Makalelerim

Anılar 2

Selim Çürükkaya / 1977 yılının ilkbaharıydı. Erzurum Atatürk Üniversitesinde
okuyan Urfa’lı bir ögrenci faşistler tarafından katledilmişti.
Biz Tunceli öğretmenokulu öğrencileri aynı gün 
olayı öğrenmiş, öldürülen öğrencinin cenazesinin
Tunceli’den geçeceğini duyunca hazırlıklarımızı yapmıştık……..

1977 yılının ilkbaharıydı. Erzurum Atatürk Üniversitesinde okuyan Urfa’lı bir ögrenci faşistler tarafından katledilmişti. Biz Tunceli öğretmenokulu öğrencileri aynı gün  olayı öğrenmiş, öldürülen öğrencinin cenazesinin Tunceli’den geçeceğini duyunca hazırlıklarımızı yapmıştık.

Akşam üzeri Erzurum-Elazığ yolu üzerindeki Tunceli Köprüsü üzerinde barikatlar kurmaya başlamıştık. Tunceli öğretmenokulu öğrencilerinin tümüne yakını, Tunceli lisesi, sanat okulu, kız meslek lisesi öğrencileri, Dersim’deki bütün örgütlerin elemanları oradaydı. Dört bine yakın kişiydik. Her grup bir yerde kümelenmişti. Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği, Halkın Sesi, Tikko, Kurtuluş, Kawa, Dev-Genç ve biz yani Kürdistan devrimcileri. Her Gruptan bir ses çıkıyordu.

 

Sanki Vadide şefsiz dev bir orkestra kurulmuştu.

Grubun biri „Kahrolsun patron ağa devleti” diğeri “İki süper devlet yıkılacak elbet” başka biri „Kahrolsun oligarşi” öbürü „Kahrolsun sömürgecilik” diye bağrıyordu. Ateşler yakılmıştı, her tarafta devrimci marşlar söyleniyordu, kolkola halaylar çekiliyordu

 Amacımız Erzurum‘dan gelecek olan cenaze arabasını durdurmak, bir müddet cenazeyi omuzlarda taşımak ve tekrar cenazeyi arabaya yükleyerek dağılmaktı.

Gece karanlığı basınca, cenaze arabası gelmeden önce askerler geldi, cemselerden inerek mevzilendi ve silahların namlularını bize doğru çevirdi.

Biz kolkola girdik, marşlar söylemeye başladık. Bir müddet sonra Tunceli valisi elindeki megafonla bize seslenmeye başladı. Askerlerle karşı karşıya yürüyorduk, tam göğüs göğüse geldik. Vali aramızda kaldı, tatlı bir dille dağılmamızı istiyordu. Tam bu sırada Kurtuluş grubu „valinin kafasına tabancayı dayayıp kitlenin içinde rehin alalım” önerisinde bulundu, biz hemen öneriyi reddettik.

„Dağılın” uyarıları ve „dağılmayalım” tartışması sürerken cenaze arabası çıkageldi, bir grup arabanın üzerine yürürken araba geri kaçmaya başlayınca kalabalıktan biri cenaze arabasının tekerine silah sıktı. Bu durumdan yararlanan jandarma bizi dipçiklemeye başladı.  Paniğe kapılan kitle dağıldı. Bir uçurumdan yuvarlandığımı gördüm. Oradan bir tepeye tırmandım, yüzlerce kişi benim gibi tırmanmıştı, silahlar patlıyor kurşunlar „vızzz” diye kulaklarımızın yanından geçiyordu.

Daha tepenin yarısındayken önümde yüreyen biri yere düştü, koşup kaldırmaya çalıştım, „vuruldum” dedi, kucağıma alarak kaldırmaya çalıştım, elim sıcak kanına değdi. Seyfettin Zoğurlu’nun sesini duydum, O da yanımıza ulaştı, benden daha güçlü olan Seyfettin hemen yaralıyı sırtladı, ben de ayaklarından tutarak bir vadiye kendimizi attık, silahlar hala patlıyordu.

Tunceli hastanesine vardığımızda yaralı sayısının üçe ulaştığını duyduk. Ayaküstü bir karar aldık: hastaneyi işgal edecektik, yaralılardan birisi ölürse sabahleyin cenaze töreni yapacaktık. Bu karardan hemen sonra kapılara barikatlar kurduk, silahlı kişileri barikatların arkasında mevzilendirdik. Bütün katlara nöbetçiler yerleştirdik bekliyoruz. Gece geç saatlerde Cemal Baraç adında Bingöl’ lü bir arkadaşım vardı, onunla hastanenin bir penceresinden dışarı bakarken hemşehrimiz bayan öğretmenin hastanenin karşısındaki evinin ışıklarının yandığını görünce, gidip orada yemek yemeyi düşündük.

21 Ocak 2005 gecesi Stockholm‘de Bingöl‘lü arkadaşımın evindeyken yukarıda sözünü ettiğim bayan öğretmenin de Stockholm’de yaşadığını öğrenince, telefon numarasını çevirdim, eşi telefona çıktı. Merhabalaştıktan sonra telefonu eşine vermesini istedim sağolsun beni kırmadı. Öğretmen hanım telefonu alınca, aramızda şu konuşmalar geçti:

„Merhaba, size kim olduğumu söylemeyeceğim, ama bir anımızı anlatacağim, kim olduğumu siz çıkaracaksınız. Tunceli hastanesi öğrenciler tarafından işgal edilmişti, hastanede acıkan iki öğrenci gecenin geç saatlerinde size gelmişti ve siz İzmir köfte pişirmiştiniz, öğrenciler henüz yemek yerken Tanklar hastanenin etrafını kuşatmış, bir müddet sonra karolifer kanalından giren askerler bütün öğrencileri etkisiz hale getirerek gözaltına almıştı, ben size gelen öğrencilerden biriyim”.

Öğretmen: „aradan yıllar geçti”deyince; adımı söyledim.

Tanıdı, İsveç’ te olduğuma sevindi.

Eşiyle biraz sohbet ettim „anlaşılan senle Cemal, köfte sayesinde tutuklanmaktan kurtulmuşsunuz” dedi.
Stockholm‘de Hişar‘ı gördüm. Hücre arkadaşımı, Diyarbakır cehanneminde üç yıl aynı hücrede kalmıştık. Üç yıl boyunca hiç banyoya gitmemiştik, üç yıl boyunca geceleri hep bit öldürmüştük. Ve bir keresinde intihar etme kararı almıştık. Hişar, ben, Ali, Timur, Nedret.

Gerdiyanlar bu kez bizi sopalarla döverlerse biz karolifer peteklerine kafamızı vurup kendimizi öldürecektik. O gün geldi. Hücremize “falaka düzeni al!” dendi, ayaklarımızı parmaklıklar arasından uzatarak bekliyoruz. Gardiyanlar uzatılan ayaklarımızın yanına yanaştılar, biri elideki balta sapıyla ayaklarımın altına vurunca; yerimden fırlayıp, ellerimi parmaklıklardan uzatarak sopayı tuttum. Bu bir isyandı, sopayı çektim, asker çekti, benden daha avantajlı ve güçlü olduğundan elimden sopayı kurtardığı gibi ellerime indirdi fakat ben hem ellerimi, hem ayaklarımı kurtarmak için bir takla attım, bu ara Hişar ayağa kalktı, kafasını karolifere vurarak üzerime düştü. Timur‘un kafası zaten karoliferin yanındaydı , peteklere birkaç kez kafayı vurdu, her tarafa kanlar sıçramaya başladı. Mehmet Han Erşener isminde yaşlı bir ihtiyar bizi engellemeye çalışıyordu. Gardiyanlar Kapıyı açıp bizi etkisiz hale getirmeye çalışırken başka hücrelerde tutuklular parmaklıklara kafa vurmaya başladı. Bu cezaevinde teslimiyet döneminin ilk isyanıydı…

Hişar şu anda Stockholm’de psikolog doktor. Onunla karşılaşınca o cehennemi baştan başa yeniden hatırladım. “Geleyim beni psikolojik olarak tedavi et” dediğimde “peki beni kim tedavi edecek?” dedi.

Paşa hala öyle alçak gönüllü hala mütevazi, şeker gibi bir insan. Yüzüne baktım sanki acıların kitabını okur gibi oldum. Ve en acıklı anımızı hatırlamadan edemedim:

1981 Tarihindeydi. Kıştı havalar soğuktu. D.Bakır Hapishanesinin hücrelerinde D.Bakır soğuğu vardı. Karanlık çökmüştü mahpushaneye. Hücrede ben, Erkan, Paşa Uzun, Kemal Pir ve Masallah Öztürk kalıyorduk. Bir ekip komando kapıya dayandı. Erkan ile Paşa‘yı alıp hücrenin dış salonuna götürdüler. Burada onları falakaya yatırdılar. Ayaklarına inen sopa sesleri ve onların bağırtıları geliyordu kulaklarımıza, yaklaşık 108 kişi dinliyorduk bu sesleri. Bu işkence faslı belki  yarım saat sürdü sonra aniden sesler kesildi. Paşa ile Erkan´ı öldürdüler sandık. Ve hep bir ağızdan bağırdık.

Erkaaaaaan! Paşaaaaaaaaaaaaa!”

„Erkaaaaaan! Paşaaaaaaaaaaaaa!”

 

29.01.2005

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu