Araştırma-İnceleme

O Türküyü Söyle

Selim Çürükkaya 1980 ile 1983 Yıllarında Diyarbakır Cezaevinde yaşananları çok çarpıcı bir dille anlattı.

 

– 38 –

Burası Diyarbakır zindanının idare bölümü. İkinci katta  büyük bir oda. Uzunca kül renkli bir masa, ayakları demirden kahve renkli deriden on iki adet sandalye. Duvarlarda, pencerelerin arasında Atatürk’ün ve cunta lideri Kenan Evren’in asker şapkalı birer posteri asılıdır. Karşılıklı altı adet pencere odayı aydınlatmaktadır.  Bloklar amiri 6 Asteğmen hazır ol vaziyette ayakta beklemektedirler. Amirleri Üsteğmen Ali Osman Aydın da onları süzmektedir. Asteğmenlerden biri 1.95 boyunda yanakları kırmızı, gözleri mavi, şişmanca bir yarma. Patronu Esat Oktay onu “Minik asteğmen” olarak çağırırdı. Gerçek ismi ise bilinmezdi. İşkence ortakları da ona “Apartman Sami” derdi.

Üsteğmen Ali Osman Aydın’ ın Malatyalı olduğu söylenirdi. Bu da otuzbeş yaşlarında 1.75 cm boyunda ince, zayıf, sinsi, işkence yapmaktan haz duyanlardandı.  Kambur Asteğmen olarak nam salan kişi ise, Küçük gözleri ve aşağılık kompleksiyle Hafızalarda iz bırakanlardandı. Diğer Asteğmenler ise ortalıkta fazla görünmezlerdi. İşkenceci komando erlerini koridordan yönetirlerdi. Burada hazır bulunmalarının gerekçesi ise birazdan bu kapıdan içeri girecek olan patronlarının emri gereğiydi.

k9Kapı açılıyor. Kırk yaşlarında, kumral, orta boylu, başında mavi bir bere bulunan, komando elbiseli ve yaz olmasına rağmen uzun yağmurluk bir pardösü giymiş, gözlerinin altı morarmış, kaşları çatık, burnu bir karış havada, her şeyi alaya alan, kendisini tanrı sanan, asteğmenlerin yanında bile rol yapan, omzunda yüzbaşı rütbesi taşıyan, bir elinde de kurt köpeği Co’nun ipini tutan bir adam içeri giriyor. İçeri girmesiyle birlikte “Merhaba Çocuklar!” diyor. Köpeği “Co”nun ipini serbest bırakıyor. “Co” da bir görevli gibi asteğmenlerin yanına gidip hazır olda duruyor. Ve sahibini dinliyor.

Esat hızlı hızlı adımlarla salonun ortasına kadar yürüyor. Ani bir dönüş yapıyor: “Neler oluyor burada?!” diye soruyor.  Kimseden bir ses çıkmıyor, herkes gözlerini dikmiş ona bakıyor. İriyarı asteğmenin karşısına geçiyor, gözlerini onun gözlerine dikiyor: “Her şey yolunda mı?”
Minik Asteğmen:
“Komutanım Otuz beşinci ko….”
“Ben burada ne konuşuyorum? Beni dinle! Ben buraya direkt Genelkurmay’ın emriyle geldim.
Bana Esat Oktay Yıldıran derler. Ben Kıbrıs’ta Rum çocuğunu kesmiş, babasının karşısında kanını içmiş adamım…!”
Minik asteğmen:
“Ama komutanım 35. Koğuşta bir kıpırdanma……”
“Kes ve beni dinle! Kimse kıpırdanmayacak! Kıpırdananı susturacaksın! Benim yöntemlerimi uygulayacaksın! Çin usulü, Rus usulü yöntemlerim, onlara yetmedi mi …..! Türk usulü işkence yöntemlerini devreye sokacaksın! Bunlar devletin başını ağrıtıyorlarsa bitireceksin! Bitireceksin, anlaşılıyor mu bitireceksiiin!….. “
Sonra Minik Asteğmen’e dönüyor. Düşük bir ses tonuyla: “Peki, sen bitirmenin ne olduğunu biliyor musun?
Minik asteğmen:
“Sizi dinliyorum Komutanım!”
Esat işaret parmağını şakağına dayayarak:
“Kafa bu, kafa! Ne var bunun içinde?”
Minik Asteğmen:
“Beyin komutanım”
“Aferin! Demek ki kafada beyin var? Ve her şey beyindedir Bu adamlarda beyin oldukça, Devletin varlığı tehlikededir. Devletin beka’sı için beyinlerini yok etmemiz gerekiyor.”
Minik Asteğmen:
“Ama komutanım bunu nasıl yapacağız?”
Esat:
“Nasıl mı?”
Biraz düşünür, volta atar, gidip gelirken Minik  Asteğmenin karşısına dikilir:
“Beyinde ne var?”
Minik Asteğmen:
“Düşünce komutanım!”
Esat:
“Güzel, demek ki beyinde düşünce var?  Aferin!
Peki düşüncesiz beyin bir işe yarar mı?”
Minik Asteğmen:
“Hayır komutanım”
Esat:
“Şimdi anladın mı, beyinsizleştirmenin ne demek olduğunu?”
Minik Asteğmen::
“Anladım ama nasıl yapacağız komutanım?”
“Anladım diyorsun, ama anlamadın! Beni dinlee! Herkes beynini kağıtlara kusacak Ve o kağıtları bana getireceksin! Ne dediğim anlaşılıyor mu?”
Minik asteğmen:
“Ya kusmazlarsa kom….”
Esat:
“Ne demek kusmazlarsa? Kusmayanın kemiklerini kırın! Kafalarını parçalayın! Her gün üst üste bindirin piramitler, kuleler yaptırın! Ciğerlerine verem mikrobu sokun. Suyu, havayı, ekmeği, güneşi silah olarak kullanın! Bundan sonra yiyecekleri bok, içecekleri sidik olsun!”
Minik Asteğmen:
“Emredersin komutanım!”
Esat eliyle subaylarına kapıyı gösterir. Subaylar hızla kapıya doğru yönelirken o arkalarından bağırmaya devam eder: “Beyiiiin! Beyiiiin….! Her gün bir kaç beyin istiyorum!” der.

 

– 39-

Diyarbakır zindanının hücre bölümünde zamanı ölçen saat ve takvim yoktu. Bu bölüme 35. Koğuş diyorlardı. Burası da dört katlı bir yapıydı. Her katında on hücre vardı. Bütün hücreler doluydu. Bazılarında bir, bazılarında ise beş tutuklu kalıyordu. Hücrelere atılan bu tutuklular daha önceki birkaç direnişe öncülük etmiş olanlardı.  Yalnızlaştırıldıklarından sonuçta onlar da fizikken yenilmiş, esir düşmüşlerdi. Ancak yeni bir başkaldırıyı da gerçekleştirebilmenin arayışı içindedirler. Dördüncü kat, 7. hücrede Mazlum Doğan isminde öncü bir isyancı kalırdı. 26 – 27 yaşlarında bir gençti daha.  Orta boylu, esmer tenli ve olgun, sempatik bir siması vardı.

Zulüm altındaki bir ülke ve halkın kurtuluşuna yaşamını adamış, dışarıdaki direnişe öncülük ettiği gibi, içerideki bir önceki direnişe de öncülük etmiş, ancak bu eşitsiz savaşta sonuçta yenik düşmüştü. Yenilmenin doğal sonucu olarak şimdi tecritte tek başına yaşamını sürdürmekteydi. Herkes gibi onun da askeri bez dolu bir yatağı ve bir de battaniyesi vardı. Tek başına kaldığı bu hücrede günlerce yenilginin nedenlerini ve bu yenilgiden yeni bir isyanla çıkmanın yollarını düşünmüştü.   Tarihe inmiş, felsefeyle boğuşmuş, bilime, bilmeye sevdasını anlatmış…….

mazlum20dogan201221 Mart gecesinde, elinde Newroz ateşiyle Demirci Kawa gözlerinin önünden akıp gitmiş……. Zindanın zulmünü, Asur kralı Dehak`ın zulmüne benzetmiş ve zaman geçirmeden hemen bu gece isyana karar kılmıştı. Karanlık hücresinde üç adım aşağı, üç adım yukarı….. Dönmüş dolanmış, hücresinde sessizliği dinlemişti. Bu sessizliği bozmak için sadece kendisinin duyacağı bir ses tonuyla konuşmaya başlamıştı:

“Nedir bu sessizlik? Bu suskunluk neden? Neden bu hücreler, bu cezaevi bir mezar kadar sessiz? Neden bu zulüm kasırgası hiç dinmek bilmiyor?”

Sonra betondan sekinin üzerindeki yatağına oturmuştu. Başını ellerinin arasına almış, uzun uzun düşünmüştü. Ayağa kalkıp daracık hücresinde tekrardan dolanmaya ve söylenmeye başlamıştı:
“Acaba bu gece bir ben mi uyanığım? Sadece ben mi mazlumum bu zulme karşı?”

Bir süre yere mıhlanmış gibi öylece düşünmüş durmuş, sonra hücre parmaklıklarının önüne gelmiş, dalmış, yakalandığı anı hayal etmeye başlamıştı: 1979 Kasım ayının yirmi dokuzuydu, karanlık basmıştı. Urfa`dan Mardin istikametine doğru bir taksi hızla gidiyordu. Urfa`nın şehir çıkısında iki trafik polisi, aracı durdurdu.

Taksinin şoförü uzun boylu 28 yaşlarında esmer bir adamdı, üzerinde deri bir ceket, aynı renkten siyah bir pantolon vardı. Polis kimliğine baktı, adı Hacı, Suruç nüfusuna kayıtlıydı. Şoförün yanında oturan genç Mazlum Doğan idi.  Üzerinde sahte bir kimlik vardı, fakat polis bilmiyordu. Kimliğine baktı Mehmet Şenol, Ceylanpınar doğumlu diye yazıyordu. Aracın arka tarafında bir bayan bir erkek daha vardı. Polis bayanın kimliğini istedi. Kendisine uzatılan kimliğe baktı. Adı Ayşe Öztürk yazılıydı. İsim üzerinde biraz oynanmıştı, doğum tarihi de Tunceli olunca, polisin dikkatini çekmişti. Polis eğilip dikkatlice bayanın yüzüne bakmış, siyah saçlı, kara kaşlı yirmi yaşlarında genç bir bayan, diğer polis, bayanın yanında oturan erkeğe: “Bu bayan senin neyindir?” diye sorunca, kısa boylu saçları dökülmüş, ince zayıf, gerçek adı Yıldırım olan kişi: “Ben bu bayanı kaçırmışım” deyince polisin kuşkuları arttı. Bayanın kimliğini elinde tutan polis, Yıldırım’a : “Bayanın doğum tarihi kaç?” Diye sordu. Yıldırım kem küm etti. Anne adını, baba adını sordu, hiç birini bilemedi. Mazlum Doğan işlerin kötüye gittiğini anlayınca arabadan indi, bir polisin yanına gitti, kulağına eğildi: “Polis bey,  karışmayın bu gönül işidir, biraz yolunuzu bulun bırakın gençleri” dedi. Polisin biri razı oldu. Ama diğeri itiraz etti: “Şoförü bilmem, eğer bu üçü anarşist değilse, bıyıklarımı keserim” dedi. Ve dördünü de arabadan indirdiler.  Arabadan biraz uzaklaştılar.

 

Polisin biri: “Ellerinizi başınızın üzerine koyun” deyince, denileni yaptılar. Diğer polis arabanın içini didik didik aramaya başladı, siyah bir çanta buldu, eline aldı, taksiden çıktı, fermuarını açtı içine baktı, iki pasaport, yazılı dokümanlar, birisinin başlığını arkadaşının da duyacağı bir sesle okudu. “PKK Merkez Komite kararları” deyince her ikisi birden silahlarını çekerek elleri başları üzerinde kenetli olanlara doğrulttular. Bir polis telsizle başka birliklere haber verdi ve bir kaç dakika geçmeden etrafları sarılıp, elleri arkadan kelepçelenerek polis arabalarına doğru götürüldüler.

Mazlum başından aldığı yumruk darbesinin acısını tekrar hissedince, kendine gelmişti… Elini cebine atmış, bir kibrit kutusu çıkarmıştı. Kutudan çıkardığı kibrit çöplerinden birini yakarak: “Bu Kürdistan`ın bağımsızlığ ı için” İkinci kibriti yakmış: “Bu özgürlük için” Üçüncüsünü yakmış: “Bu da demokrasi için” demişti. Yanan üç kibriti parmaklıklardan dışarı atmıştı. Arkadaşları Mazlum’un yaktığı üç kibritin alazını görmüş, ama bir anlam verememişlerdi. Parmaklıkların önünde yanan kibritler sönünce, geri dönerek kendi kendisiyle konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti:
“Esat bize iki yol dayatıyor: Ya Kürdistan davasını  terk dererek, köle gibi yaşmak! Yada Ölmek! Bizim de iki yolumuz var: Ya  bedenlerimize Kürdistan davasına feda edeceğiz Ya da davamızı bedenlerimize ….!”

mazlum_dogan2Tekrar yatağına oturmuş ve bir kibrit daha yakmıştı. Yanan kibrit alevine uzun uzun bakmış…. Ve kaldığı yerden konuşmasına devam etmişti: “Bu gece 21 Mart gecesi! Demirci Kawa`nın, Dehak`ın sarayını ateşe  verdiği gecedir bu gece……!” Kibrit çöpünün alevi sönünce ayağa kalkmış, üç adım ileri,  üç adım geri dönüp dolanmaya başlamıştı:

“Hep bu geceyi bekledim. Benim gibi arkadaşlarım zindanda ve halkım da Kürdistan`da karanlıkta. Önümüzü aydınlatacak, karanlıkları delecek, bedenlerimizi ısıtacak ve bize bu zulmü yapanları da yakacak bir ateş gereklidir” diye öfkeyle söylenmişti. Kibrit kutusundan bir kibrit çöpünü daha çıkarmış, elindeki kibrit çöpünü de yakıp yüzüne tutmuş ve sanki ateşle konuşuyormuş gibi konuşmasına devam etmişti:

“Yemin ediyorum ki; Bu karanlığın ortasında o ateş ben olacağım. Zulüm altındaki tüm halklar için kendimi meşale yapacağım. Belki de gün gelecek, bir meşale olarak elden ele dolaşacağım! Ateş karanlıklardan korkmaz. Ben de korkmayacağım. Nerede zalim, nerede zulüm, nerede karanlık varsa ben orada yanıyor olacağım”

Sözlerini bitirince tekrar yatağına oturmuş, kalemi kağıdı eline almış, ne yazılması gerekiyorsa onu yazmış, yatağının üstüne bırakmıştı. Kravatını almış,  tuvalete gitmişti……

………..Sabah kontrolüne gelen gardiyanlar Mazlum Doğan’ı hücresinde asılı olarak görmüşler….

 

– 40-

33. Koğuş: 18 Mayıs 1982

“Üç kibriti dörtlemek derdi bir ses
Dört kibriti beşlemek
Ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek…
Bir koğuş vardı koğuşlar içinde
Üç kibriti dörtleyenler yatardı içinde
Dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde” (*) http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?sair=20&siir=60407&order=oto

Gece saat on. Bu gece kimse uyumamış. Yasaktı bu saatte yatmamak! Ama dört kişi  “Dörtlerin Gecesini” böyle ayarlamış! Birinin adı Ferhat Kurtay’dı. Elektrik mühendisiydi. Orta boylu, mavi gözlü, güler yüzlü  biriydi. O gece üzerinde beyaz yakasız bir gömlek, siyah bir pantolon vardı. Yüzü her zamanki gibi güleç, gözleri ise ışık saçıyordu.

İkincisinin adı Nemci Öner’di. Çermikliydi bu delikanlı. Boylu poslu sayılırdı. Ferhat`a göre daha uzundu.

Üçüncüsüne Mahmut diyorduk. Kütüğe Mahmut Zengin diye yazılmıştı Siverek’te.

Dördüncüsünü Eşref diye çağırırdık.  Viranşehir’de kütüğe yazılırken bir de Anyık yazmışlardı. Yoksul sayılırdı ailesi, yüreği zengin olsa da. Mahmut ve Eşref devrimciliğin gizemini Ferhat’ tan öğrenmişlerdi. Ferhat ise Mazlumun yaktığı ateşin  öyküsünü mazlumların  direniş kitabından okumuştu. Dört arkadaş her şeyi konuşmuşlardı. Bu gece bir şölen yapacaklardı, koğuşta ne var ne yok hepsini tutuklulara yedireceklerdi. Herkes bağdaş kurunca,  her şey sofraya serilmişti. Şiirler okunmuş, yemekler yenilmişti.

Ateş yolcusu dört devrimci en sevdikleri eşyalarını arkadaşlarına hediye olarak  vermişti.  Eğer bir gün ölür veya öldürülürlerse ne yapmaları gerektiği konusunda son sözlerini de söylemişlerdi.   Bedenleriyle isyan ateşini yakacaklarına ilişkin hiçbir kimseyi kuşkuya düşürmemeye özel itina göstermişlerdi.  Nihayet geç saatlerde herkesi uyutmayı becermişlerdi Gecenin gidişi, şafağın gelişiydi. Ferhat geleceğe yazdığı mektubunun son satırlarını yazıyordu.

“Bu ihanet girdabında boğulmadan
Şahsımızda davamız son bulmadan
Ve geriye dönüşler virüs gibi çoğalmadan
Canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz
Onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz
Kawa’nın örsüne koyup davamızı
Yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz
Bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık
Üç kibriti dörtle çarpıp bu gece
Bütün şehitlere konuk gitmeliyiz” (**)

Dört can isyan ateşçisi  koğuşun duvarlarına Atatürk posterlerinin çizimi için satın alınan tinerleri ranzaların altından çıkardılar. Koğuşun orta yerinde bağdaş kurarak  tinerle yıkandılar. Yüz yüze, diz dize durdular. Ferhat Kurtay elindeki kibrit kutusundan bir kibrit çıkardı Kibrite bakınca daldı.

 

-41-

KurtayMardin Kızıltepe`ye bağlı, doğduğu Xurs köyündeydi. Düğünü vardı, siyah takım elbise, beyaz gömlek giyinmişti. Gelinin üzerinde uzun beyaz bir elbise, belinde kırmızı bir kuşak vardı. Başındaki kırmızı örtü, onu diğer bayanlardan ayırıyordu. Ve Ferhat`la kol kola halay çekiyorlardı. Köy meydanında iki davul, iki zurna çalınıyordu. Ulusal giysilerini giymiş genç kızlar ve erkekler karşılıklı halay çekiyorlardı. Yüzlerce kişi onları izliyor, alkış çalıyordu. Havaya silah sıkanlar,” kî zava! kî zava!” diye bağıranlar vardı. Ve hep bir ağızdan “Ferhat zava! Ferhat zava!” diye cevaplıyorlardı..

 

-42 –

Necmi Öner: “Ferhat abi daldın!” deyince Dört  kibrit birden çaktılar. Pimi çekildi isyan ateşinin. Alev dört bedeni değil, bir zulüm kalesini yakıyor gibiydi.  Yataklarından fırladı tutuklular. Korku….. Kaçışma….. Telaş….. Feryat…… Bidon bidon sularla ateşi söndürmeye çalıştılar. Alevlerden sesler yükselir:

Bu kalp seni unuturmu filminin sahnesini izlemek için tıklayın : http://www.youtube.com/watch?v=zX6RP8WN5CEhttp://www.youtube.com/watch?v=zX6RP8WN5CE

“Ateşi söndürmeyin! Alevleri yükseltin! Alevleri yükseltin!!!.” Alevler içinde bedenleri görürler. Ateşin isyan olduğunu onlar çok iyi bilirler. Dört bedeni korkuyla telaşla söndürmeye çalıştılar. Ve dördünü yan yana yatırdılar. Telaşlı, gözleri ağlamaklı tutukluların arasından bir tutuklu,  yerde yatan Ferhat Kurtay`ın yanına yanaştı. 20 yaşlarında, orta boylu yakışıklı bir gençti. Üzerinde lacivert renkli bir eşofman vardı.  Adı Selim Dindar’dı. Ferhat’ın hemşerisi ve dert ortağıydı.

Selim Ferhat`a doğru eğilerek Kürtçe: “Mamostê min tiştekî bêje!” (Hocam bir şeyler söyle) dedi. Ferhat hemen Selim`i sesinden tanıyarak, sanki kenetlenmiş dişleri arasından, tıslar gibi bir sesle,  zorluklawestranebeje “wî stranê bêje” (o türküyü söyle) dedi. Selim göz yaşlarını tutamadı, Ferhat’ın yanı başına oturdu, elini kulağına götürdü, avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle ve ağlayarak, Ferhat’ın sevdiği   Sewdalîyê *stranını o güzel sesiyle söylemeye başladı.

Elî yaman Dayê yaman
Sewdaliya gidîkê gîdê bavê
Te ez kirime masîyek
Derman xwarî berdane ser vê tehtokê
Çi bû sewda li serê min rebenê xwedê de neman

Elî yaman dayê yaman
Sewdaliya gidîkê gidî bavê
Te ez kirime simaqek şuştî.
Tu tam û bêhn û renk li min nema
Axx dewere zalimê zalim bavê keçik zabitê tirkan e
Lê lêy lê lêy lê oooo

Elî yaman dayê yaman
Sewdaliya gidîkê gidî bavê
Te ez kirime pîrê mêrekî heftê salî
Ti pidi didan deve min rabene xode de neman (1)

Bu manzara karşısında üzerilerinde gece elbiseleriyle, hüngür hüngür ağlayan 85 e yakın tutuklu can çekişen arkadaşlarının etrafında oturup, derin bir sessizlik içinde Selim Dindar’ın söylediği türküyü dinlemeye başladılar. Selim`in  bakışları ara sıra Ferhat’ın yüzünde dolaşır. Ferhat tebessümleri ile Selim`i teselli etmeye çalışır, yanaklarından etler dökülür. Hayli uzun olan türkü bitince, bütün tutuklular ayağa kalkar.  Bir ses, korku yüklü bir heyecanla! “Dikkaaaaaat”diye bağırır. Gelen Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’dır. Esat can vermiş bedenlerin başında dikilir:

“Koğuş gardiyanı, Kim bunlar?”
“Komutanım, en baştaki Ferhat Kurtay, bu Necmi Öner, bu mahmut Zengin, bu eşref Anyık”
“Tamam evladım anlaşıldı! Bundan sonra isteyen kendini yakabilir, ama mesai sati içinde, beni rahatsız etmeye hakkınız yok!” diyor Esat. Bir sigara tüttürüyor ve hiçbir şey konuşmadan çekip gidiyor. Esat isyan ateşinin, Mazlum Doğan’ın yaktığı ateşin, zulmün içine düştüğünü görmüştü. Şimdi de Ferhat, hem ölümü hem korkuyu öldürmüştü. ” Acaba ben, yakılan iki şeyin toplamı mıyım?” diye düşününce heyecandan terliyor. ” Bunlar nasıl insanlar? Nasıl bir iradeye sahiptirler? Bu insanlardaki iradeye şaşıyorum……!” diye mırıldanıyor.

 

 

-43-

14 Temmuz 1982 Ana koridor, diğer adıyla mahkeme bekleme salonu. Önce tutuklular gruplar halinde buraya çıkarılır. Her grup kendi koğuşunda tek sıraya dizilir. Koğuş gardiyanı: “Rahat – hazır ol!” komutu verir Grup hazır ola geçince, Koğuş gardiyanı:
“Mehter marşı eşliğinde marş marş!”
Grup nizami yürür ve hep bir ağızdan :
“Neslin deden, ceddin baban
Hep kahraman Türk milleti….”
Mısralarıyla başlayan marş eşliğinde yürümeye başlarlar. Başka bir koğuşta
Başka bir gardiyan :
“Alay marşı eşliğinde marş marş!”
Nizami yürüyen bir grup tutuklu:
“Annem beni yetiştirdi bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri….”

Başka bir koğuşta, başka bir gardiyan :
“Harbiye marşı eşliğinde marş marş!”
Bir grup tutuklu:
“Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız”

Her koğuştan bir grup yürür Her grup bir marş okur Dizler karın boşluğuna çekilir. Başlar dik, kollar bir öne bir geriye götürülüp getirilir. Yoldan geçenler komandolarca tekmelenir. Bekleme salonunda yüzleri duvara  çevrilip Hepsinin bilekleri arkadan kelepçelenir. Kollarının altından gecen zincir, öndekinin göğsünde kilitlenir. “Dikkaaaaaat!” çekildiğinde Blok amiri Apartman Sami salona girer. “Rahat!” Tutuklular hep birlikte rahata geçer “Hazır ol!” Tutuklular hazırolda durur. “İstiklal marşına başla!” Tutuklular marşı ölü bir sesle okumaya başlarlar. Apartman Sami: “Bu ne biçim ses! Yavşaklar!?” Tutuklular mırıltı halinde İstiklal Marşı’nı  okumaya devam ederler. Eli coplu ve sopalı gardiyanlar

Bilekleri kelepçeli, kolları zincirli tutukluları vurmaya başlarlar. Apartman Sami:
‘Marşın on kıtası  okunacak lan!’ diye bağırdı. Her ne yapıldıysa tek bir tutuklu bile sesini birazcık  olsun yükseltmedi….! Marşın üçüncü kıtasına geldiğinde tüm tutuklular birden:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım,”
diyerek bağırmaya başladı….
Gardiyanlar ve Minik asteğmen  artık çok iyi anlamışlardı ki bu bir isyandı.
…. Ve marş burada kesiliyor. Apartman Sami birazdan olacakları anlamadan, elleri kolları bağlı tutukluları linç edercesine dayaktan geçiriyor…..

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6Sonraki sayfa

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu