türkiye halkı arasındaki çelişkidir. Diğer bütün çelişkiler tali çelişkilerdir.

Ve baş çelişki çözülmeden diğer çelişkilerin çözümü zordur. Bu noktada anlatıcıya karşı itirazlar olurdu. Baş çeliki emperyalizm ve sosyal emperyalizmdir itirazları gelirdi. Türkiye yarı sömürge değildir itirazları yükselirdi.

Anlatıcı çelişki deyip konuşmak isteyenleri sustururdu. Köylülük ile feodalite arasındaki çelişki, Feodalite ile burjuvazi arasındaki çelişki, Burjuvazi ile  Proleterya arasındaki çelişki, bunlar sıralanınca Türkiye’nin ekonomik durumu tahlil edilir. Toplumun çelişkileri sıralanır. Mao Zedung’ un Çin için yaptığı tahliller, Türkiye koşullarına uyarlanırdı. Daha doğrusu Mao’nun kitaplarını okuyan sol gruplar, okuduklarını  tekrarlayıp dururlardı. Yaşadıkları ülkelerinden haberdar bile değillerdi.

Pekin’i bilir, Dersimi bilmezsiniz.

Bir gün konuşma sırası bana gelmişti. Kürsüye çıktığımda her kes “çelişkiler” üzerine konuşma yapacağımı sanıyordu. Günlerce saçma sapan çelişkileri dinlemiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, konuşmama şöyle başlamıştım: “Arkadaşlar, birkaç gündür tartışmaları izledim. Moskova’yı, Pekin’ i Arnavutluk’ u Küba’yı iyi tanıyorsunuz, kendi ülkenizi tanımıyorsunuz! Hatta bu şehiri hiç bilmiyorsunuz! Bu kahvenin bulunduğu mahallenin neden “Alpdoğan” mahallesi olduğunu düşündünüz mü? “Cumhuriyet caddesi” ve “savaş sokağının” ne demek olduğunu biliyor musunuz?

1938 öncesi, bu şehir yoktu. Şehirin karşı tarafında Munzur’ un karşı yakasında bir köy vardı. Adı Mameki idi. Dersim’i işgal etmeye gelenler, Munzur’un kıyısında bir askeri kışla kurdular. Burada üstlenip dağlarda köy ve mezralarda insan avladılar.

Yetmiş bin insanı “asidir” gerekçesiyle öldürdüler. Kuşkulandıkları binleri sürgüne yolladılar. Geri kalanları buraya, yani kışlanın etrafına topladılar. Evler binalar okullar yaptılar. Ve şehrin adını “kalan” koydular.

Kalanlara “Ya Türk olacaksınız, ya yok olacaksınız” dediler. Ve kalanlar yaşamak için kendilerinden uzaklaştılar. Geçmişlerini, tarihlerini unuttu lar. Uzağı bildiler, kendilerini görmediler! Sizler dedelerinizi ninelerinizi katleden, süren ve esir alan General Abdullah Alpdoğan’ı bilmiyorsunuz. Ama Çin’deki Çan Kay Şek’i biliyorsunuz. Katilinizin adı mahalenizin adı olmuş, kıpırdanmıyorsunuz!Dedelerinizin fermanını çıkaran “Cumhuriyet”,caddenizin adı olmuş. Sizin delerinizi yok eden“savaş”ise sokağınıza ad olarak verilmiş. Kendinizi bir yoklayınız, yaşıyor musunuz, yaşamıyor musunuz? Var mısınız, yok musunuz? Sizin çelişkiniz işte  budur

Delil Doğan Ve Celal Aydın.

Tartışmak bizim mesleğimiz gibi olmuştu.Ve okulumuza yeni arkadaşlarımız, güçlü tartışmacılarımız gelmişti. Birinin Adı Delil Doğan’dı, diğerinin adı Celal Aydın’dı. İkisi de Malatya öğretmen okulundan sürgün gelmişlerdi. Müthiş bir ikiliydi.

delil-450Delil uzun boylu yakışıklı biriydi, keskin bakışlı yiğit bir adamdı. Kendine güveni tamdı, sözünü kimseden sakınmazdı. Celal orta boylu yakışıklı bir gençti. Bilge bir adamdı. Bir konuşması vardı, yılanı deliğinden çıkarırdı. Anlayacağınız okuldaki ekibimiz tamamdı. Şehirde de yeni hatipler ortaya çıkmıştı. Bunların en önemlilerinden biri. Çetin Güngör’ dü. Sevimli, altın gibi genç bir öğretmendi. Kahverengi saçlarının orta yerinde bir tutam beyaz saçı vardı. Yüzü her daim gülerdi. Bilgi küpü gibiydi. Ona ayaklı ansiklopedi derdik. Kimse tartışmada ona dayanmazdı. Karşısında direnenleri, otomatiğe bağlanmış kelimelerin hedefinde paramparça ederdi.

Ali Haydar Kaytan

Ankarada Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan Ali Haydar Kaytan da müthiş bir tartışmacıydı.Yalınız tartışmacı mı? Duygusal bir şair ve hümanistti! Ve inanmış bir koministti! Bir keresinde okulumuzun yatakhanesinde bize bir konuşma yaptı. Bu konuşma öylesine şiirseldi ki; Dersim katliamını anlatırken hüngür hüngür ağladı ve bizi de ağlattı. Olağanüstü alçak gönüllüydü, kendisinden genç olanlara karşı bile saygıyla davranırdı. Kimsenin kalbini kırmazdı. Arkadaşı vardı, adı Hamili Yıldırım’dı. Haydar’ın tersine sessizdi, çok konuşmazdı. İkisinin arkadaşlığı  Donkişot ile Sanço Panço’nun kini andırırdı. İlk hocam Dursun Ali Küçük’ü hatırlatayım. O da efendi ve nazik bir arkadaştı.

Kutu deresine gidiyoruz, Kamer Özkan geliyor.

Dursun Ali Küçük bir gün okula geldi: “hazırlanın bir yere gideceğiz” dedi. Yanılmıyorsam Cuma Tak, Mehmet Sevgat, Ahmet Topdal, Delil Doğan, Celal Aydın, Süleyman Günyeli, Selim Çürükkaya, Seyfettin Zoğurlu,Toplam 13 kişi Tunceli çarşısına gittik.

Burada Dursun Ali Küçük’ün temin ettiği minibüse bindik. Bize Kutu Dersine doğru gideceğimizi söylediler. Ben bir müddet önce Baytar Nuri’ nin Dersim Tarihi adını taşıyan kitabının teksirini okumuştum. Orada, Kutu Dersinde 1938 de yapılan korkunç katliamı öğrenmiştim. Kitaptan okuduğum yeri birazdan  gözlerimle görecektim. Çok merak ediyordum. Kim bilir o derede kaç dram, kaç trajedi, kaç acı gizlidir? Binlerce kişi, kadın, çocuk o vadide kırılmıştı. Ve ben gidecek gözümle görecektim.

Bir hayli gittik. Kutu Deresini minibüsün camından izledik. Kızılkaya köyünün alt tarafında, Pülümür suyunun kenarında indik. Minibüsçü bizi bırakınca, geri döndü. Biz yaya olarak ilerledik. Suyun kenarında taşlık bir alanda oturduk. Arkamızda derin bir vadi, vadide çok sayıda mağara gözüküyordu.. Biz daha tam yerleşmeden, mağaranın birinden bir adam dışarı çıktı. Elinde kocaman çift namlulu bir silahı vardı. Bıyıkları palaydı. Tam bir dağ adamıydı. Eski Dersimli yiğitleri andırıyordu. Bize doğru gelirken ve gözlerim onun adımlarında ve endamındayken, oralarda geçmişte yaşananlar hayalimde canlandı.

Bize doğru gelen kişi, sanki o katliamdan geriye kalan tek tanıktı. Ve gelen kişi bize olan biten her şeyi anlatacaktı. Ben böyle düşünüyorken, Dursun Ali, gelenin Kamer Özkan olduğunu söyledi. Ve devam etti: “Kamer İbrahim Kaypakkaya’nın arkadaşıdır. İbrahim karlı bir kışta dağda yakalandı. Askeri bir aracın arkasına bağlanarak köy köy dolaştırıldı. Ama Kamer kurtuldu, o gün, bu gün, bu dağları mağaraları kendine mesken edinmiş. Buralarda yatar, kalkar, yaşar” dedi.

Bu heybetli adam karşısında hepimiz ayağa kalktık. Sırayla sarılıp kendisiyle öpüştük. Önce O  oturdu, silahınıda dizlerinin üzerine yanlamasına koydu. Biz de oturunca, hal hatır sordu. Kamer  bize çok şey anlattı. Aradan yıllar geçtiği için anlattıkları hafızamda kalmadı. Ama bazı sözleri bu satırları yazarken hafızamda yankılandı:

“Bu dağlar, bu mağaralar ve vadiler bizi korur. Buraları bir tutarsak, kimseler bizimle baş edemez.Yeter ki biz tek yumruk, tek yürek olmasını bilelim.” dedi. Delil Doğan’ın sömürgecilik üzerine yaptığı uzun konuşmanın izi, Pülümür suyunun müziği gibi beynimde iz bıraktı. Akşam yaklaşınca güneş batmadan minibüs bizi almaya geldi. Kamer Özkan silahıyla vadide kaybolurken, biz özgür dağlardan esir şehire doğru yol aldık.

Her taraf esaret kokuyordu.

Esir şehir! Yalınız şehir mi esirdi? Sessiz dağlar, dakin nehirler bile esirdi.

 Kasabalar ve köyler şehirlerden beterdi.

Ve bize göre en kötü esaret, fark edilmeyeniydi.

Bu koma hali gibi, uyku hali gibiydi.

Bu  durumu  fark etmiş, uyanmıştık.

İLK adım eğitim.

Eğitime birinci derecede önem vermiştik.

Gece gündüz çalışmaya başlamıştık. Seminer grupları oluşturmuştuk. Kürdistan’ın klasik bir sömürge olduğuna kendimizi inandırmıştık. Eğitimimizin amacını da sömürge Kürdistanı kurtarmak olarak belirlemiştik. Hepimiz sosyalist felsefeye angaje olduğumuzdan reçeteyi oradan arıyorduk. Öğrendiğimiz ilk şey, “Diyalektik ve Tarihi Meteryalizm”di. Toplumu veya toplumları ununla tahlil ediyorduk.

Oda bize şunu söylüyordu:

Hayvan alet yapmaya başlayınca insan oldu. Üretim olarak adlandırılan eylemi, onu yüceltti. Süre içinde iş bölümü denilen bir sürece girdi. Dişisi toplayıcılık yaparken, erkek avcılık yaptı. Hayvanları evcileştirme, çift sürme ürünü saklama, derken sınıflar doğdu. Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen…..

Artık tarih denilen şeye bunların çelişkisi damgasını vurdu. Dolayısı ile toplumu basamaklara ayırdılar. İlk basamak, ilkel Komünal toplumdu. Kimsenin kimseyi sömürmediği, baskının zulümün, savaşların esaretin olamadığı, hillenin hurdanın yalanın, dolanın bulunmadığı, hayvanlıktan sonraki ilk aşamaydı.  İkinci basamak, köleci toplumdu. Toplumun keskin çizgilerlerle birbirinden ayrıldığı köle beyleri ve köleler olarak sınıflandırıldığı, sanatçılar, tüccarlar gibi ara sınıfların olduğu ama toplumu besleyenin kölelerin iş gücü olduğu bir aşamadır.

Üçüncü basamak feodal, dördüncü basamak kapitalist, beşinci basamak, komünist aşamaydı. Diyalektik ve tarihi materyalizme göre, bir toplumdan diğerine geçiş bir zorunluluktu. Yani ilkel komünal toplum, köleci topluma, köleci toplum Feodal topluma ve Kapitalist toplum da komünist topluma hamileydi.

Ezilenlerin rolü ise, doğum yaptıran ebeydi. Bizler  bu yasaları öğrendikten sonra, kavimlerin dünyaya yayılışını, milattan önce Atina’da ve Roma’ da kurulmuş köleci sistemleri öğrenirdik. Mısır ve Mezopotamya’da kurulan sistemleri ilk köle ayaklanmalarını okuduk. Burjuvazinin doğuşu, Amerika’ nın keşfi, modern anlamda sömürgecilik. Uluslar, ulusal ayaklanmalar, Paris Komünü, dünya savaşı, Rus devrimi. Komünizmin ilk aşaması, sosyalist devrim. Dahası var, anti sömürgeci mücadeleler. Latin Amerika’da Che Guevara  Ve Kastro gibi efsaneler. Gine Bisau’daki gelişmeler. Hindistan’ da Gandi’ vari taktikler..

Çin’deki uzun yürüyüşler, Vietnam daki çıkışlar.

Ve…….

Bütün bunlardan çıkardığımız dersleri, kendi toplumumuza  uyguladık. Köleci toplumu yaşamışmıy dık? Med konfederasyonunu keşfettik. Onu Diyokes’ e Kurdurduk. Keyakser’le İmparatorluk yaptık. Astyages’le kurulan İmparatorluğu yıktık. Köleci, feodal ve kapitalist dönemde Kürdistan’ı inceledik. Kasr î Şirin ve  Lozan’ la dört parçaya bölündük. Mayın tarlaları, tel örgüler. Yoksulluk sefalet, aramalar, zulüm, korku dehşet ve vahşet. İşte bütün bunları düzenlediğimiz eğitim çalışmalarıyla vermeye ve bu seminerleri yazılı olarak biriktirmeye başladık.

Seminerlere hız veriyoruz.

Seminer çalışmalarını küçümsememek lazım. Bir seminerin hazırlanması için, araştırma yapmak gerekiyordu. Diyelim ki Kürt tarihi ile ilgili bir seminer hazırlanacak. Önce konuyla ilgili kitaplar temin ediliyordu. Milattan önce Kürtlerin ataları ve eski Mezopotamya tarihi…

Medler, Kasitler, Gutiler, Huriler. Orta çağda Kürdistan’ ın durumu. İslamiyet ve Kürtler. Türkler’in Anadoluya gelişi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürtler. İsyanlar, başkaldırılar, Kürdistan’ın Parçalanması. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı, Sevr antlaşması. Lozan ve yeniden parçalanan Kürdistan!

Koçgiri halk ayaklanması, Palu, Genç, Hani başkaldırısı. Ağrı dağı isyanı. Ve 1938 Desim başkaldırısı, isyan ve bastırmalar. Katliam, göç ve kalanları asimilasyona tabi tutma. 1946 Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşu. Bir yıl sonra çar ü çıra meydanında dört dar ağacı. Bozgun, yenilgi ve kaçış. General Barzani’nin uzun yürüyüşü. Rusya’da  sürgün günleri,  geri dönüş.Ve Baas iktidarına karşı başkaldırı.

İsyan!

Dağların doruklarında özgür bir yaşam. Dostlarını ve düşmanlarını yanlış seçme. Cezayir anlaşması ve Şah’ ın arkadan bıçaklaması. Ve yenilgi. Bütün bu konular hakkında bilgi veren kitaplar okunur. Alıntılar bir deftere kayıt edilir. Ardından seminer konusu elle yazılırdı. Seminerleri bazen tek kişi, bazen de bir grup hazırlardı.

Çocuğa ad konuldu.


1976 Yılının ilk baharında artık “Kürdistan devrimcileri” adını kullanıyorduk. Yani artık bir gruptuk. Ama bu ismi nasıl almıştık? Veya kim, kimler tarafından bu isim bize verilmişti, orasını bilmiyorum! Acaba birileri oturdu, bu isim işi üzerinde tartıştı, kararlaştırdı, sonunda  bize kabul mu ettirdi?

Sanmıyorum!

Ne o günlerde, ne de bu günlere kadar “Kürdistan Devrimcileri” adının bir kararla alındığını duymadım. Ülkemizin adı “Kürdistan”dı. Bu isim yasaktı ve biz korkusuzca, ısrarla her yerde kullanıyorduk. Bir de kendimize “Devrimciler“diyorduk. Bu iki kelimenin birleşiminden adımız doğmuştu

“Kürdistan devrimcileri”

Henüz bir proğramımız veya tüzüğümüz yoktu. Grubumuzun ideolojisi de sistemli olarak oluşmamıştı. Araştırma, tartışma evresini yaşıyorduk.

Öcalan diye birisi var mıydı?

Abdullah Öcalan diye birisini henüz tanımıyorduk, bu ismi duymamıştık. Ankara’da okuyan Dersim’li arkadaşlarımızdan kimse de ondan söz etmemişti. Ali Haydar Kaytan; Şahin Dönmez, D. Ali Küçük’ten bir kez dahi olsun Öcalan hakkında tek bir söz sarf ettiklerini duymadım. Bingöl’de Resul Altınok, Zeki Yıldız, Mehmet Hayri Durmuş, Şalvar Mahmut, Kısmet abi, Kalkapazar’lı Hasan’ı tanırdım. Bu arkadaşların bir kısmı Ankara’da okuyor, bir kısmı orada çalışıyordu. Hiç birisi Abdullah Öcalan’dan bir kez dahi olsun söz etmedi. Hiç kuşkusuz yukarıda adlarını sıraladığım arkadaşlar, Öcalan’ı tanırdı. Ama o tarihlerde Öcalan’ın anlatılacak bir meziyeti olmadığı için, Kürdistan’da kimseler tarafından tanınmazdı. Zann edersem bizim Tunceli öğretmen okuluna dışardan gelenlerden birisi dekemal_pir Kemal Pir’di. Türk kökenli olması ve Kürdistan’ın bağımsızlığını savunması bizi etkilemişti. Bir de Ankara’da üniversitelerde okuyan öğrencileri kendimizden daha bilinçli görür, onlara hürmet ederdik.

Ankara Grubunun bize öğrettikleri

Ankara’dan gelip Kürdistan’da bizlerle ilişki kuran öğrencilerin üç konuda bizleri etkilediğini düşünüyorum. Birinci konu; Sovyetler birliğindeki rejimin“sosyalist“değil,“revizyonist”bir rejim olduğu, İkinci konu, Türkiyeli bütün sol grupların, son tahlilde “inkarcı” ve “sosyal şoven” oldukları, Üçüncü konu, bizim dışımızdaki bütün Kürt sol guruplarının ise “teslimiyetçi küçük burjuva milliyetçileri” olduklarıydı.

Doğrusunu söylemem gerekirse; o günkü koşullarda bu tanımlamaları ben de doğru olarak görüyordum. Türkiye solu, Kürdistan’ı Misaki Milli sınırları içinde değerlendirdiği ve ülkemize Doğu ve Güneydoğu Anadolu dediği, Ülkemizin kurtuluşunu Türkiye devrimine endekslediği için, birde sosyalist olduklarını söylediklerinden“sosyal şoven”tanımı yapılarına tam olarak uygundu. Kürt olmalarına rağmen Türk sol gruplarının içinde yer alanları ise“ulusal inkarcı”olarak damgalamıştık. Ankara’da okuyan öğrenciler bu konularda bizi ikna etmede zannetmiyorum ki fazla zorlandılar.

Zira sol kitaplarda “Sosyal şövenizm,”ulusal inkarcılık” “teslimiyetçilik ve küçük burjuva miliyetçilği” konusunda bolca materyal vardı. Biz bunları okudukça bu gruplara karşı bileniyorduk. Henüz aramızda, çatışmalar başlamamıştı, ama kıran kırana bir tartışma vardı. Görüş ayrılıklarımız hemen her konuda derinleşiyordu. Her grup kendi savunduklarının doğru olduğuna inanıyordu. Bizleri hem küçümsüyor, hem alaya alıyor, hem de dıştalamaya çalışıyorlardı. Türkiye soluna göre biz “ulusalcı, milliyetçiydik” Kürdistan sol guruplara göre ise biz “goşist veya maceracıydık.” Biz ise, kendimizi çok ciddi görüyorduk. Yaptığımız işin en azından bir oyun olmadığını biliyorduk.

Sınıf analizleri ve mevzilenmesi.


Eğitim çalışmalarımız hızla bir sonuca doğru gidiyordu. Hemen hemen hepimiz sosyalizmi peşin olarak kabul etmiştik. Bize göre Kürdistan ülkesi ancak ve ancak sosyalizm felsefesiyle kurtulacaktı. Sosyalizm bakış açısıyla Kürdistan klasik bir sömürgeydi. Ulusal kurtuluş mücadelesine ihtiyaç vardı.

Bu mücadele ancak işçi sınıfı önderliğinde verilebilirdi. Tabi o tarihlerde ülkemiz Kürdistan da işçi sınıfı çok zayıftı. Ama biz onunda yolunu bulmuştuk. Bize göre işçi sınıfının sayıca azlığı o kadar önemli değildi. Oluşan partinin işçi sınıfı partisi olması önemliydi. Kürdistan’da başka sınıf ve tabakalar da vardı. Bizim işçi sınıfı partisi onlara da önderlik edecekti. Kürdistan köylü ülkesiydi, cephe esprisiyle köylüyü de biz kazanacaktık. İşsizler, işçilerden daha kalabalıktı, onlara da el atacaktık. Küçük burjuvazi kaypaktı, ama güç kazanacak olan devrime oda katılacaktı.

Bizim sosyalizm anlayışımızda tek parti sistemi esastı.

Zira bir ülkede tek bir proleter partisi olurdu. Diğerleri ya burjuva ya da küçük burjuva partilerdi. Ve asla bunlarla ittifak yapma gibi bir düşüncemiz yoktu. Her ne kadar devrim öncesi devrimde çıkarı olan sınıf ve tabakaları tek bir cephe bayrağı altında bir araya getirme diye bir fikrimiz var idiyse de, biz örgütsüz olan işsizleri, küçük burjuvaziyi, köylüyü kendi bayrağımız altında bir araya getirmeyi düşünüyorduk. Oysa  Kürdistan sınıflı bir toplumdu. Ve her sınıf kendi örgütünü oluşturma hakkına sahipti.  Bu tezi kabul etseydik, devrimde çıkarı olan sınıfların örgütleri bir cephe kurabilirdi. Oysa  bu olasalığı baştan beri ret ettik. Bize göre Kürdistan’da sınıf ve tabakalar vardı. Ama onları temsil edecek örgütleri yoktu veya vardı  biz kabul etmiyorduk.

Başka Kürt örgütlerinin meşruluğunu kabul etmiyoruz

Bu durum biz ile  diğer bütün Kürt örgütlerini karşı karşıya getiriyordu. Bizim dışımızda oluşmuş veya oluşmaya başlamış çok sayıda Kürt örgütleri vardı. Mart 1970 darbesi öncesi “Doğu Devrimci Kültür Ocakları” adı altında kurulan Kürt derneklerinin, Kürdistan’ ın pek çok bölgesinde çalışmaları olmuştu. Anadille eğitim, komando baskısına son, doğuya yol, su, elektrik sloganlarıyla büyük kitle gösterileri organize etmişlerdi. Mart  yarı askeri darbesiyle darbe yiyen, tutuklanan Kürt siyasi eliti, 1974 genel affıyla yeniden örgütlerini kurmaya başladı.

Ama biz onları herhangi bir sınıfın temsilcileri olarak tanımadık. Çünkü  Vietnam’daki Ho Chi Minh de öyle yapmıştı.

 Gerçi Rusya’da Bolşevik devriminin öncüleri devrime kadar, başka örgütlerle ittifak yapmışlar, devrimden sonra diğer partilerin kapılarına anahtar vurmuşlardı.

Bizler bu konuda devrimin başlangıcını değil, sonucunu kendimize örnek almıştık.

Çünkü işçi sınıfını biz temsil ediyorduk.

Devrimi işçi sınıfı yapacaktı.

Toplumun diğer sınıf ve tabakalarını devrime kazandırmak, işçi sınıfının yüce görevleri arasındaydı. Eğitim çalışmalarında bu amaca adeta  kilitlenmiştik.

Okulumuz Tatile giriyor.

Artık Dersim’deki okulumuz yaz tatiline girecekti. Herkes hazırlığını yapmaya başlamıştı. Yaz boyunca yapmamız gerekenler üzerine tartışıyorduk. Herkes gittiği yerde insanları ikna edecek,  bizim fikirleri savunan guruplar  yaratacaktı. Valizlerimizi hazırladık. Biz Bingöl’lü arkadaşlar, şehir’e indik, burada bir otobüse bindik, “Kovancılar” olarak bilinen Elazığ Bingöl yol çatısında indik. Burada Elazığ’dan Bingöl’ e gidecek olan otobüsü bekledik. Karnımız acıktığı için yol üzerindeki lokantada kuru fasulye yedik. Az sonra otobüs gelince sevindik

Arkadaşım Vahdettin Çelik Öldü.

Bingöl’e bağlı Yeniköy’ e dönünce, beni derinden etkileyen bir olay olmuştu. Çok sevdiğim arkadaşım Vahdettin Çelik, bir iş kazasında ölmüştü. Bizim köyümüz Bingöl’ün 17 kilometre yakınında, Çılkani olarak bilinen geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştu. Kurulmuştu diyorum, çünkü bu ova, 1968 yıllarına kadar boştu.

Bizim Murat vadisinde, Suveren istasyonunun karşısında, Genç ile Palu arasındaki köylerimizde toprak kayması olduğundan dolayı, üç köy için Çılkani ovasında yeni evler inşa edildi ve biz 1969 yılında yeni köye taşındık.

Yaklaşık olarak on kilometre eninde, beş kilometre boyundaki bu ova sussuzdu.Ve biz köyümüze yerleştiğimizde yalınızca içme suyu getirilmişti. Böylesine geniş bir ovanın o tarihlere kadar sussuz kalması, aklın alacağı iş değildi, ama olmuştu işte. Bir gün bizim köy dahil, ovayı çevreleyen bütün  köylere bir haber ulaştı“Göynük suyu üzerine sulama barajı yapılacak ve Çılkani ovası sulancaktı.

Gerçekten bir müddet sonra barajın ihalesi Ankara’da yapıldı. Ve Özdemir Sutunç isimli bir mühendis, barajın ihalesini aldı. Bizim köy ile Solahan’ a giden asfalt yolun yol çatısında barajı yapacak olan firmanın barakaları inşa edilmeye başlandı.

Haci çayır, Kadimadrag, Tarbasan, Dere Nazik, Dik, Kurık, Çılkani, hatta İbreman ve Xeraba köyleri sevinmişti. Hem arazileri sulanacak, hem de barajın inşaatında iş bulup çalışacaklardı. Nitekim iki veya üç ay sonra köylere arabalar gelmiş, çalışmak isteyen köylüleri  baraj gölünün yapılacağı yere taşımıştı. Yüzlerce işçi sabah saat sekizde işbaşı yapıyor, akşamüzeri evlerine geri dönüyorlardı. Çalıştıkları ağır işlerdi.

Toprak kazıyor, beton yapıp döküyorlardı. Hiç birisi sigortalı değildi, hiç birisinin iş güvencesi bulunmuyordu. Vahdettin Çelik’ in yaşamını yitirmesiyle her şeyi fark ettik!

Baraj gölü yapıldıktan sonra kanal boyunca bir araba yolu yapmak istiyorlar. Yolun toprağı kazılıyor, toprağın bastırılması için keçi ayağı denilen ağır bir silindir traktörün arkasına bağlanıp çekiliyor. Arkadaşım Vahdettin traktör ile silindir arasındaki bağlantının üzerinde ayakta duruyor. Bir ara dengesini yitiriyor, tonlarca ağırlıktaki silindir üzeriden geçiyor. Vücudu dümdüz olarak yere yapışıyor.

İşte bu haberi duyunca, sanki kalbimden vuruldum. Daktilomun başına geçtim ve bildiriyi yazmaya başladım:

“En ağır işlerde çalışıyorsunuz, emeğinizin karşılığını alamıyorsunuz. Hiç birinizin iş güvenliği yoktur. Vahdetin Çelik örneğinde görüyorsunuz. Aslan gibi gençti, henüz yeni evliydi, bir de oğlu vardı. İş kazasında öldü, şantiye şefi tazminat olarak ailesine hiçbir ödeme yapmadı. Çünkü sigortasız olarak çalıştırılıyordu. Eğer silindirin altında, bir koyun kalmış olasaydı, işveren koyunun fiyatı kadar parayı sahibine öderdi. Düşünün ki sizin bir koyun kadar bile değeriniz yoktur bu iş yerinde!”

Bu cümlelerin içinde olduğu bildiriyi hazırlayıp Bingöl’de çoğaltınca, arkadaşım Nihat Özsoy ile birlikte iş yerine gittik, kanal boyunca çalışan bütün işçilere dağıttık. Okuma yazması olamayanlara da bizzat okuduk.

İşçileri sendika üyesi yapmaya çalışıyorum.

Bir gün sonra Bingöl’e uğradık. Rahmetli Zeki Atsız o zaman orada sendika başkanıydı. Onunla konuştuk, arkadaşımın ölüm durumunu anlattık. Bütün işçilerin sendikalı olması için neler yapmamız gerektiği konusunda kendisine danıştık. Bizi bilgilendirince köye döndük, işçileri ikna etmek için, ben ile Nihat şantiyeye gidip  çalışmak amacıyla adımızı yazdırdık. “Bizde çalışmak istiyoruz” dedik.

İşe alınınca, ben, Nihat, Lütfü ve Ekrem, işçileri ikna etme propagandasına başladık. Ekrem şantiye şefinin puantörüydü. Yani şirkete gelip çalışan kişilerin adlarını soyadlarını ve kaç saat çalıştıklarını yazıyordu. Daima şantiye şefiyle birlikte dolaşıyor, onunla aynı odada yan yana konulmuş masalarda çalışıyordu. Kısa bir zaman sonra şef,  bizim işçileri greve hazırladığımızı ve sendikalı yapmak istediğimizi anlıyor. Baş ustası Selim’ i yanına çağırıyor ve ona:  “Selim usta bu Selim Çürükkaya’nın adı yazılsın, maaşı verilsin, ama kendisi iş yerine gelmesin” diyor.

Selim usta  Şefine: “Şefim olur mu öyle şey, çalışmayana maaş verilir mi?” deyince; Şef : “Selim usta bu iş yerinin sahibi benim ve senin hiçbir şeyden haberin yok. Nelerin olduğunu bilmiyorsun!” diyor, Selim ustayı susturuyor.

Bizim ile şef arasında kavga başlamıştı. İşçileri ikna etmeye başladığımız sıralarda şef çavuş olarak bilinen kişilerin maaşlarını artırdı. Ve bu çavuşlar, işçilere “sigortalı olamayın, olursanız şef sizi işten atar” dediler. Bu propaganda işçileri tereddüte düşürdü. Ama ücretleri çok azdı, sigortalı olmakta tereddüt edince, onları greve gitme konusunda ikna etmeyi başardık. Tek bir kaygıları vardı: “başaka yerlerden yabancı işçi getirilseydi, ne yapacağız?” diyorlardı. O konuda işçilere söz verdik, yabancı işçileri dövüp geri yollayacaktık. Greve herkes tam olarak uydu. Üç gün hiç kimse iş yerine gitmedi. İsteklerimiz dördüncü gün kabul edildi, kamyonlar köylerden şantiyeye işçi taşıdı. Şef ile kavgamız devam ediyordu.

Komünist Hacı.

Şantiye de çalışmalarımız  devam ediyordu. Grev işinde başarılı olmamız, işçiler arasında itibarımızı artırmıştı. Diyebilirimki köylülerin  sosyalizme ilgileri bile başlamıştı. Şantiyede geçen ve bir arkadaşın bana anlattığı  olay, bizi  hem düşündürmüş, hem de güldürmüştü. Arkadaşımın anlattığına göre, bizim köylü Hacı İbrahim usta, yanında çalışan birkaç işçiye, “Sosyalizm demek işçilerin haklarını savunmak demektir” diye propaganda yapıyormuş. Şantiye şefi Özdemir Sutunç üç adım ötede, arkası kendisine dönük Hacı İbrahim ustayı dinliyormuş. Bir müddet sonra şef yürüyerek hacı İbrahim ustanın yanına gelmiş: “Ne o hacı, sende mi komünist oldun?” demiş. Şef’in suratına bakıp gülümseyen hacı İbrahim usta,“Şefim, eğer işçilerin hakkını savunmak komünistlikse, en büyük komünist benim”demiş. Bir hayli yaşlı olan şantiye Şefi Özdemir Sutunç, hacı İbrahim’in bu sözleri karşısında kendini tutamamış: “vay ben bu Yeniköyün a…… koyayım, hacıları bile komünist” deyip geçmiş..

Varto’ ya Gidiyorum.

Arkadaşlarım şantiyede işçiler arasında çalışmalarına devam ederken, ben Bingöl’e gittim. Mehmet Karasungur ve Resul Altınok’a Varto’ya kadar gitmek istediğimi söyledim. Karasungur: “Tamam git, durumlara bir bak, bir daha birlikte gideriz” dedi. Resul Altınok elini cebine attı, şu anda hatırlamadığım miktarda bana biraz para verdi. Bingöl’den otobüs garajına vardım.

Muş’a gitmek için  bir bilet aldım. Hayatımda ilk olarak Muş ile Varto’ya gidiyordum. Muş’a kadar otobüs ile gidecek, orada garajda aktarma yapıp, başka bir araçla Varto’ya ulaşacaktım. Üç arkadaşım vardı Varto da: Nizamettin Taş, Haki ve Orhan. Onları bulacak ve onlarda kalacaktım. Bu günkü gibi o dönemde telefon ve internet yoktu ki, geliyorum diye haber de bırakamazdım. Gidecek, arayacak, soracak ve bulacaktım. Otobüse bindiğimde  saat henüz 11 olmamıştı. Bizim köye  sapan yolu geçince ormanlık bir alan başlamıştı. Solhan kasabasına ulaşınca, yaklaşık olarak yolu yarılamıştım. Muş’a öğleden sonra varmıştım. Otobüsten iner inmez yazıhaneden Varto’ ya gidecek olan araçları sordum.

Bana minibüsü gösterdiler. Hemen bindim, en arka koltuklardan birine oturdum. Şoför müşterileri tamamlayınca direksiyonun başına geçti. Muavin de binip kapıyı kapatınca, hareket ettik. Yol boyunca hiç kimseyle tek bir kelime konuşmadım.

Pencereden dışarıyı izliyor, yaylaları, köprüleri, kırları seyrediyordum. Şu anda hatırlayamayacağım bir yerde minibüsten indim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Varto  nahiyesi çoğu barakalardan ibaret bir yerleşim yeriydi.

Çünkü  daha önce, yani 7 Mart 1966 tarihinde 5.6 büyüklüğünde bir deprem olmuş, 14 kişinin ölümü ve 75 kişinin de yaralanmasına yol açmıştı. Aynı yıl ikincisi  ise, 19 Ağustos 1966  Varto depremi olarak adlandırılan,  Depremin büyüklüğü Richter ölçeğine göre 6.9 olarak belirlenmişti. Felaketin boyutu 2.394 ölü ve 1.489 yaralıya ulaşmıştı. Felaket, Varto’daki tüm yapıları mahvetmiş olmalı ki depremden sonra kurulan yapılar, şehri bir barakalar kenti haline getirmişti..

Arkadaşlarımı bulmakta hiç zorlanmadım. Minibüsten inip dolaşırken TÖB-DER levhası gözüme çarptı. Hemen oraya gittim. Bir grup genç oturuyordu, selam verip oturdum. Bir çay istedim, oturan gruptan biri nereli olduğumu sordu. Bingöl’lü olduğumu ve arkadaşlarımı aradığımı söyledim. Bir saat geçmemişti ki; Haki isimli arkadaşım geldi. Oturanlara “iyi akşamlar” deyip ayrıldık. O geceyi Haki’nin evinde geçirdim. Ondan öğrenebildiğim kadarıyla Varto bir solcu kentiydi. Hem Türk solu, hem de Kürt solundan gruplar vardı.

Bizim grubun görüşlerini savunan bazı arkadaşların da olduğunu, ama Varto’ya uzak köylerde kaldıklarını, hatta bunların üçünün öğretmen olduklarını, birisinin adının Mehmet Can Yüce, birinin Hüseyin, birinin de Mihriban isimli bir kadın olduğunu söyledi.

Botan Nizamettin Taş

 

 Nizamettin Taş’ın köyü Varto’ya çok yakındı, ama onunla yarın görüşecektik.

Gece boyunca Hakki’den Varto hakkında gerekli olan bütün bilgileri aldım.

Öğle saatlerinde Nizamettin Taş ile görüştük.

Bir kahvede oturup çay içtik.

Tartışma yerinin TÖB- DER olduğunu söylediler.

Kürt solundan Rizgari grubunun güçlü olduğunu da öğrenmiştim.

TÖB – DER’ e gittikten bir müddet sonra, orada oturanlarla aramızda tartışmalar başladı. Hatırlayabildiğim kadarıyla konu sömürge ülkelerde legal çalışmalar üzerineydi. Biz o tarihlerde legal çalışmayı red ediyorduk. Daha doğrusu illegal çalışmayı esas alıyorduk. Diğer Kürt gruplarına göre zaten tuhaf bir gruptuk. O dönemin ölçülerine göre solcu bir grup olabilmek için her şeyden önce, bir dergiye veya yayın organına sahip olmak gerekiyordu. Bir de grubun taraftarlarının gidip oturabilecekleri derneklerin olması lazımdı. Grubun yazılı görüşleride şart olarak aranıyordu. Bizde bunların hiç biri yoktu! Varto’daki dernekte benimle tartışma yapan grubun sözcüsü gibi davranan kişi, henüz tartışmanın başında, beni suçlamaya başladı ve şöyle konuştu:

“Senin burada ne işin var? Sen yabancısın, Bingöl’lüsün, buralarda ne ararsın? Siz zaten ajan bir grupsunuz, derginiz yok, derneğiniz yok, her biriniz ayrı yerlerde ayrı şeyler konuşursunuz, bu gün söyler yarın inkâr edersiniz” dedi.

Yanımdaki arkadaşlarım bana bu kişinin adının Selim Fırat  ve Rizgarici olduğunu fısıldadılar. Adam hızını alamayarak habire konuşuyordu. Herkesin duyabileceği şekilde adımı ve soyadımı da telafüz ediyordu. Baktım ki böyle tartışma olmaz. Selim Fırat’ı sakin olmaya davet ettim. Sustuktan bir müddet sonra adamı dışarıya çağırdım. Bir ara sağına soluna baktı, ayağa kalktı. Dışarı çıkınca tenha bir yerde, taşlık bir alanda karşılıklı oturduk. Kendisine dedim ki:

“Bak Selim, tartışman ve mantığın  devrimcilere yakışacak türden değildir. Sen örgütün ne olduğunu daha kavramamışsın. Zannediyorsun ki, üç beş kişi bir araya gelip  Ankara’da bir dergi çıkardı, Kürdistan’ın kasabalarında ve şehirlerinde bazı dernekler açtı, birde birkaç sayfadan ibaret bir proğram yazdı, bunlarla örgüt olunuyor. Yanılıyorsun, Kürdistan’da bunlarla örgüt olunmaz. Kürt halkı dergi ve dernek aracılığıyla da örgütlenmez” dedim.

Aramızdaki tartışma uzun sürdü, geç saatlerde ayrıldık. O geceyi Nizamettin Taş’ın evinde geçirecektim. Köye girdiğimizde Nizamettin bana, Cıbranlı Halit beyin (*) de eskiden bu köyde oturduğunu söyledi.

Cibranlı Halit bey:(*) Miralay Cibranlı Halit Bey (Kürtçe: Xalit Begê Cibirî veya Xalîd Beg Cîbran; 1882 Varto (Gımgım), Muş – ö. 14 Nisan 1925 Bitlis), Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti ordusunun askeri, Kürt Azadî cemiyetinin başkanıdır. 1882 yılında Muş’un Varto (Gımgım) ilçesinde doğdu. Babası Cibran aşiretinin reisi Mahmut Bey’di. İstanbul’da bulunan Aşiret Mektebi’ni bitirdi. Daha sonra Yıldız’daki Harbiye Mektebi’nden mezun olan tek Kürt asıllı öğrenci oldu. Yüzbaşı rütbesiyle ve yaver unvanıyla Osmanlı Ordusu’na katıldı.

I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Filistin’deki görevini bırakıp Varto’ya döndü. Cibran aşireti mensuplarından oluşan üç hafif süvari alayından (Hamidiye Alayları) birinin başına geçti ve Rus ordusuna karşı savaştı. Bu savaşta gösterdiği kahramanlıktan dolayı miralaylık rütbesine terfi edildi. Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in yanında yer aldı ve İstanbul Hükümeti’yle müttefiklere tavır aldı. Fakat, Koçgiri İsyanından sonra yavaş yavaş Kemalistlere karşı tavır almaya başladı.

Şeyh Said’in kayınbiraderi olan Cıbranlı Halit Bey, Azadî cemiyetinin kurulmasının ardından isyancı girişimlerini yoğunlaştırdı. 20 Aralık 1924’te Erzurum’da tutuklandı ve Süvari Tümen Komutan Vekili Albay Ferit Bey başkanlığında kurulan Bitlis Harp Divanında yargılandı. Hıyanet-i Vataniye Kanunu gereğince verilen karar sonucu 14 Nisan 1925 saat 5.30’da Bitlis’te Yusuf Ziya Bey, Yusuf Ziya’nın kardeşi Teğmen Ali Rıza Bey, Yusuf Ziya’nın damadı Faik Bey ile Molla Abdurrahman ile birlikte kurşuna dizildi.  Ailesi ‘Sever’ soyadını aldı.

Vartodan dönünce, M. Karasungur’la geri Varto’ ya.

Üç gün ancak kalabildim Varto da, geri döndüm. Ama tekrar gidecektim, Mehmet Karasungur’u buldum. Durumu ve ortamı kendisine anlattım, bizim gelişebileceğimiz bir bölge dedim. Bana göre buralarda oturmaktansa, açılalım önerisinde bulundum. Beni can kulağıyla dinleyen Karasungur:”gidelim de, önce biraz para bulalım” dedi. Gülümsedim, Parasız çıksak daha iyi olmaz mı? Ernesto eski motorsikletiyle Latin Amerika’yı baştan başa dolaşmaya çıktığında parası mı vardı? Dediğimde o da gülümsedi“Tamam gidelim”deyince sevindim. Eski çağ dervişleri gibi yola çıkacak ve ülkemizin bütün topraklarını karış karış dolaşacaktık. Tanımamız, gidip görmemiz ve acı çekmemiz lazımdı. Çok az miktarda paramızla yola çıktık. Muş Varto yol çatısında otobüsten indik. Varto’ya doğru gelip geçen araçlara el kaldırdık

Üzeri branda bezi kaplı bir kamyon durdu “Nereye hemşehrim?” dedi şoför.“Varto’ya“deyince,“atlayın”dedi. Kamyona bindik, uzun bir süre sonra başımız saçımız toz içinde Varto çarşısında inerek şoföre teşekkür ettik.

M.Can Yüce ile ilk karşılaşma.

Burada Varto’lu Haki’yi bulduk, o da akşamüzeri bir minibüsle bizi Rakasan Köyüne yolculadı. Haki Karer Ağrı ve kasabalarına kadar gitmiş, burada bazı öğretmenlerle kontak kurmuştu. Bunlardan biri de M. Can Yüce idi ve bu köyde otururdu. Gerçekten Köye gittiğimizde M. Can Yüce bizi çok sıcak karşıladı. Evine gittik, acıkmıştık, çok güzel yemekler hazırlandı. Karnımızı doyurunca, sohbete daldık. Mehmet Can Yücen’in bir babası, tıp Karl Marx’ a benziyordu. Saçı ,sakalı, boyu, nurani yüzüyle tıpkı Marx. Onunla da çok sohbetlerimiz oldu. Bir gün sonra Lütfü ve Mehmet Hoca ile de görüştük.

Pir Ali baba ile tanışıyoruz.

En önemlisi de Can’ın  bizi köylerinin seyidi Ali Baba ile tanıştırmasıydı. Mehmet Karasungur yaşlı insanlarla tartışmaya bayılırdı. Yani yaşlılarla çok çabuk kontak sağlıyordu. Ali baba da yaman bir adamdı. Gece bizi evine davet etti. Bizden önce M. Can ona Kürdistan meselesini detaylı  olarak anlatmıştı. Bizim siyasi adamlar olduğumuzu ve uzak yerlerden geldiğimizi anlamıştı. Dünyadan, siyasi olaylardan haberdar bir Pir’di. Karasungur’un Kürdistan devrimi hakkındaki konuşmasını  dikkatle dinledikten sonra:

“Bak yeğenim, Kürdistan devrimi olmadan, Türkiye de devrim olamaz. Karl Markiz bir konuda özeleştiri vermiş,‘ben eskiden İngiltere’de devrim olur, İrlanda kurtulur diye düşünürdüm, fakat velakin hatalı düşündüğümü anladım, şimdi diyorum ki İrlanda kutulmadan İngiltere’de devrim olamaz’demiş” dedi.

Biz Pir’in kendi uslubuyla anlattığı bu örneğe çok güldük.

Ali baba o gece bize çok sorular sordu. Gücümüzün olup olmadığını öğrenmeye çalıştı “Devletin tankı topu var, sizde ne var dedi?” Biz de ona önce gençliği, aydınları, bilenleri, emekçileri aydınlatacağız. Ardından bir parti kuracağız, parti yetmediyse bir cephe oluşturacağız. Silahlı gerilla savaşı başlatacağız. Gece olunca vuracağız, gündüzleri saklanacağız. Devlet binlerce, onbinlerce askerle ardımıza düşecek ve bizi bulamayacak dedik. Ama Pir itiraz etti:“Yeğenim aha buraya itirazım var, bu mertliğe sığmaz, vur, kaç ve saklan! Karşıdaki düşman olsa da bu kalleşliğe girer. Biz savaşa başladık mı, nikahımız üzerine, ermişler üzerine yemin içeriz. Bir kendirle ayak bileğimiz ile bacağımızı bağlarız. Ve kesinlikle kaçmayız” dedi. Pir’i ikna etmek için çok dil döktük!

Hatta Karasungur ona filler ile karıncalar öyküsünü  bile anlattı:

“Biz örgütsüzüz, silahımız yok, devlet güçlü, devlet örgütlü, devlet silahlı. Biz küçük bir güçle büyük bir güce karşı geleceğiz, öyle bir yapmalıyız ki onu yenebilelim! Bizim ki fil ile karınca savaşına benziyor. Karınca biliyorsun file göre çok küçük, karınca Fili yenebilir! Ama nasıl? Orası önemli işte! Eğer karınca bir yolunu bulup Filin burun deliğinden girse ve beyninin yemeye başlarsa, öldürebilir Fili”

Gecenin geç saatlerinde Pir Ali baba artık savaşı başlatacağımıza kesin inanmıştı. Ve bizi çok sevmişti. O gece onun evinde yattık, kahvaltıdan sonra hanımını çağırdı: “Bana o bıçağı getir, gidip kuzuyu keseceğim, öğle yemeğine et yiyeceğiz“dedi. Biz itiraz ettik “Pir’ im sen yoksul bir insansın“dedik. Çok ciddi bir ses tonuyla bize  dedi ki:“Zaten savaş başlayacak, ben ne yapacağım kuzuları?“

Otostop yaparak gidiyoruz.

Mehmet Karasungur ile Varto ve köylerinde kaç gün kaldık? Şu anda hatırlamıyorum. Ama görüşülmesi gereken herkesle görüştüğümüzü, anlatılması gerekenleri anlattığımızı biliyorum. O bölgede ki arkadaşlar, yeterli ve sağlamdı. Yani temelin taşları iyi döşenmişti. Bizlere yol görünmüş gibiydi, Bingöl’e dönmeyecektik. Van’a, hatta Hakkâri’ ye kadar uzanmaya niyetimiz vardı. Tanıdığımız Bingöl’lüler, Van’ın kazalarında işçi olarak çalışıyorlardı. Depremden dolayı Van ve ilçeleri şantiye halindeydi. Ama tanıdığımız işçilerin hangi kasabada kaldıklarını tam olarak bilmiyorduk. Karasungur,”Özalp ilçesinde çalışıyorlar”dedi.

Oraya gideceğiz, ama üzerimizde çok az para var, yine otostop yapacağız!. Bir sabahın erken saatlerinde minibüsle Varto’dan yola çıktık. Bingöl Muş yol çatısında indik, Muş istikametine giden araçlara el kaldırdık. Bir kamyon durdu, Tatvan’ a gidiyordu. Hemen atladık,üstü açıktı kamyon, hareket edince saçlarımız, rüzgarla taranmaya başlandı. Bizim için çok neşeli bir yolculuktu.

Ülkemizi ilk olarak dolaşıyorduk, bir kamyonun kasasından dışarıya dikkatle bakıyorduk. Tatvan’da indiğimizde tanıdığımız hiç kimse ve gidebileceğimiz hiç bir yer yoktu. İki yabancı olarak bilmediğimiz bir yerde indik çarşıya yürüdük, bir kahvede oturduk, çay içtik.

Gece burada kalamayacağımıza göre Van’a doğru yola çıkmayı düşündük. Bir bakkalda biraz ekmek ve peynir alınca, yürümeye başladık. Van Gölü Müthişti, kıyı boyunca yürümeye karar kıldık. Masmavi suları vardı gölün. Süphan’nın gölgesi  göle düşmüştü. Sakindi suları, milattan öncenin suskunluğu sinmişti sanki. Taşlık bir girintide oturduk, gölü seyrettik, Karasungur a “yüzelim mi?” dedim. “Evet” deyince soyunduk, Sodası bol gölün cennet kıyılarında yüzdük, giyindikten sonra yürüyerek karayoluna çıktık.

Yine geçen otolara el kaldırdık. Şansımız vardı, duran ikinci kamyonun şoförü “Özalp’a gidiyorum,” deyince teşekkür edip atladık. İkindi vakti Özalp’a vardık, ama nereye gidecektik? Tanıdığımız işçiler hangi inşaata çalışıyordu? Biz de bilmiyorduk.

Küçük kasabanın çarşısında rastladığımız kişilere sorduk, bize Bingöl’lü işçilerin çalıştıkları köy inşatını tarif ettiler. Akşamüzeri köyün minibüsü ile oraya vardık Ama tanıdığımız işçi yoktu orada, gece olmuş karanlık çökmüş ve biz dışarıda kalmıştık. İnşaattan yürüyerek köye gittik. Şu anda köyün adını hatırlamıyorum, ama  köyün girişindeki ilk ev bizi misafir olarak kabul etmiş, içeri almıştı. Onlara arkadaşlarımızı aradığımızı ama bulamadığımızı söylemiştik. Akşam yemeğini yedikten sonra, çay demlediler, kırtlama şekeri kesmek için kullanılan bir araç dikkatimi çekmişti ve o gece çok sayıda kişi bizi görmeye gelmişti.

Bunların içinde birisi tiyatrocuydu. Tiyatrocu dediğim, eğitim görmüş bir oyuncu sanmayın, bu doğal bir oyuncuydu. Yaşadığı gördüğü olayları canlandırıyordu. Köylüler rica ettiler, bizim için oynadı, müthiş bir yetenekti, gülmekten kırıldık. Gecenin geç saatlerine kadar sohbette ettik. Çoğunlukla Kürtçe konuşuyorlardı ama türkçe de biliyorlardı.

Yaşlı bir adam, köylerinde eskiden Ermenilerin oturduğunu, derenin karşısındaki mahallenin onlara ait olduğunu, fakat buraları terk edip gittiklerini söyledi. Sabah erken  bir araçla Van’a gidecektik, öyle de yaptık, epeyce yol parası ödedikten sonra Van’a ulaştık.

Buradan Bingöl’e zor bela telefon ettik. Tanıdığımız işçilerin Çaldıran kasabasında oldukları bilgisini aldık. Muradiye’ye giden bir araç bulduk. “Oradan yakındır”dediler, atladık ver elini Muradi’ ye, oradan Çaldıran’a gitmek bizim için hiç zor olmadı. Çünkü gelip geçen kamyonlar o kadar çoktu ki!  Muradiye’ye varır varmaz harabe bir kasaba ile karşılaştık.

Evet burası bir kasabaydı ama ayakta olan tek bir bina yoktu. Deprem her şeyi yıkıp geçmişti. Şehirin dışında çadır bir kent kurulmuştu, yaşayanlar orada yerleşmişti. Bu çadır kentte karşılaştığım bir tanıdığım, Çaldıran kasabasını inşaa eden Müteahhitin benim tanıdığım olduğunu söyledi, adını öğrendim ve Karasungur ile birlikte Şantiyeye gittik. Müteahhit ile tanıştık. Aradığımız işçilerinde bu şantiyede olduğunu öğrendik ve bir müddet sonra onların yanına ulaştık.  Tanıdığımız çok sayıda kişi, Çaldıran inşatlarında işçi olarak çalışıyordu. Bizi gayet iyi karşıladılar.

Arkadaşlarım için iş alıyorum.

Akşamüzeri güzel yemekler hazırladılar. Sohbet ettik, tavşan kanı çaylar içtik. O gece işçiler bana bir teklifte bulundular.”Müteahhitle konuş, bize birkaç köy al, boya işlerini yapalım”dediler. Sabahın erken saatlerinde Müteahhidin bürosuna gittim. İşçilerin önerisini söyledim, hemen kabul etti. Köylerin isimlerini söyledi. Bu haberi işçilere söyleyince, sevindiler. Bir gün sonra köylere bakmaya gittik. En büyüğü Muradiye ile Çaldıran arasında  bir nehrin kıyısındaydı.

Hemen buraya taşındık. Evleri saydık 120 adetti. Bizimle çalışacak işçi arkadaşın sayısı ise yediydi. Bu işçilerle o kadar çok  işi yapamazdık. Evlerin pencere, kapıları ve saçakları boyanacaktı. Mehmet Karasungur ile konuştuk, kendisi Bingöle’ e gidip, boş dolaşan arkadaşları toplayıp getirecekti.

Bende Müteahhitle görüşüp boya dahil, her türlü malzeme isteyecektim. Çünkü bizim malzeme almak için paramız yoktu. Kalacağımız evler, yeni yapılmış ve güzeldi. Hemen yakınımızda bir nehir akıyordu. Köyün  çıkışında bir köprü vardı. Köprünün az ötesinde bir kahvehane bulunurdu. Yol işlek olduğundan, kamyon şoförleri kahvehaneye uğrardı. Ve bizde bu şoförlerden, sağda solda olan bitenleri öğrenmeye çalışırdık.

Köprünün altından geçen suyun rengi dikkatimi çekmişti.

Siyaha yakın bir rengi vardı. Çevrenin dağları, çırılçıplaktı. Tek bir ağaç bulunmazdı, işbaşı yapmadan önce suyun kaynağına kadar gitttim. Çünkü Çaldıran ovasında doğuyordu. Ve bu suyun doğduğu kaynaklarda göletler oluşmuştu. Su öylesine sıcaktı ki, elinizi içinde fazla tutamazdınız. Suyun bu sıcaklığı, hem dağların çıplaklığının, hemde suyun renginin sırrı hakkında insana ipucu veriyordu.  Buralar maden yataklarıydı. Ama bakir!

Karasungur bir grup arkadaşla tez döndü. Ümit, boya işlerinden iyi anlıyordu, o bizim baş ustamız oldu. Malzeme ve diğer ihtiyaçlarımız tamamlanınca, işe koyulduk. Gündüz hepimiz birlikte çalışıyor, akşamları işçilerle eğitim çalışmaları yapıyorduk. Bizim en önemli amacımız, arkadaşlarımızı eğitmek, burayı bir üs haline getirerek Van, ilçeleri, hatta  Muş ve kasabalarına ulaşmaktı.  Görebildiğimiz her türlü olanağı değerlendiriyorduk.

Bulank’ a gidiyorum.

İnşaatta işler biraz rayına girince, ben geçici olarak ayrıldım. Muş’un Bulanık ve Malazgirt kasabalarına gidecektim. Çünkü burada arkadaşlarım vardı. Onları öğretmen okulundan tanıyordum ve oralarda barınabileceğime inanıyordum. Okulumuzun en küçük öğrencilerinden birinin adı O…idi Babasının bir bakkal dükkanı vardı, oraya uğradım, O’ nu buldum. Beni görünce çok sevindi, sarılıp öpüştük, diğer arkadaşlarla görüştük.

Buralarda uzunca bir zaman kalabileceğim yerler vardı, ilk geceki sohbetimizde Bulanık kasabası hakkında arkadaşlardan bilgi aldım. “Bulanık Lisesinde bizim gruba ilgi duyan bir lise öğretmeni var” dediler. Arkadaşlarımın anlattıklarına göre öğretmen Antep’liydi ve Hakki Karer’in arkadaşıydı. Okullar kapalı olmasına rağmen, bazı imtihanlardan dolayı öğretmen Antep ‘e gitmemişti.

Bir gece kendisine misafir oldum. Akşamüzeri sohbete daldığımız bir sırada, arkadaşlarımdan biri:“Bulanık’ta gelişme kaydedebilmemiz için, iki kişinin adını söyledi, bunların ikna olması gerekiyor,” dedi ve ekledi: “Eğer bunlar ikna edilirse, Bulanık’ta biz etkin oluruz”iddiasında bulundu.

Bu kişileri daha yakından tanımak istedim. Bana birinin daha önce sol bir örgütün mensubu olduğunu, İstanbul’da kaldığını, bazı soygun işlerine karıştığını, diğerinin ise Rizgari Örgütüne ilgi duyduğunu, ama şu anda ikisininde Rizgari adına faaliyet yürüttüklerini söylediler. Öğretmen arkadaşa söz konusu kişileri buraya çağırıp çağırmayacağımızı sordum. Onaylayınca, Orhan, onları bulmak için çıktı. Bir saat kadar sonra, üçü birlikte içeri girdiler.  Biri uzun boylu iri yarı, diğeri ufak tefek bir adamdı. Karşılıklı tanıştık, ben gerçek adımı söyledim.

Onlar ise, takma isimlerle kendilerini tanıştırdılar. Daha önce arkadaşların bana anlattıklarına göre Bulanık’ta kimse bu ikisinin gerçek isimlerini bilmiyor, herkes onları takma adlarıyla tanıyordu. Aradan 32 yıl geçmiş o arkadaşların başına bir iş gelmesin diye takma adlarını burada zikr tmek istemiyorum. Çünkü bu iki kişiyi, orada çok sayıda kişinin tanıdığını biliyorum. Gelen bu arkadaşlarla  çay içerken sohbete daldık. Bu tartışmamız iki saat kadar sürdü. Kısa boylusu daha bilinçliydi; “Tamam sizin görüşlerinize katılıyoruz, yani ikna olduk, bizim size bir önerimiz var, mensup olduğumuz siyasetimizin yöneticilerine önerimizi götür dük red ettiler, siz önerimizi kabul edecekseniz, biz grubumuz dan ayrılır sizin gruba katılırız” dediler.

Hiç tereddüt etmeden nedir dedim, benimle ayrı bir odada görüşmek istediklerini belirtince, odaya geçtik, karşılıklı oturduk, kısa boylu arkadaş, heyecanla bana şunları anlattı: “Mademki Kürdistan sömürgedir ve silahlarla işgal edilmiştir. Ve mademki silahlı işgale karşı silahlı mücadele gereklidir. Biz silahların yerini bulmuşuz. Bulanık adliye deposunda çok sayıda silah var, biz soymak istedik örgütümüz müsaade etmiyor, gelin birlikte bu işi yapalım ve biz sizin gruba geçeriz.”

Bu sözleri dinledikten sonra ayağa kalktım, kalkın adliye binasına bakmaya gidelim, diğer arkadaşlara siz bekleyin, biz geliyoruz dedim ve dışarı çıkarak adliye binasına doğru yürümeye başladık.

Devam edecek.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu