Güncel

EVİMİZİN ÖNÜNDEKİ AĞAÇ ÇİÇEK AÇTIĞINDA, EŞİM AĞLAR

Bizim evin önünde bir kestane ağacı var, on üç nisanda çiçek açmaya başlar.
Her on üç nisanda bizim Aysel bu ağacın çiçeklerine bakar ve ağlar.

Üç gün önce yine ağladığında, soru sordum, dedim “yine ne var?”

“Unuttun mu?” dedi, “bugün 13 Nisan! Her yıl bugün bu pencereden bu ağacın çiçek açmaya başladığını gördüğümde, düşlerim beni Diyarbakır Cezaevine yollar.

Diyarbakır cezaevinde, sene 1981 de, Askeri Cunta döneminde, gece saat üçte, komandolar bizleri uykumuzdan uyandırdılar, ”hazırlanın mahkemeniz var“ dediler.

Kadınlar koğuşunda mahkemeye gidecek olan ben ile arkadaşım Fatma Çelik’tik. Alelacele giyindik. Açılan kapıdan koğuşumuzun koridoruna çıktık, heyecandan ne yapacağımızı bilemedik.

 Ellerimiz titriyor, kuşkulu bakışlarla çevremize bakıyorduk.
Altı aydan beri cezaevinin bütün koğuşlarında gece gündüz tutuklular dövülüyor, insan çığlıkları yeri göğü inletiyordu.

Biz kadınlar bütün tutuklulardan izole edilmiştik. Bu altı aylık işkence döneminde kimin öldüğünü, kimin kaldığını bilmiyorduk. Bizi gerçekten mahkemeye mi götürüyorlardı, yoksa kurşuna dizmeye mi? Bu konuda da kuşkuluyduk. Gecenin saat üçünde mahkeme mi olur diyorduk.

 Koridorda komandolar etrafımızı sardı, anlaşılıyordu ki olağan üstü bir durum vardı, sayılarının kalabalığı bize çok şey anlattı.

 Erkek koğuşlarından çıkarılan tutuklular, askeri takımlar halinde, askeri yürüyüşler eşliğinde marş söyleyerek koridorlarda yürütülüyorlardı.

Herkesin kafası dazlaktı. Koridorlar sanki savaş arenasıydı, her takım yüksek sesle askeri bir maş söylüyor, nizami askeri yürüyüşle bir yerlere doğru gidiyordu. Değişik makamlarda söylenen marşların, beton zemine vurulan tempolu topukların sesleri, bedenlere inen kalaslar ve coplar kokutucu bir manzarayı gözlerimizin önüne seriyordu.

Cezaevinin ana koridoruna girdiğimizde, sayısını bilmediğimiz kadar tutuklu, yüzleri duvarlara çevrili tek sıra halinde dizdirilmişti, tutukluların sayısından fazla komandolar da onların etrafını sarmıştı. Soğuk kelepçe ve zincir sesleri bozuyordu sessizliği, ardından dayak yiyen bir tutuklunun feryadı yırtıyordu ciğerlerimizi.

Hepimizin el bileklerine kelepçeler geçirilince, gruplar halinde uzun zincirlerle birbirimize bağlanınca, “istiklal marşı okuyun” dediler. Direnenler, 35. Koğuşta kalıyordu, onlar okumadı, koğuşlardan getirilenlerin kimileri yüksek sesle okumaya başladı, kimileri de alçak sesle, ama istemeyerek, ağlayarak okuyorlardı. Okumayanların, ses çıkarmayanların başına, gövdelerine Cop ve kalas darbeleri iniyordu. İnsan çığlıkları ile marş sesi birbirine karışıyordu. Saatlerce koridorda elleri kolları bağlı tutuklulara işkence yaparak onları korkutmaya çalışıyorlardı.  

Birbirine zincirlemiş gurupları tek sıra halinde dizerek, başlarımızı dizlerimizin hizasına kadar eğerek, yürüttüler. Ring denilen, her tarafı kapalı askeri arabalara tıka basa doldurarak götürdüler.

Seyran tepede, 7. Kolordu askeri mahkemesinin bulunduğu mıntıkada, kapalı arabadan indirdiklerinde, güneş yeni doğmuştu. Yüzümü döndüm ve kimselerin duyamayacağı, içimin sessizliği ile güneşe,‘bu mu senin adaletin?’ demiştim.

Ancak mahkeme salonunda başımı kaldırıp arkadaşlarıma bakmıştım. Eşim dahil, hemen hemen hiç kimseyi tanımamıştım. Saçları kesilmiş, boyunları incelmiş, yanakları erimiş, gözleri çukura kaçmış, bir deri bir kemik kalmışlardı.

Kiminin kafasında yaralar vardı, kiminin kolu kandı kırıktı, kiminin dişleri döküktü, kimin dudağı yarıktı.


Ama herkes umutluydu, zülüm altında yeniden açmaya yüz tutmuş birer direniş tomurcuğu gibiydi. Ben evimizin önünde çiçek açan bu ağaca her baktığımda zulüm altında açmaya başlayan o direniş tomurcuklarını hatırlar ve ağlarım” dedi.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu