Makalelerim

Kurucu unsurmuşuz!

Selim Çürükkaya/ Unsur, element, öge, diye geçer sözlüklerde.
Totaliter ideoloji ve sistemlerde „unsur” olarak tabir edilenler,
kesilip atılması gereken bir „ur” gibi görülen muhalifler kastedilir……

„Kurucu unsur” deyimi zannedersem Türkçe’deki siyasal literatüre Lozan Antlaşması sırasında girmiştir. Lozan antlaşması yapılmadan önce masaya Kürt sorunu da yatırılmak istenir. Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa buna itiraz eder: „Bizde Kürtler, ayrı bir ulus veya azınlık değil, cumhuriyetin kurucu asil unsurlarından  biridir” der.
Mustafa Kemal, İsmet İnönü‘nün bu hilesini gerçekleştirmek için, Kürt-Türk kardeşliğinden sözeder; otonomi gibi laflar söyler; o dönemin Kürt ileri gelenlerini mecliste kendi kıyafetleriyle kabul eder; ardından; „Biz azınlık değil, kurucu unsuruz” diye o­nlara imzalı mektuplar yazdırıp Lozan‘a gönderir. Kendisini Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak kabul ettiren İnönü Lozan Antlaşması’yla Kürtlerin defterini dürer.

Lozan Antlaşması’yla „unsur” kabul edilen Kürtler, kesilip atılması gereken bir „ur” olarak değerlendirilir.

 

Ki zamanın içişleri bakanı Bozkurt‘da: “Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler. Bu ülke sadece Türklerindir, Kürtler ya köle olarak yaşarlar ya da istedikleri yere defolup giderler,” anlamına gelecek demeçler vermişti. „Biz asli kurucu unsuruz” deyip Lozan‘a mektup yazan Kürt ileri gelenlerinin bir kısmı darağacına yollanmış, Palu, Dersim ve Ağrı katliamlarıyla „kurucu unsur” derdest edilmişti.

Artık misak-ı milli sınırları içinde her şey Türk’tü! Kürd’ün kendisi ve o­na ait herşey ya yasaktı ya Türk’tü!  Biz Kurmanclar ve Zazalar bir saat içinde dağ Türk’ü olmuştuk. Dilimiz zaten yasaklanmıştı; o­nlara göre böyle diller de zaten yoktu. Ama olmayan dillerin neden yasaklandığını da kimseler bilmiyordu! Bir kaç yıl içinde dağlarımızın, nehirlerimizin, ovalarımızın, vadilerimizin, şehir, kasaba, köy ve mezralarımızın Kurmanca Zazaca, Ermenice, Asurca, Keldanice, Hurrice, Arapça isimleri, „eski isimlerdir” gerekçesiyle kaldırıldı. Bunların yerine „yeni” kılıfı içinde Türkçe isimler verildi. Bu da kültürün ve dilin katliamıydı; tarihin, geçmişin, belleğin, anıların kazınıp yok edilmesiydi.

Bu nasıl kurucu unsurluktu? Yani Cumhuriyeti Türklerle Kürtler birlikte kurmuştu. İkisi ortaktı. Ama topraklar sadece birisinin adına anılıyordu. Bir ortağın yeni yaratılmaya çalışılan dili, resmi dil oluyor, diğer ortağın 3 bin yıl geçmişi olan dili yasaklanıyordu! Bir ortağın ilkokulu, ortaokulu, lisesi üniversitesi yoktu; diğer ortağın okullarına gitmek kendi diliyle değil, kendi varlığını inkar eden „ortağının” diliyle okumak ve konuşmak zorunluydu. Bir ortak „ben Türk’üm” demekle gurur duyarken diğer ortak, Kürt’lüğünden uzaklaştığı oranda „adam” sayılıyordu… Ve kendini Kürt saydığı, gereklerini yaptığı zaman o ülkede hademe bile olmazdı. Hapishane dışında hiç bir yerde de barınamazdı.

Bu nasıl bir ortaklıktı? Efendi ile kölenin „ortaklığına” benzemiyor muydu? Bunu şu yeryüzünde hangi alçak halk kabul edebilir? Biz Kürtler mi art niyetliyiz, yoksa Türk halkı mı kördür? Bakın eğer gerçekten biz kurucu unsur isek ve misak-ı milli sınırları içinde eşit isek tam 80 yıldır biz emirlere uyduk. Şimdi 80 yılda diğer kurucu üye dizginleri ele alsın! Yani bir gecede Türkiye Cumhuriyeti’nin adı Kürdistan Cumhuriyeti olsun; o­nun sınırları içinde ve bayrağının altında yaşayan herkes kendisini Kürt olarak kabul etsin. Resmi dili Kürtçe dışında bütün diller yasaklansın, ilkokullardan üniversiteye kadar yalnızca Kürtçe ile eğitim yapılsın, Türkçe konuşanlar ve yazmaya kalkışan gafillere gerekenler yapılsın, dağların köylerin Türkçe adları yasaklansın Kürtçe isimler sokaklara levhalara kazılsın velhasılı kelam Türklük adına bu güne kadar yapılan bütün alçaklıklar Kürtlük adına Türklere yapılsın! (bak bu satırları yazarken bile utanıyorum) eğer böyle yapmak doğruysa 80 yılımız dolunca bu kez sıramızı ortağımıza devrederiz. Bu gerçek anlamda bir ortaklık çeşidi olur. Yani seksen yıl o­nlar katil biz kurban, seksen yılda biz katil o­nlar kurban olsun.

Ya böyle devam ettiririz, ya da medeni insanlar gibi karşı karşıya oturur iki eşit ortak gibi veya iki kardeş gibi bir birimizin varlığına saygı duyarak her şeyi yeni baştan konuşuruz. Türklerin kendilerini yönetmeye hakları varsa, Kürtlerinde vardır. Türk dili Kürt dilinden ne daha önemlidir ne daha zengin ne de daha eskidir. Her halk kendi zenginlik kaynaklarını kendi ihtiyacı için kullanma hakkına sahiptir. Ankara’da bir meclis varsa, Diyarbekir´de neden bir meclis olmasın ve bu iki meclis iki kurucu halkın kaderleriyle ilgili kararları neden vermesin?

Eğer yeniden kandırılmak istenmiyorsak en makul ve mantıki yol budur. Ama görülüyor ki bazıları tarihi tekrar tekerrür ettirmeye çalışıyorlar. Tutuklu bazı zatlar, Diyab Ağa rolüne soyunmuş, Sakharov ödüllü bazı Hasan Hayri’ler şimdide içi boş „kurucu unsurluktan” söz ediyorlar. Ve bunların karşısında olan Aydınlar suskun, politik Kürt örgütleri aymaz, Hasan Hayri’nin kurmancî konuşması bazılarına yeterli görünüyor.

Bilinki Lozan’dan sonra Bürüksel’de de „unsurlaştırılır sak” kimse gözümüzün yaşına bakmayacak, bizi adam yerine bile koymayacaktır!

 

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu