Makalelerim

Sakık’ın Altaylı’ ya mektubu üzerine

Sen o kadar büyük işlere giriştin ki, kimseler sana sahip çıkamaz Şemdin! Basit hesaplar içine girmen hiç de doğru değildir, hele gazeteler aracılığıyla kardeşlerine, yengelerine küfür etmen sana hiç  yakışmıyor! Aile içi proplemlerinin olduğu, sana ve annene haksızlık yapıldığı kesindir! Ama bu haksızlığı düzeltmenin yolu senin yaptığın gibi olamaz.

Selim Çürükkaya / Şemdin Sakık bu günlerde sesini kamuoyuna duyurmak için ünlülere mektuplar yazıyor. Öcalan’ın Avukatları vardı, devlet Öcalan’ a dünyanın hiç bir hapishanesinde olmayan olanakları sunmuştu ve Öcalan her hafta söylemek istediklerini kamuoyuna ulaştırabiliyordu. Şemdin Sakık ‘ın avukatları yoktu. Ve devlet ona herhangi bir olanak sağlamamıştı. Öcalan bir televizyon komandası işlevi görebildiği için kullanılıyordu, ama Şemdin Sakık Öcalan gibi kullanılamazdı. Çünkü Sakık’ a tapan bir kitle yoktu, Sakık PKK den ayrılınca lanetlendi, Kürt kitlesinin bir bölümü içinde itibarı sıfırlandırıldı. Bu yüzden devlet Şemdin Sakık’ı Abdullah Öcalan’ı kullandığı gibi kullanamazdı.

Şemdin Sakık’ın bu güne kadar kamuoyuna yansıyan görüşlerinden anlıyoruz ki,  yakalanmadan önceki görüşlerinden, yani devlete karşı olan eleştirilerinden çark etmiştir. Eski devletin yerine kendi ailesini ve kardeşlerini koymuştur, yani eskiden Şemdin devleti düşman görürken, şimdi ailesini düşman olarak görüyor, babası ona zulüm yapmış, kardeşleri onun hakkını yemiş, bundan dağa çıkmışmış!  Devleti ise; zalim bir baba gibi değerlendirip, babanın zalimliği terk ederek adil olmasını vaaz ediyor. Şemdin’ in anladığım ve anlamadığım  yönleri vardır: 18 yıl en zor koşullarda Kürdistan dağlarında kaldı. Çok büyük zorluklar yaşadı, kimselerin yapamadıklarını yaptı, Önceleri Öcalan’ın PKK içinde ve Kürt halkına yaptıklarını kavrayamadı. “Apo ‘nun Ayetleri”ni okuduktan sonra her şeyin ayan beyan olduğunu görmesine rağmen elinde imkan, olanak, gerilla, halk varken Apo’ya karşı baş kaldırmadı. Aradan yıllar geçti, Şam’ a çağrıldı, tutuklanacağını bilmesine rağmen gitti, askersiz, çaresiz bırakıldı, elleri bağlanarak güney Kürdistan’a kurşuna dizilmek için gönderildi.

Burada tek başına ölüme gitmek için  ölümden kaçtı. Öcalan Türk devleti ve güney Kürdistan daki güç odaklarına mektup yazarak Şemdin’in bir an önce yakalanmasını istedi. Şemdin’ in bir ihanetçi, kaçkın, işbirlikçi olduğu bizzat ihanetçi, kaçkın ve işbirlikçi olanlar tarafından halka anlatıldı ve halk da anlatılanlara inandı. moralsiz, savunmasız, kimsesiz Şemdin acımasız, zalim ve merhametsiz olan düşmanlarının eline düştü. Gördüğü işkencelerden dolayı kendisini, halkını ve uğruna 18 yıl savaştığı halkının haklı davasını savunamadı. Pişman olduğunu söyledi, pişman olmuşların, işbirlikçilerin hainlerin kendisi hakkında söylediklerini kitleler nezdinde doğruladı, hainlerin yüzünün haklılık maskesi oldu.

Şemdin’in anlamadığım yönlerini ise şöyle izah edeyim: Kardeşim ne istiyorsun kardeşlerinden ? Ne istiyorsun Sırrı dan, Ne istiyorsun Namık tan? Yengelerinden ne istiyorsun? Sen dağa çıkarken onlara mı sordun? İnerken onlara mı baş vurdun? Sen o kadar büyük işlere giriştin ki, kimseler sana sahip çıkamaz Şemdin! Basit hesaplar içine girmen hiç de doğru değildir, hele gazeteler aracılığıyla kardeşlerine, yengelerine küfür etmen sana hiç  yakışmıyor! Aile içi proplemlerinin olduğu, sana ve annene haksızlık yapıldığı kesindir! Ama bu haksızlığı düzeltmenin yolu senin yaptığın gibi olamaz. Biz Kürtlerin bazı gelenek görenekleri, bazı örf ve adetleri vardır. Eğer Sırrı veya Namık sana sahip çıkmamışlarsa, senin hakkını yemişlerse, bunun karşılığı senin onların eşlerine küfür sallamak değildir! Kendine gel! Bu dünyada on yılımız kalmıştır.

Yiğitlik, dünya yıkılsa bile dik durabilmektir. Sen yaptıklarının arkasında dur, mağrur ve ağırbaşlı ol, Sırrı yaptıklarından utanır, Namık ha keza öyle. Utanmasalar bile ne olacak ki? Neyse Şemdin’in bu yönlerini bir türlü anlayamadım! Büyük işlerle uğraşan insanlar, umutlarını yitirdiler mi küçük, basit işlerle uğraşır hale düşerler gibime geliyor. Zannedersem Şemdin de tezahür eden budur. Öcalan hain, kaçkın zalim çıktı diye Türk devleti aku- pak olmadı, tam tersine daha da kirlendi, çünkü Öcalan, devletin kiri pası ve zalimliğinin ta kendisidir. Şemdin Sakık ın Alataylı’ ya yolladığı mektup hakkında Şemdin için bu notu düştükten sonra  yazdığı mektubu olduğu gibi “Sercavan” dan aktarıyorum:

“Öncelikle selam ve saygılarımı iletiyor, değerli zamanınızı ayırıp bu uzun mektubu okuduğunuz için teşekkür ediyorum.

Sayın Altaylı, benimle ilk karşılaşan her insan, “neden dağa çıktın?” sorusuyla başlar, “ne olacak bu işin sonu?” diyerek bitirirler soru yumağı konuşmalarını. Sizlerin de benzer soruların cevabını merak ettiğinizi düşünerek yazmaya çalışacağım bu ilk mektubu.
Sayın Devlet Bahçeli, Kürt Açılımı”na “bizi zorlarlarsa dağa çıkarız” diyerek meydan okuyunca, notlarıma şu cümleleri düştüm: “Bu ülkede dağa çıkmanız için ismi, dili, kültürü, giyim kuşamı elinden alınmış bir Kürt olmanız gerekir. Bu da yetmez, bir de üzerinizden 12 Eylül gibi faşist bir rejimin geçmiş olması gerekir. Bu da yetmez, bir de aile ve çevre ortamında her türlü şiddete maruz kalmış olmanız gerekir. Yani bu üç şartın bir anda yerine gelmiş olması gerekir. Dağa çıkmak ayrı, dağda kalmayı başarmak ayrı: Dağda kalmak için de, dava arkadaşınızın zindanlarda, dostlarınızın ve akrabalarınızın dağlarda, sokaklarda öldürülmüş olması gerekir. İşte tüm bu şartlar oluşmadan dağa çıkamazsınız, çıksanız bile dağda kalamazsınız… Kaldı ki artık Türkiye çok değişti, artık Kürtler bile dağa çıkmakta zorlanıyorlar, ben bile dağa çıkamam artık…”
Bu cümleler benim ve on binlerin dağa çıkış nedenlerini özetliyor. Bu ülkede her şeyi elinden alınmış bir Kürt olmasaydım, 12 Eylül rejiminin zulmünü yaşamasaydım ve orman kanunlarının hüküm sürdüğü, güçlünün güçsüze yer bırakmadığı bir aile ortamında yetişmeseydim, asla dağa çıkma gereği duymazdım. 

Bilim adamı Sayın Adem Solak da, beni ziyarete geldiğinde, “neden dağa çıktın?” diye sordu: “Kendime göre birçok neden buldum, ama halen kendimi ikna etmiş değilim. Galiba sorunun önemli nedenlerinden birisi de ailemizde yaşanan adaletsizlikti: Babamın maddi ve manevi mirasını gasp eden üvey kardeşlerimin hiçbiri dağa çıkmazken, kapı eşiğine bırakılan, ahır ve samanlıklarda yaşamaya mahkûm edilen annemin dört çocuğu da dağa çıkmak zorunda kaldı. Ben ailenin ilk ve tek lise mezunu olduğum, Van Eğitim Enstitüsünü okumaya hak kazandığım halde dağa çıkmak zorunda kalırken, ortaokul diplomasını dışarıdan almış Sırrı Sakık Ankara’da yaşama şansı yakaladı. Bu çelişkili durumu artık siz çözün. Eğer sorun eğitimse ben hepsinden daha çok kitap okudum, daha çok eğitim aldım. Bana sorarsanız bu sorunun kaynağında yoksunluk ve bölgede uygulanan yanlış politikalar var…” diyerek cevapladım.

Geçerken, canımı yakan, yüreğimi kinle dolduran yoksulluk ve yoksunluk ileti üzerine birkaç söz söylememe izin verin lütfen.
Sayın Altaylı, insan yoksul ortamda doğup büyüdüğünde, yoksulluğun ne olduğunu fazla bilmez, acısını da pek o kadar hissetmez; çünkü çevresindeki herkesin kendisinden farksız olduğunu görür, her insanın benzer durumda olduğunu düşünür. Bu düşünce yoksulluktan kaynaklanan bütün acıları uyuşturur, hatta sevince bile dönüştürür. Hani “birlikte ölüm düğündür” derler ya, işte öyle bir şey. Yoksulluk yaygın hal aldıkça, bir ölçüde kabul edilebilir duruma dönüşür.
İnsanlar, yoksul oldukları için ölürler ama yoksul oldukları için öldürmezler.
Eğer zengin bir aile ortamında dünyaya gelmiş ve bu ortamda ihtiyacınız olan her şeyden mahrum bırakılarak büyümüşseniz, işte o zaman yoksulluk yoksunluğa dönüşür. Yoksunluğu ben yaşadım, hala yaşıyorum. Yoksunluk bir çeşit işkencedir, kılıç yarası açar insan yüreğinde, en güçlü ağu gibi zehirler insan ruhunu; insan her gün ölüp ölüp dirilir, dirildikçe kin ve öfkeyle dolar.

Yoksunluk içinde yaşamak acı verir, buna hiç kimse dayanamaz. Bu; ekmeğe bakıp açlık, suya bakıp susuzluk çekmektir; Sahra Çölü’nde susuzluğun, Afrika’da açlığın katlanılır bir yanı vardır, ya suyun ortasında susuzluğun, varlık içinde açlığın!
Yoksunluğa asla alışılamaz; her gün, günün her anı zehirli diken olup batar insana, bu acı ruhunu delik deşik eder. Her gün, günün her saati ve zamanın her anında başkasının eline bakarak yaşamak, insanı toplu iğne darbeleriyle öldürür.
Yoksulluk değil yoksunluktur insanı katil eden.

Yazar Yaşar Kemal, “insanlığın en büyük ayıbı yoksulluktur, en büyük insanlık suçu yoksulluktur” der. Bu tespit kendi dönemi için doğrudur, o dönemlerde insanlar açlıktan kırılırlardı. Bugünlerde ise insanlığın en büyük ayıbı ve sorunu, ekonomistlerin “gelir dağılımındaki dengesizlik” dedikleri yoksunluktur, yani adaletsizliktir.
Yoksulluk değil, yoksunluktur insanı isyana kaldıran.

Etki-tepki kanunu yoksulluğun değil, yoksunluğun kol gezdiği ortamlarda şiddet boyutuna varır.
İnan ki; dağlara, silaha, ölmeye, öldürmeye, bin bir zorluk ve acı içinde yaşamaya hevesli değildik. Başta ben olmak üzere hemen hiç kimse isteyerek çıkmadı o dağlara. Yukarıda da belirttiğim gibi devletin zulmü, inkârcılığı ve feodal aile yapımızın adaletsizliği birleştiğinde kendimizi dağda bulduk. Biz dağa çıkmadık birileri bizi dağa gönderdi, savaştırdı ve bu savaşın rantından nemalandı. O zaman iyi bilmiyordum, şimdi görüyorum ki bizi bu cehennemin içine itenler çok uzağımızda değillermiş. Öyle dış güçler falan değil, ya miras hakkımıza göz diken kardeşlerimiz, ya babalık vazifesini yerine getirmeyen babalarımız, ya da devletimizin yanlış politikalarıdır bizi o dağlara sürükleyen.

Bize “insanları mağdur ettiniz” diyorlar, keşke mağduriyetimiz sadece mağdur ettiklerimizinki kadar olsaydı.
Evet, tüm canlılar uyum sağlayarak yaşama tutunurlar, insanın uyum gücü daha fazladır, fakat onların da uyum gücü sınırlıdır. Dağa çıkan bizler türlü zorluklara göğüs gerdik, bir ölçüde alıştık, ama acı her zaman acıydı, açlık her zaman açlıktı; yorgunluk, soğuk, sıcak her zaman aynıydı, ilk günde de on sekiz yılın son gününde de…
“Öyleyse neden inmediniz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Dağlara uzanan yollar açıktı, dağlara davet eden ya da zorlayan insanlar çoktu, ama dağdan inişin yolu cezaevlerine ya da mezara açılıyordu. Her iki yolun ucunda da ışık görünmüyordu. Gerçekten de devlet, dağdaki insanları indirmek için hiçbir ciddi çaba içerisine girmedi. Pişmanlık yasaları çıkardı ama o yasalara başvuran insanlar ya devlet ve örgütün kurşunlarıyla öldüler, ya cezaevinde çürüdüler, ya da tekrar örgüte gitmek zorunda kaldılar. Bu yasalarla dağdan inmemizi değil saf değiştirmemizi istediler: Örgütten ayrıl, askere katıl, arkadaşlarına kurşun sık… Özeti buydu söz konusu yasaların. Halen de yapılmak istenen budur.

Geçenlerde Başbakan ve Genelkurmay Başkanı yan yana durup objektiflere poz verirken; “gelin teslim olun, Türk adaletine güvenin, son bir ayda on dört kişi gelip teslim oldu, bunlardan onu hakkında hiçbir işlem yapılmadı” diyerek dağdakilere çağrıda bulundular. Onları dinlerken “geleni affediyorlarsa, bu adaletin kardeşim Arif Sakık’a da uygulanması gerekmez mi?” dedim kendi kendime. Kardeşim Türkiye dağlarında silahlı olarak dolaşmadığı halde, biri gıyabında biri de yurtdışında tutuklanıp Türkiye’ye getirildikten sonra olmak üzere iki Müebbet Ağır Hapis Cezasına çarptırıldı. Pişmanlık yasalarından bile yararlandırılmadı. Bu durumu hem Başbakan’a, hem Genel Kurmay Başkanlığı’na, hem de ilgili bütün mercilere yazdım. Bu büyük yanlışın düzeltilmesini istedim. On iki yıldır uğraşıyorum, ama hala kardeşimin bu haksız cezayı çekmekten kurtulması için kimseyi harekete geçiremedim. Bu gerçek olduğu yerde dururken, “gelin teslim olun” çağrıları yapmakla sadece kendilerini gülünç duruma düşürdüklerini söyleyebilirim… Zaten büyüklerimiz bizimle hep dalga geçtiler, kandırmaya çalıştılar.
On sekiz yıl dağda kalmam, özellikle 33 asker olayının üzerime atılması, en iyi niyetli insanda bile oluşturduğu kötü imajı tahmin edebiliyorum. Bu bölgede “hain”, sizin oralarda ise “azgın terörist” sıfatı ile yaftalandığımı da biliyorum. Kimi “düşman”, kimi insanlığından çıkmış olarak görüyor bizi. Size bu mektubu yazarken bile, “acaba okumadan çöpe mi atacak, acaba okurken bir sürü küfür mü savuracak” kaygılarıyla yazıyorum.

On sekiz yıl dağda kaldım. Başlangıçta örgütün hamalı gibiydim. Sonra savaşçısı oldum. Sonra basamak basamak yükselip bütün silahlı güçlerin komutanlığını üstlenme noktasına geldim. Dürüst olmak gerekirse bir dönem silahlı mücadelenin varlık nedeniydim, savaş tanrısı pozisyonundaydım. Yüzlerce arkadaşımı yanı başımda kaybettim. Çok acı çektiğim için çok hırçınlaştım. Bazıları Türklere karşı savaştığımızı iddia ettiler. Asla. Bu hırçınlık Türk’e ya da insana karşı değildi, asla Türk’e düşmanlaşmadım, çok şeyimi yitirdim ama insanlığımı korudum.
Biz Türk’e değil, Türk Devleti’ne karşı savaşıyorduk; sorunumuz üniformaylaydı.
Soyut konuşmuyorum, Türk’e düşmanlaşmadığımı söylerken birçok şey söyleyebilirim ama bunlardan yalnızca birini örnek vermek istiyorum: Andıç.
Kuzey Irak’ta gözaltına alınıp Türkiye’ye getirildiğimde isimleri kamuoyunca da artık bilinen, genellikle bugün emekli olmuş üst düzey askeri yetkililer beni sorguladılar. Daha doğrusu sorgu adına dayatmalarda bulundular. Büyük çoğunluğu Türk kökenli aydın, yazar, gazeteci, siyasetçilerden oluşan uzunca bir liste önüme koydular. Bunların her birisinin örgüte yardımcı olduklarını, örgütle ortak çalıştıklarını, örgütten para aldıklarını söylememi, listeyi imzalamamı istediler. Siz de köşenize taşıdığınız gibi, bu listede sizin de isminiz vardı. Dikkat ederseniz bütün dayatmalara rağmen doğruyu söylemekte ısrar ettim. Bir Türk olduğunuzu, bir Türk milliyetçisi olduğunuzu bilerek masumiyetinizi savunmaya çalıştım. Öyleyse ben niye sizi savundum? Ya da şöyle diyeyim: Ben neden “bu insanların örgütle ilişkisini itiraf edersen kardeşini bırakırız” vaadini elimin tersiyle itip hiç tanımadığım sizlere iftira atmaktan kaçındım? Bu sorunun tek cevabı var, ben Türk düşmanı değildim, ben insandım. İnsan olan cesetlere ve acılara basarak yükselmeyi onuruna yedirmez.
Buna rağmen ismi andıç belgesinde geçen veya geçmeyen aydın ve yazarlarımızdan tek bir tanesi bile hakkımı teslim edecek, bu duruşuma saygı gösterecek bir yazı kaleme almadı, bir söz söylemedi. Gecikmeli de olsa bu hakkı teslim eden siz oldunuz. Bu mektubu birazda teşekkür etmek için yazma gereği duydum.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Benim takındığım tavır dağdakilerin ezici bir çoğunluğunun tavrıdır aynı zamanda. Elde silah dağda dolaşan militanların birer Türk düşmanı olmadığını söylüyorum. Eğer dağda kalmak ve bu savaşın bir parçası olmak Türk düşmanlığına götürseydi, en azılı düşman ben olmalıydım.
Bende, PKK’de ve Kürt halkında devlet düşmanlığı vardır, ama Türk düşmanlığı kesinlikle yoktur. Irak ve Suriye Kürtlerinin Arap düşmanlıkları vardır ve çok derindir, ama Türkiye Kürtleri sosyal olarak onlardan ileridirler, halklara düşmanlık yapılmayacağını iyi bilirler.
Dağdaki militanın ezici çoğunluğunun Türk’e kardeş gözüyle baktığını (benimle Sırrı’nın kardeşliği değil tabi) iyi biliyorum. Hem Kürt’e, hem Türk’e kardeş olunabileceğini düşünüyorlar. Bu gerçek bilinerek, bunun böyle olduğuna inanılarak sorunlara ve kişilere yaklaşılsaydı eminim çok rahat mesafe alırdık. Aksine DTP’lilere bakılarak, biz dağdakilerin onlardan daha kötü oldukları düşünüldü, bize hep olumsuz yaklaşıldı.

Dağda olduğum yıllara gösterilen olumsuz yaklaşımı bir ölçüde anlıyorum. Ya 12 yıldır bulunduğum hücrede yürüttüğüm çalışmalara, pozisyona gösterilen yaklaşıma ne ad vermeliyim? 12 yıldır çabalıyorum; hala azgın teröristim, hala güvenilmezim, hala düşmanım, hala önüm kesiliyor, hala mektuplarımı dışarıya göndermekte zorlanıyorum, hala kitaplarımı bastıramıyorum, hala bastırdığım birkaç kitabın telif hakkını alamıyorum.
Bu noktada inkarcı olmamak gerekir. Bazı kurum ve yetkililer insanca yaklaştılar, bazı imkânlar sundular, bu yaklaşım ve imkânlar sayesinde bir dizi çalışmada bulundum ve önemli katkılar yaptığıma da inanıyorum.
Sayın Altaylı, sanırım kendimden fazlasıyla söz ederek değerli zamanınızı aldım. Özür dileyerek başka bir konuya geçmek istiyorum.  O da ilk günlerde “Kürt Açılımı”, daha sonra “Demokratik Açılım”, daha sonra “Barış ve Kardeşlik Projesi” denilen, her on beş günde ismi değiştirilen, bir türlü açılmayan, ama etrafında kıyametler koparılan tartışmaya ilişkin görüşlerimi sunacağım:

Türkiye’nin birinci sorunu olarak görülen Kürt sorununun en büyük çıkmazı, on yıllardır katmerleşen güvensizliktir. Çünkü empati yapmıyoruz, duyduklarımızı, okuduklarımızı incelemiyoruz, peşin hükümlerde bulunuyoruz, doğrularımıza çakılıp kalıyoruz, zamanla sabit fikirliler haline geliyoruz… Üstelik on yıl önceki gibi düşündüğümüz için kendimizle gurur duyuyoruz. Değişmemeyi, hatta geriye doğru evirilmeyi marifet haline getirmiş insanlarız. Bir kez bile “acaba yanlış yapmıyor muyuz?” diye düşünmüyoruz. Hal böyle olunca, bilginin ışık hızıyla dolaştığı, dolayısıyla hızlı dönüşüm yaşayan günümüz dünyası gerçekliğine ayak uyduramıyoruz, haliyle olup bitene doğru teşhis koyamıyoruz, tespit ve tahminlerimiz hep yanlış çıkıyor, tedbirlerimiz hiçbir işe yaramıyor.
Özellikle Kürt sorunu etrafında olup bitenler konusunda çok şey konuşulduğu halde işin özüne dokunan çok az insan oldu. Felsefeden, edebiyattan, sosyolojiden, teoriden, günümüz dünya gerçekliğinden kopuk, son derece ilkel klişe ve sloganlarla yapılan değerlendirmeler, yanlış teşhis, yanlış tahmin, dolayısıyla yanlış beklentilere sokuyor. Bu gerçek 1984’teki eylemler sonrasında da günümüzde de hiç değişmedi.
Çok geçmişe gitmek istemiyorum, sanırım yıl 2002’di, Eve Dönüş Yasası için çalışmalar başladı. Bir başsavcı gelip benim de görüşlerimi aldı. Ona, “çıkaracağınız yasa Abdullah Öcalan’ı kapsarsa örgütün tümünü, Öcalan’ı dışarıda tutup yönetimini kapsarsa örgütün yarısını, sadece eylem yapanları kapsarsa üç yüz-beş yüz kişiyi, sadece eylem yapmamışları kapsarsa beş, bilemedin on kişiyi çözer” demiştim. Kendileri de bu yaklaşımı ilginç bulmuş, bütün ayrıntıları ile yazmamı istemişti. Bir rapor haline getirip kendisine sunmuştum.

Raporlar ve görüşler Meclis’e aktı, komisyonlarda tartışıldı, kesintiye uğraya uğraya Genel kurul’a indi, bazı kesintilere uğrayarak yasalaştı. Eve Dönüş Yasası’nın maddelerini okuduğumda verdiğim ilk tepki, “annem bile bu yasadan yararlanamaz’ olmuştu. İçeride olmama rağmen yasanın ölü doğduğunu anında fark ettim, ama ekranları dolduran “terör uzmanları” bu yasanın muazzam bir sonuç vereceğini anlata anlata bitiremediler. Devlet yetkilileri de öylesine kendilerini inandırmışlardı ki örgütten kopuşun gruplar halinde olacağını öngörmüş, bunun için alelacele Silopi ovasında gelenleri karşılamak üzere sahra çadırları kurmuşlardı. Bu kopuşun da birkaç gün içinde tamamlanacağını düşünmüşlerdi. Bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti kimse inmedi. Evet, hiç kimse inmedi. O yasadan sadece cezaevindeki Hizbullahçılar yararlandı. Cezaevindeki PKK’li itirafçılar bile yararlandırılmadı.

Onlarda onur olsaydı bu yasayı böyle çıkaranlar, bu yasanın muazzam sonuç alacağını iddia edenler bir daha bu konuda konuşmaz, Kürt uzmanı kesilmezlerdi. Ne gezer…
Aynı yaklaşım sınır ötesi kara harekâtında ve Kandil’in bombalanmasında da görüldü. Birkaç uçak kaldırmakla Kandil’in yerle bir edileceğini, birkaç bin askerin Irak’a sokularak örgütün çökertilebileceği bile düşünüldü. Daha sonraları “orduyu bile Kandil’e soksak sonuç alamayız” diyen eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bile o dönemde Kuzey Irak’a girersek iyi sonuçlar alırız diyordu. Diğer emekli “paşalar” ve “terör uzmanları” ise “bu iş şimdiden bitti” tahmininde bulunuyorlardı. Hatta Kürt sorunu konusunda uzman olduğunu düşünen Mehmet Ali Birand bile operasyon sırasında kameralarını alıp Habur Sınır Kapısı’na gitti. O da kaçan PKK’lileri orada karşılayıp ilk röportajı yapacaktı… Bütün bunları izlerken çılgına dönüyordum hücremde. “Bunlar bu kadar cahil mi, yoksa Türk halkının aklıyla alay mı ediyorlar?” diye sorardım kendi kendime. Doğrusu halen de bu soruya cevap verebilmiş değilim.

İşte düşünürlerimizin garabetine bir örnek daha: 2003’te, Amerika’nın Irak’ı işgal edileceği hararetle tartışılıyordu. Stratejistlerimiz ve emekli paşalarımız ekrandan ekrana koşuyorlardı. Irak konusunda ne dedilerse hepsinin tersi çıktı. “Amerika Irak’a girmeyi göze alamaz” dediler, girdi. “Amerika Türkiye topraklarını kullanmadan Irak’ı işgal edemez” dediler, Türkiye topraklarını kullanmadan Irak’ı işgal etti. “Bağdat, Stalingrat gibi en az iki yıl direnir” dediler, iki gün bile direnmedi. “Bu savaşla beraber Türkiye’ye büyük bir göç dalgası başlar” deyip Silopi ovasında çadır kurdular, tek bir kişi bile Türkiye’ye geçmedi. “Irak bölünecek” dediler, aksine Saddam döneminde tamamen bölünmüş olan Irak birleşti; Saddam’ın devrilmesi sayesinde Irak Kürtleri ilk kez Bağdat yönetiminde söz sahibi oldular. “Bilmem kaç milyonluk Türkmen hakları” dediler, seçim yapıldı, Türkmen nüfusunun bir milyonu bulmadığı ortaya çıktı. “Amerika bu savaşı birkaç günde, bilemedin birkaç ayda bitirir” dediler, altı yıldır hala savaş bitmedi.
29 Mart yerel seçimlerinde aralarında Ali Bayramoğlu, Nazlı Ilıcak ve Fehmi Koru’nun da bulunduğu bir grup gazeteci ve yazar Ak Parti’nin Diyarbakır Büyük Şehir belediyesini alacağını kesin bir dille ifade ettiler. Ak Parti elinde bulundurduğu Siirt ve Van belediyelerini de kaptırdı.

Takip ediyorum, düşünürlerimiz hangi konuda ne söylemişlerse tersi çıkmıştır. Dolayısıyla bir sorunumuz güvensizlik iken, diğer önemli bir sorunumuz da yüzeyselliktir.
Şimdilerde aynı uzmanlar ağız birliği yapmışçasına “Kürt açılımı projesi ülkeyi böler” diyorlar. Bu tespitin ne kadar doğru olup olmadığını bu bayların geçmişteki değerlendirmelerine bakarak tahmin edebiliriz. O kadar doğru teşhis ve doğru öngörüde bulunmuş olsalardı şimdiye kadar onlarca kez yanılmazlardı. Ben de bu tezin anti tezini geliştiriyorum ve şöyle diyorum: “Şayet bugün tartışılmakta olan Kürt Açılımı başarısızlığa uğrarsa, mevcut durumda fiilen bölünen ülke hızla, resmi bir bölünmeye doğru sürüklenebilir.” Sayın Abdullah Gül “tarihi fırsat” diyor, varsa tarihi bir fırsat, o da bu açılımın kendisidir. Kürt Açılımı hem fırsat, hem son şanstır.

Bu ülke fiilen bölünmüştür zaten, bu cümleyi artık herkes kuruyor.
Örneğin ekonomiye bakalım: Elli civarında ekonomik paketin açılmasına, dünyanın en büyük projeleri denilen GAP’a, DAP’a ve teşviklere rağmen yörenin ekonomisinde bir gelişme yaşanmamıştır. Sizlerin de bir yazınızda belirttiği gibi Diyarbakır’ın Bağlar semtinde yaşayan nüfusun büyük bir çoğunluğunun geliri sıfır dolardır. 1980’lerde doğup büyüdüğüm Muş’ta kişi başına düşen milli gelir 750 dolardı. Şimdi bu rakamın altına düştüğü söyleniyor. Peki, ülkenin batısı da aynı durumda mı? Hayır. Kişi başına düşen milli gelirin bazı yerlerde üç bin, bazı yerlerde beş bin, bazı yerlerde yedi bin dolara çıktığı söyleniyor. Bir taraf 750, diğer taraf 7500 dolar. Bazıları “ê canım, İç Anadolu’da da, Karadeniz’de de benzer köyler var, şehirler var” diyorlar. Olabilir, ama bu gelir dağılımındaki bölünmüşlük gerçeğini değiştirmez. Doğu ile Batı arasındaki bu gelir farkını, zenginlik farkını ortadan kaldırmaz. Gerçek şu ki, şu anda Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu fakir, Batı kıyasla daha zengindir. Bu bölünme midir? Evet, bu ekonomik bölünmedir. Doğup büyüdüğüm aile ortamında da önce ekonomik olarak bölünmüştük; üvey kardeşlerim her şeyin, annemin çocukları hiçbir şeyin sahibi olarak yaşıyorlardı.

Bu bölünme burada da durmaz. Kürtler artık hükümetin ekonomik yatırım söylemlerinde samimi olmadığı kanaatine vardılar. Kendi başlarının çaresine bakacaklar. Ekonomik kurumlarını yaratmaya başladılar bile. Artık ekonomiyi iyileştirmek için Ankara ve İstanbul’a değil, Erbil ve Süleymaniye’ye bakıyorlar. Nasıl ki Anadolu sermayesi bir biçimde kendini İstanbul sermayesine kabul ettiremedi ve bunun üzerine kendi kurumlarını oluşturduysa, bugün İstanbul sermayesine rakip bir konuma geldiyse; Kürt sermayesi de benzer bir yol izlemeye başladı bile. TÜSİAD’a rakip olarak MÜSİAD ortaya çıktı, KÜSİAD denilen oluşum da bunlara rakip olarak şekilleniyor. Hiç kuşkunuz olmasın ki bu kurumlar yarın bölgenin vergisi, petrol ve diğer yeraltı, yerüstü zenginlik kaynaklarının kendilerine bırakılmasını isteyeceklerdir.
Açılım paketi başarıya ulaşmazsa, Kürt ekonomisi büsbütün kopacaktır.

Sadece ekonomide değil siyasal olarak da bölünme yaşıyoruz: DTP, bir Kürt partisi olarak, özellikle Türk kökenlilerden neredeyse tek bir oy almazken, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bazı bölgelerde Kürtlerin bütün oylarını alıyor. DTP; Batı’da “öteki”, Doğu’da “bizimki” olarak algılanıyor. PKK; Batı’da “terörist örgüt”, Doğu’da “kurtuluş savaşçıları” olarak algılanıyor. Abdullah Öcalan Batı’da “bebek katili”, “terörist başı”; Doğu’da “ulusal önder”, “ atakürt”, olarak anılıyor.
Emin olmalısınız ki Batı’da “ak” denilene Doğu’da “kara” deniliyor. Ak Parti Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, devlete ve orduya muhalif olarak algılandığı için bu bölgeden oy aldı, devletle yan yana görüldüğü oranda da oyları düştü. Geçmişte Kürtlerin oylarını silip süpüren CHP, devletçi bir parti olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyduğu için artık bazı illerde tabela bile asamıyor. Bir zamanlar bölgede önemli bir kitle tabanı olan MHP, Kürt düşmanlığı üzerinden siyaset yaptığı için bölgenin birçok ilinde temsilcilik açamıyor. Bu bölgede artık Kürtlerin varlığını ve haklarını inkâr eden veya onları ikinci sınıf insan olarak gören kişi veya kurum, anlayış veya duruş tutunamıyor. Bu bölgede düzen partileri olarak algılanan partilerin bütün söylemlerine karşı çıkılırken, DTP’nin her söylemine sahip çıkılıyor. Fanatizm o kadar derinleşti ki, DTP ve PKK’nin yanlışlarına bile sahip çıkılıyor.

Artık sağlık, sosyal ve diğer hizmetlere de kuşkuyla bakılıyor. Eğitim hizmetleri kesin biçimde asimilasyon politikasının bir aracı olarak görülüyor. Zaten bu kadar okulun yakılması ve 164 öğretmenin vurulması da bu politikaya karşı koyuştu.
Sadece içeride değil dışarıya yönelik politikalarda da ciddi bir bölünme var. Türk devleti hangi ülkeyi kendine yakın görüyorsa, bu bölge insanı o ülkeye kuşkuyla bakıyor; hangi ülkeyle sorunu varsa Kürtler o ülkeye daha çok yakınlık duymaya başlıyorlar. Türk devleti Bush’a cephe aldığında, Kürtler arasında Bush sevgisi gelişti. Devletin bazı yetkilileri Celal Talabani ve Mesud Barzani için, “aşiret liderleri, postal öpücüler” türünde aşağılayıcı sözler sarf ettiklerinde Türkiye Kürtleri bu liderlere daha çok bağlandılar. Bağlılıklarını iletmek için sıraya girdiler.  Ben on sekiz yılımı, kardeşlerimi Kürt davasına yatırmama, çıktığım mahkemede “Kürtlerin hakları vardır, bu hakka saygı gösterilmelidir” dediğim halde, pişmanlık beyanında bulunmamdan dolayı Kürtler tarafından “en büyük hain” ilan edildim. Size bu mektubu yazmak bile ihanetle özdeştir, buralarda.
İşte tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda ekonomide olduğu gibi siyasal alanda da ciddi bir bölünme yaşıyoruz, diyebiliriz.

Tüm bunlar barışla değil savaşla oldu, barış değil savaş bizi böldü.
Eğer Kürt açılımı birkaç yıl önce yapılsaydı, Kürtlerin gönülleri ve güvenleri kazanılsaydı, en temel insan hakları verilseydi, siyasi bölünmüşlük bu kadar derinleşmez, bu kadar içinden çıkılmaz hal almazdı. DTP, Ak Parti’nin kaleleri sayılan Siirt ve Van belediyelerini alamayabilirdi. Sorunun çözümü ertelendiği için bugünlere geldik, ama beteri de var: Şayet bu açılım başarıyla ilerlemezse, bir dahaki genel seçimde DTP’nin Meclis’e gönderdiği vekil sayısı katlanacaktır. Zaten %10 barajı olmasaydı Meclis’e yetmiş-seksen civarında vekil gönderebilirdi, ama onlar için önemli olan yerel yönetimlerdir. Bir sonraki seçimde DTP’nin Kars ve kazalarını, Ağrı ve kazalarını; Muş, Bitlis, Bingöl ve kazalarını, Erzurum’un bazı kazalarını, Elazığ’ın bazı kazalarını, Mardin, Urfa ve kazalarını hatta Maraş, Adıyaman’ın bazı kazalarını alabilecektir. Ülkenin batısında Kürtlerin yoğun yaşadığı İstanbul, Mersin gibi yerlerde de çok önemli belediyeleri kazanacaktır. Sözünü ettiğim belediyelerin DTP tarafından kazanılması sınır tartışmalarını gündeme getirecektir, bu da yeni bir çatışma alanı yaratacaktır. Bu sefer de Cemil Çiçek “bunlar Türkiye’yi ele geçirdiler” diyerek kaygılarını dile getirebilir.
Birileri “güçlü bir ordumuz var, kimse ülkeyi bölemez” deyip umudunu askere bağlamış görünüyor. Maalesef askeri alanda da bölünmüşüz: 15 Ağustos eylemlerinden sonra devlet yetkilileri “üç-beş terörist” diyerek küçümsedikleri, üzerlerine yolladıkları on binlerce askerle yok edemedikleri PKK’ye karşı koruculuk sistemi geliştirdiler, şu anda 85 bin Kürt’ten oluşan bir korucu ordusu var.

İyi hatırlıyorum, 1986 yılında silahlı militanlar olarak bizim Türkiye’deki mevcudumuz 30 kişiydi. Şimdi 2000 kişidir, gelinen bu noktaya da askeri başarı diyorlar. 12 Eylül 1980’de, 300 kişi kalan PKK’nin on bin silahlı, on binlerce silahsız militanının olmasına askeri başarı diyorlar. Dahası bazı topraklar askeri denetim altına alınamadığı için boşaltıldı. 3500 köy ve mezranın boşaltılması güvenlik sağlanamıyor gerekçesiyle yapıldı. Bugün Köye Dönüş Projesi var. Bu proje zaten uygulanamadı. Projenin ortaya atılmasının nedeni boşaltılan yerlerde güvenliğin sağlanmış olması değil, şehirlerde artan güvensizliğin hafifletilmesi istemiydi. Bugün Cizre’den yola çıkın, Van’a kadar köy bulamazsınız. Bazı ülkelerin toprağı büyüklüğünde bir arazide insan bulamazsınız. Şimdi eğer bir ülkede ordu güvenliği sağlayamadığı için 85 bin korucu oluşturuyorsa, bu da yetmiyor hemen hemen tüm dağları boşaltıyorsa, buna rağmen karşı tarafın da on bin silahlı adamı istediği gibi girip çıkıyorsa, o ülkede güvenlik zafiyeti var demektir. Dağlar senin değilse başkasınındır, arazi senin değilse başkasınındır. Bir ülkede düşman güçler öyle bir iki aylığına değil, otuz yıl boyunca varlığını sürdürüyorsa, o ülke askeri olarak bölünmüştür. Bugün bizim ülkede yaşadığımız askeri gerçeklik Irak’taki ile benzerlik arz etmektedir; Irak’ta ordu, peşmergeler, milis; Türkiye’de asker, korucu, gerilla güçleri vardır.

Farz edelim açılım başarılı olmadı, ne olacak biliyor musunuz? Meclis’te grup kuran ve bölgenin yüz belediyesini elinde bulunduran; hem Türkiye’de hem de uluslararasında giderek palazlanan PKK, 50 bin kişilik silahlı güç oluşturma kararı alabilir. Bu güce savaşçı toplamak için bütün imkânlarını seferber edecektir. Örneğin her belediyeyi bir askerlik şubesine dönüştürüp onlardan yüzer genç isteyebilir. PKK’nin parası da; siyasal, örgütsel gücü de şimdiden 50 bin kişilik silahlı militan oluşturmaya müsaittir ve bunu mutlaka yapacaktır. Bu ne anlama gelir? Bu, daha binlerce köyün boşaltılması, hatta giderek bazı kazaların boşaltılması, belki bazı karakolların sınır üstünden, sarp araziden çekilmesi, çatışmaların ve eylemlerin şiddetlenmesi, yeni bir göç dalgasının ortaya çıkması demektir. Bu da örgütün üzerinde hâkimiyetini tesis edebileceği geniş bir arazinin ortaya çıkması demektir; örgütün kurtarılmış bölgeler ilan etmesi, burada devletçik oluşturması demektir. “Türk ordusu buna izin vermez” diyorlar, Sovyetler Birliği’nin de beş milyonluk güçlü bir ordusu vardı, ama Sovyetleri çözülmekten kurtaramadı.
Sosyal alandaki bölünmüşlük zaten öteden beri var olan bir gerçektir. Gerçekten de bu bölgenin insanı kendine özgü bir yaşam ve ilişki tarzına sahiptir. Bundan dolayı Batı’daki realite dikkate alınarak çıkarılan hiçbir yasa bu bölgede hayat bulamamıştır. Örneğin, ben üç evli bir babanın çocuğuyum, annemin resmi nikahı olmadığı için öz kardeşlerimle birlikte babamın bütün maddi, manevi miras hakkından mahrum bırakıldık, başımıza gelen felaket de esas olarak buradan kaynaklandı. “Kürt zengin oldu mu, ya bir adam öldürür ya da bir kadın kaçırır” derler. Bu realitemizdir. Bu bölgede zengin olan hemen herkes bir anda iki-üç kadınla evlenmiştir. Dolayısıyla tek evliliği öngören medeni kanunun ne bu hükmü, ne ebeveynlerin sorumluluklarını içeren hükmü, ne de çocukların haklarını gözeten hükmü hayat bulmamıştır. Kız çocuklarımızın, hatta yarı yarıya erkek çocuklarımızın okula gönderilmeyişlerinin bir nedeni eğitimin asimilasyon olarak algılanması iken, diğer bir nedeni de eğitimin Kürtçe olmayışından kaynaklanmıştır. Kefiyemize, şalvarımıza, kasketimize, başörtümüze, fistanımıza öyle büyük saldırılar yapıldı ki insanımız evine kapanmayı sosyal yaşamın bir gereği olarak görme noktasına geldi.

Sayın Altaylı, gördüğünüz gibi ekonomide, siyasette, askerlikte ve sosyal yaşamda giderek derinleşen fiili bir bölünme söz konusudur. Bu bölünmenin derinleşmesini engelleyebilecek tek bir araç kalmıştır, o da Türkiye’nin dört bir köşesinde var olan, Türkiye’nin sağcısına, solcusuna, liberaline, muhafazakârına, milliyetçisine, Türkçüsüne, Kürtçüsüne hitap eden ve bütün bu akımların temsilcilerini bünyesinde barındıran Ak Parti’dir. Bu partiyi sevmediğinizi biliyorum, ama Ak Parti’nin varlığı bu sorunun çözümü için büyük bir şanstır. Aksi takdirde bu sorunu ne CHP, ne MHP, ne de DTP çözebilir. Kendi mantıkları ile bile çözemezler. Kürt açılımı projesinin Ak Parti tarafından gündeme getirilmesi de bir tesadüf değildir. Şayet bu parti ülkenin bütününü temsil etmeseydi, böyle bir girişimde asla bulunamazdı.
Ne ilginç değil mi? Batı’da bölünmenin başlangıcı olarak görülen Kürt Açılımı Doğu’da birlikte yaşamanın son şansı olarak görülüyor. Al sana bir bölünme işareti daha.
Ben bu açılımın başarısını birlikte yaşamanın tek şansı olarak gördüğüm için “acaba ben de bir katkıda bulunur muyum?” deyip beyin yoruyorum. Onlarca makale yazdım, hatta bu konuda yazdığım iki kitabımı da İçişleri Bakanlığı’na gönderdim. İncelediklerini, yararlandıklarını söylediler.

Herkes “Kürt Açılımı başarıya ulaşmazsa bölünmeyi tartışırız” diyen Aysel Tuğluk’a kızıyor, kimse kızmasın bu kadın dürüst davrandı, malumu ilan etti. Gerçekten de, Kürt Açılımı başarıya ulaşmazsa ülkenin bölünmesi gündeme geldiği gibi, daha beter bir durum da yaşanabilir; Kürt-Türk kardeşliği Şemdin-Sırrı kardeşliğine dönüşebilir.
Kürt Açılımı’nı iyimser bir temkinlilikle karşılıyorum. İyimserim çünkü Ak Parti gibi toplumun bütün kesimlerini temsil eden bir parti başlatmıştır bu açılımı. Bu göreve koordinatör olarak sosyal bilimci Sayın Beşir Atalay’ın atanması iyimserliğimin bir başka gerekçesidir. Devlet kurumlarının buna en azından sert tepki göstermeyişleri de iyimserliğin başka bir nedenidir. Toplumun ezici bir kesiminde bu sorunu çözme iradesinin ortaya çıkması, Ergenekon soruşturmasının genişlemesi, derinleşmesi ve bence sonuca gitmiş olması da beni iyimser kılıyor. Obama ile başlayan uluslararası konjonktürde iyimser olmamız için bir nedendir. Toplumun hemen her kesiminin görüşünün alınması, sorunun çözümü için toplumsal zeminin oluşturulmaya çalışılması “bir an önce bu sorun çözülmelidir” denilerek zamanın iyi kullanılması, örgütün silahsızlandırılmasının en öncelikli hedef olarak benimsenmesi gibi hususlarda iyimserliğin nedenleridir.
Ama aynı zamanda temkinliyim de. Bazı eksikler görüyorum. Birinci eksiklik şudur: Özellikle otuz yıllık savaş sürecinde nasıl ki devlet adına hareket eden, ancak devleti içten içe fethedip çeteleşen, çıkarını ve geleceğini savaşta gören bir oluşum ortaya çıktıysa ve Ergenekon soruşturmasıyla bu gerçeklik deşifre edildiyse, benzer bir oluşum da Kürt cephesinde şekillendi. Buna Kürt Ergenekon’u ya da Derin Kürtler diyebiliriz… Ama henüz bu oluşumun üzerine gidilmedi. Bir ayağı DTP’de, bir ayağı koruculukta, bir ayağı PKK’de, bir ayağı Ak Parti’de olan; insan, eroin, silah kaçakçılığı yapan, ihalelere fesat karıştıran, her türlü yolsuzluk girişiminde bulunan bu ağ deşifre edilmedi, çözülmedi… Bu şebeke halen bütün varlığıyla karanlık işlerin başında bulunuyor, Ergenekonun çökertilmesiyle meydan tümüyle onlara kaldı. Bu çete olduğu yerde kaldıkça DTP’yi ılımlı bir çizgiye çekemezsiniz, PKK’ye silah bıraktıramazsınız, koruculuk sistemini dağıtamazsınız, içinde milyar dolarlar dönen kaçakçıları durduramazsınız…

Tahkikat komisyonunun oluşturulmasından söz ediliyor, bu komisyon “faili meçhulleri incelesin” isteniyor. Bence faili meçhullerin faili ortaya çıkmıştır. Bir bir cezalandırılıyorlar da… Bence sıra ihale yolsuzluklarının ortaya çıkarılmasına gelmelidir. Bu savaş döneminde kimler bu büyük ihaleleri aldılar ve ne yaptılar? İşte bu sorunun sorulması ve cevabının bulunması çok önemlidir. Çünkü ülke bu ihale yolsuzluğunda sadece parasını kaybetmedi, bir de bu hırsızlar güçlendikçe savaşı kışkırtılar ve finanse ettiler.
Bu konuya ilişkin bir küçük anımı anlatmak istiyorum: Kulp’un arkasındaki dağdayım. Kulp esnafı kendi aralarında toplanmış, bir temsilci seçip bana göndermişlerdi. Getirdiği mesaj şuydu: “Ayda iki bir-iki kez gel kendini Kulp’un çevresinde göster, örgüte şu kadar para vereceğiz.” Neden mi? Kendimi göstereceğim, ihbar olacak; eh, Şemdin söz konusu olduğunda en büyük operasyon başlayacak, en az on bin hatta bazen yirmi bin asker Kulp’a sevk edilecek, bunlar operasyon süresince Kulp’ta kalıp alışveriş yapacaklar. Kulp esnafı bir yılda satamadığı malı üç-dört günde satmış olacak.
Sayın Altaylı, kıyı bir ilçenin esnafı bu planı yapabiliyorsa Kürt feodallerinin, beylerinin nasıl büyük planlar oluşturduklarını varın siz düşünün. İhale yolsuzluğundan trilyonlar kazanan Sırrı gibilerinin “savaş sürsün” diye ne dolaplar çevireceğini ancak ben tahmin edebilirim.
Herkes bu savaşın tek sorumlusu olarak PKK’yi görüyor. Bilin ki PKK’yi daha çok savaşsın diye cesaretlendirenler var, finanse edenler var. Dolayısıyla Kürt Ergenekon’u üzerine gidilmeden ilerleme sağlayamayız, diyorum. Mevcut durumda Kürt Ergenekonu’nun üzerine gitmeleri şurada kalsın, barış için onlarla konuşuyorlar, onlardan medet umuyorlar. İşte bu durum beni kaygılandırıyor.

Beni kaygılandıran ikinci bir husus da şudur: Devlet bu sorunu çözmek isterken savaşın gerçek mağdurları ile değil, yüzlerce insanı mağdur edip onların kanı ve acısı üzerinden geçinenlerle konuşuyor. Onları muhatap alıyor gibi geliyor bana. Örneğin; korucu başlarıyla konuşuyor, DTP’nin bazı yetkilileri ile konuşuyor, Ak Parti içindeki bazı vekil veya parti üyeleri ile konuşuyor. Bunların geçmişlerini, savaşla ilişkilerini hiç irdelemeden konuşuyor.
Örneğin bana sorulsaydı kendini mağdur gösteren birçok kişinin 12 Eylülden beri şiddetin ve savaşın sürüp gitmesi için elinden geleni yaptığını belgeleriyle ortaya koyardım. Ama onlar Kürt açılımı söz konusu olduğunda gidip savaş kışkırtıcısı Sırrı Sakık’a mikrofon uzatıyorlar. Geçenlerde Vatan Gazetesi’nde çıkan bir demecini okurken tüylerim diken diken oldu, boğazım kurudu, o kadar öfkelendim ki sarsıla sarsıla ağladım.
DTP’de siyaset yapan ve basınımızın bir kesiminin de “güvercin” olarak nitelendirdiği zatların neme nem sahtekârlar olduğunu ortaya koymak için Sırrı örneğini sizinle paylaşmak istiyorum. Bu konuda tek bir cümle yanlış yazarsam namerdim.
   “Bir kardeşim faili meçhul, ikisi hapiste, ikisi yurt dışında, kız kardeşim dağda öldü, ağabeyimin oğlu öldürüldü, amcamın iki oğlu öldürüldü. Yani bedel ödemeden konuşan biri değilim” diyor, hazret.
“Bir kardeşim faili meçhul oldu” derken büyük Ağabeyim Abdulsamet Sakık’ı kast ediyor. Şerefim üzerine yemin içerim ki bu ağabeyimiz babamın, Abdulhaluk’un ve Sırrı’nın haksızlıklarına, dedikodularına, baskılarına dayanamadığı için çocuklarını alıp Antep’e sığındı. Sırf aileden uzak kalmak için Muş’u terk etti ve gittiği yerde faili meçhul cinayete kurban gitti.
“Yeğenim” dediği adam, ağabeyimizin oğlu Müfrit Sakık’tır, onun da Sırrı ve kardeşleriyle bir ilişkisi yoktu, babasının intikamını almak üzere örgüte katıldı. Yıllarca dağda faaliyet yürüttü. 1999’da Abdullah Öcalan’ın silahlı militanları Kuzey Irak’a çekmesi planı çerçevesinde geldiği Kulp kırsalında bir çatışmada öldü.
1992’de Abdulsamet Sakık Antep’te faili meçhul bir cinayete kurban giderken cenaze borsası çok yüksekti. Sırrı ve kardeşleri cenazeyi Antep’ten alıp on binlerin eşliğinde Muş’un Zengök köyüne getirip gömdüler. Ama oğul Müfrit Sakık öldürüldüğünde cenaze piyasası düşmüştü, o günlerde gerilla komutanı ve lideri cezaevine düştükleri için gerilla cenazesi para etmiyordu, “annesi üzülmesin” yalanını uydurarak cenazeyi almaya gitmediler. “Yeğenim” dediği Müfrit’in cenazesi halen Kulp Jandarma Alay’ının yanında bir çukurda bulunuyor.

“İki amcam oğlu öldürüldü” diyor. Sözünü ettiği amcamız Abdullah Sakçı’dır. Aynı zamanda kızı Keje de benim 32 yıllık nişanlımdır. 1981’de, Karlos isimli bir örgüt mensubuyla birlikte, bir gece saat 12’de bu amcamın evinden çıktığımızda; Sırrı’nın iki kardeşi, damadı ve dayıoğlundan oluşan dört kişilik bir grubun pususuna düştük. Bizi öldürmeyi başaramayınca sözünü ettikleri bu amcamın ve diğer bazı köylülerin evlerini taradılar. Kurutulmuş tütünlerini ateşe verdiler. Bu insanlar hemen ertesi gün köyden ayrılmak zorunda kaldılar. Ellerine geçirebildikleri yükte hafif pahada ağır eşyalarını yanlarına alarak Elazığ’a yerleştiler. Ailenin büyük oğlu Sener Sakçi sözünü ettiğim bu olaydan dolayı aranır duruma düştüğü için dağa çıktı, dağda vuruldu. O sıralar kardeşi Ramazan Sakçı üniversitede tahsil görüyordu, ağabeyinin öldüğünü duyduğu gibi tahsilini bırakıp dağa geldi, bir süre sonra o da vuruldu. “Amcam” dediği adamın bir oğlu ve kızı Kejê kaldı. Onlar da halen Elazığ’da, belki de bu bölgenin en yoksul bin ailesinden biri olarak yaşıyorlar.
Gerçek bu. Şimdi de çıkmış, bu kayıpları kendi kaybı, bu acıları kendi acısı gibi yansıtıyor. Onlara çektirdiği eziyet yetmiyormuş gibi bir de çocuklarının toprakta çürüyen kemiklerini sömürmeye çalışıyor.
“Bir kız kardeşim vuruldu” diyor. Üvey kız kardeşi Adife’den söz ediyor. Babam annemi ve çocuklarını kapı eşiğine bıraktığında ben on beş, Adife sekiz, Arif beş ya da altı yaşlarındaydı. O günden sonra bu kız hep yoksulluk, hastalık içinde yaşayarak büyüdü. Bu kızı ne babam tanıdı ne de diğer üvey kardeşlerim. Büyüdü ve üvey kardeşlerinin zulmünden kaçarken kendini dağlarda buldu. Dört ay sonra, 9 Mart 1985’te, Sason dağlarında vuruldu.
O zaman biz dağdakiler çok zor durumdaydık, cenaze borsası dibe vurmuştu, hatta her gerilla cenazesi cüzamlı bir hasta gibiydi, bizi sevenler bile cenazelerimizi gördükleri yerde kaçıyorlardı. Kız kardeşimin cenazesi günlerce vurulduğu yerde kaldı. Sonra devlet tarafından Sason’a götürüldü. Birkaç gün de orada teşhir edildi. Daha sonra arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır’a getirildi. Babam çağrıldı, Sırrı’yla birlikte gidip cenazeyi teşhis etmişler, babam “benim böyle bir kızımız yoktur” deyip cenazeyi almayı reddediyor. Tabii ki Kürtler neden böyle yaptıklarını sorduklarında da “bıraktık ki arkadaşlarıyla birlikte yatsın” deyip alçaklığın alasını sergiliyorlar. Cenazeyi götürmedikleri gibi annemin son kez gelip kızını görmesine de izin vermiyorlar.

Görüyorsunuz değil mi? Daha küçücük bir kız iken kapının eşiğine bırakmışlar; sefalet içinde sürünmesine göz yummuşlar, ölüsüne bile sahip çıkmamışlar, şimdi de “bir kız kardeşim dağda vuruldu” deyip mezarda çürüyen kemiklerini sömürmeye çabalıyor. Bunun ne büyük bir acı verdiğini gelip yaralı yüreğime sorun.
Dahası da var. Ben ve kardeşim Arif dağda mücadele ettik, onlar ismimizi kullanarak ihale aldılar, tehditle haraç topladılar. Hatta Alman federal savcısının iddiasına göre benim ismimi kullanarak eroin kaçakçılığı bile yapmışlar. Bu nedenledir ki dağdan inmemizi hiç istemiyorlardı. Ya hep orada kalmalı ya da orada ölmeliydik. Biz inince hesapları bozuldu, bize öfkelendiler. Yani dağda direndiğimiz gibi cezaevinde de direnmeliydik. Onlar da bu direnişin rantını toplamalıydılar. Biz bunu kabul etmediğimiz için aleyhimize propaganda yapmaya başladılar, şimdi de kalkmış “iki kardeşim cezaevindedir” diyor.
Biz birer cezaevinin, birer hücresinde hayatımızın son yıllarını tüketirken ve o bir “kardeş” olarak hiçbir derdimize ortak olmazken, şimdi de adımızı kullanarak ne kadar mağdur olduğunu anlatmaya çalışıyor.
“İki kardeşim yurt dışına kaçmak zorunda” kaldı dediği iki kardeşimizden biri, öz kardeşim Abdulselam’dır, gıyabında Müebbet Ağır Hapis Cezasına çarptırıldığı için yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Diğeri ise Sırrı’nın annesinden olan, ancak kardeşleri tarafından dışlanan, gittiği İstanbul’da cinayet işleyen, ardından Almanya’ya kaçmak zorunda kalan ve orada da aranır duruma düştükten sonra örgüte katılan biridir.

Annemin dört çocuğu vardı. Biri toprağa düştü, ikisi idam cezası aldı, biri de gıyabında müebbet hapis cezası verildiği için yurt dışına kaçtı. Annem vefat ettiğinde başucunda bir çocuğu yoktu. Böylesine büyük felaketi biz yaşadık, Sırrı ve kardeşleri de bu felaketin rantını topladılar ve halen ismimizi kullanarak siyasi rant sağlamaya çalışıyorlar. Üstelik bu savaş sayesinde biz dört kişinin miras hakkını vermekten de kurtuldular. Ben şu anda dışarıda olsaydım, Sırrı hakkımı gasp etmeye cesaret eder miydi?
Sırrı’nın saydığı her kayıp ona milyon dolar olarak döndü, hayattayken haklarını gasp ettiği bu insanların ölümü onu Meclis’e taşıdı, şimdi onlar sayesinde Çankaya’da yaşıyor. Bu savaşta sıfır bedel ödeyen ve en fazla rant sağlayan biri varsa, o da Sırrı Sakık’tır. Şimdi de “biz çok acı çektik” diyor ve devlet de böyleleriyle görüşerek sonuç alabileceğini sanıyor. Oysa bunlara kalsa, bu savaş daha sittin sene devam edecek, zira tek geçim kaynakları savaştır.
Üvey kardeşlerimin anneme ve çocuklarına yaptıkları zulmü bilseydiniz, gazetenize “Kardeşlere Ahlaksız Teklif” manşeti atmayacak, feryadımın nedenlerini de yazacaktınız.
Sayın Altaylı, büyük ihtimalle Gogol’un “Ölü Canlar” romanını okumuşsunuzdur. Kahramanımız kooperatif kurup Rus devletinden kredi almak istiyor. Gel gör ki bu kooperatifi kuracak adam bulamıyor, bulsa da aldığı krediyi üyelere dağıtmak zorundadır. Saksıyı çalıştırıyor. Ölüm ilanı verilmemiş ölülerin kimliklerini, soy kütüklerini ele geçirmek için kırsal kesimlere gidiyor ve burada kapı kapı dolaşıp bir sürü ölü satın alıyor. Bunların her birine kurduğu hayali kooperatifinde görevler veriyor. Şemayı oluşturup hükümete teslim ediyor. Bu sayede yüklü miktarda kredi alıyor. Adamlar ölü ama yaşıyor gibi gösteriyor. Zaten roman da ismini buradan alıyor.

Sırrı’nın benim bu kadar ölüm var, bu kadar mahkûmum var, bu kadar sürgünüm var sözü bana bu hikâyeyi hatırlattı.  Sadece Sırrı söylemiyor. Emin olmalısın ki DTP’lilerin önemli bir kesimi “benim bu kadar kaybım var” deyip daha fazla rant elde etme yarışı içindeler. Tıpkı mafya örgütlenmesinde “benim bu kadar leşim var”, tıpkı savaş örgütlerinde “benim bu kadar kellem var” denildiği gibi. Ne kadar ölü o kadar siyasi, ekonomik rant…
Acaba savaş çarkının neden ve nasıl döndürüldüğünü anlatabildim mi?
Kürt sorununa çözüm ararken derin Kürtlerin ve mağdur rolü oynayan bu tip sahtekârların ortaya çıkarılmaması ve etkisiz kılınmaması halinde korkarım ki daha önceleri olduğu gibi bu hamle de başarısızlığa uğrayacaktır.
Bazıları “gelinen bu aşamadan sonra Kürt açılımı başarısızlığa uğrarsa bundan Ak Parti değil; MHP, CHP ve DTP zararlı çıkar. Çünkü bu durumda Ak Parti halka dönüp ‘gördünüz işte ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en büyük sorunu olan Kürt sorununu çözmeye kalkıştım, bu partiler önümü kestiler, onları size şikâyet ediyorum, onları sandığa gömün’ diyecek ve bu söylemiyle toplumu ikna etmekte zorlanmayacaktır…” diyorlar.
Bu sözlerle toplumu ikna etmenin kolay olacağını sanmıyorum. Bu toplum; CHP, ordu, Anayasa Mahkemesi ve devletin birçok kurumundan kaynaklanan engellemelere, darbe tehditlerine, “Türkiye’de kan dökülecek” şantajına rağmen Abdullah Gül’ün nasıl Cumhurbaşkanı seçtirildiğini gördü. Bu toplum; “Kıbrıs’ı satıyorsunuz, hainsiniz, işbirlikçisiniz” ithamlarına rağmen, Rauf Denktaş’ın nasıl saf dışı bırakıldığına tanık oldu. Bu toplum; ordu vesayetinin adım adım nasıl sınırlandırıldığını gördü. Bu toplum, AB üyelik sürecinde yola döşenen mayın ve tuzakların nasıl aşıldığına şahit oldu. Şimdi bütün bunları yapabilen, bütün bu engelleri aşabilen Ak Parti, Kürt açılımında başarısız kalmasını gerekçelendirecek ve toplum da buna inanacak. Kargalar bile gülerler bu sava.

Ak Parti’nin 2005’te, Kürt sorununun çözümüne yönelik attığı adımın arkasında durmamanın ağır bedelini nasıl ödediğini 29 Mart yerel seçimlerinde gördük. Bu dönemde Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’i devreye soktuğu halde kimseyi ikna edemedi, birkaç ay içinde adeta bölgeden silindi. Yetmedi, soruna çözüm getirmediği için ülke genelinde de düşüşe geçti. Üstelik 2005’te söylediği sözler bugünkü kadar beklentileri yükseltmemişti. Bugün ise beklentiler çok yükseltildi. Ben de diyorum ki, bu beklentilerden sonra dağ fare doğurursa vay Ak Parti’nin haline. Artık hiç kimseyi ikna edemez, Kürt bölgesinde büsbütün silinir. Bazı yerlerde tabela partisi bile olamaz.
Ve biliyoruz ki Kürtlerin oyunu almayan hiçbir parti bir daha iktidara gelmemiştir. Bunu CHP örneğinde gördük, MHP örneğinde gördük. Tarihe karışan birçok parti örneğinde gördük. Ak Parti de Kürt oylarını kaybederse iktidarını da kaybedecektir. Ama sadece iktidarı değil, belki muhalefeti de, belki partiye de kaybeder. Nasıl mı?
Biliyoruz ki Kürt Açılımı, Ergenekon soruşturmasının başlatılması, genişletilmesi ve derinleştirilerek sonuca gitmesi sayesinde mümkün oldu. Eğer Kürt açılımı başarısızlığa uğrarsa, bu, eski karanlık günlere, yani o korkunç şiddet ortamına geri döneceğimiz anlamına gelir.
Saygılarımla
03.09.2009
Şemdin SAKIK

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu