Makalelerim

Lozan davası 7

Selim Çürükkaya / Tekrar mahkeme salonuna dönersem; mahkeme binası tarihi bir yapıydı.. Kocaman kapıları  vardı ve giriş kapısının iki tarafındaki beyaz aslan  heykelleri içeri girdiğinizde sizi izliyor gibiydiler.. Mahkemenin yapıldığı yer bir tiyatro salonu gibi düzenlenmişti, ön tarafta ortada duruşma hakimi, iki yanında biri bayan biri erkek iki jüri üyesi oturuyordu. Mahkeme heyetinin sağ tarafında bayan bir savcı, onun yanında savcılığın raportörü bir erkek, sesizce olan bitenleri izliyordu.

Onların hemen altında Mağdur M.Ç. ve avukatı, onların karşısında da sanıkların dört avukatı yan yana oturuyordu. Sanık avukatları, mahkeme heyeti, savcı, mağdur avukatı (E) harfi şeklinde yerlerini almışlardı, sanıklar bu (E) harfinin ortasında yan yana bir sıra halinde tahtadan sandalyelere oturmuşlardı.

 

Onların hemen ön tarafında boş bir tanık sandalyesi konulmuştu, onun arkasında bir masa, masanın arkasında ise bir tercüman oturuyordu. Biz izleyiciler ise mahkeme heyetinin oturduğu yerin tam karşısında sıra halindeki koltuklara kurulmuştuk.

Bütün tanıklar ifadelerini verince mahkemenin seyri tamamen değişti, yani savcının iddianemesinde saldırgan konumunda olan Fehmi Budan, saldırıya uğrayan konumuna geçti.

 

Bu ara bir manken kadar zarif, bir güzellik kraliçesi kadar güzel olan savcı, tanıklar dinlendikten sonra müthiş bir bir şov yaptı, ne konuştuğunu bilmiyordum, kendimi aniden bir tiyatro salonundan hissettim, savcı hanım gerçekten başarılıydı. Yanımda oturan tercüman bana savcının; „anlaşılıyorki Fehmi Budan örgütlü bir saldırıya maruz kalmış” dediğini söyledi.

Fakat asıl gösteriyi Fehmi Budan’ ın avukatı yaptı, savcının iddianamesini yerden yere vurdu, isviçre istihbarat örgütünü becereksizlikle suçladı, hazırlanan iddianamenin toptan çöp sepetine gitmesi gerektiğini vurguladı.

Avukatın jest ve mimiklerini izleyip konuşmalarını dinleyince, bir an  tiyatroyu andıran bu mahkemeden 1981 yılında yargılandığım Diyarbakır 1 nolu sıkıyönetim mahkemesine gitti düşlerim, başlarımız sıfır numara traş edilmiş, tektip askeri elbiseler bize zorla giydirilmiş, karşımızda dikilmiş askerler, ellerindeki şeritli silahların namlularını bize çevirmiş, başımızda bekleyen mavi bereli komandolar coplarını havaya kaldırmış  saldırı vaziyetinde bekliyorlardı, avukatlarımızda bizim gibi esir durumdaydı.

Lozan mahkemesinin “görkemli adaletiyle” Diyarbakır mahkemesinin  “aşağılık rezaletini” karşılaştırınca gözlerimden yaş aktı…
Lozan’daki mahkemeye geri döndüm. Bu duygularla mahkemeden ayrıldım. Çünkü o gün karar verilemedi, üç gün sonra Fehmi Budan’ a saldıran İbrahim Aslan üç yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Kadir Ceylan iki yıl,  Nihat Budan ise berat etti. Fehmi Budan ise vurulduktan sonra, işyerinden aldığı bıçakla  ikinci kez kavgaya neden olduğundan cezaevine girmeyecek hafiflikte üç yıllık bir cezaya çarptırıldı. Ama yüksek mahkemenin bu davayı bozacağına ve davanın yeniden görüleceğine inanıyorum.

16 Kantonun bürolarının bulunduğu mahkeme binasında, her kanton kendi payı oranında mahkemenin maddi sorununu karşılamıştı. Üç kişinin ağır yaralandığı, dört kişinin adam öldürmeye teşebbüs ve kavgaya sebebiyet vermeden yargılandığı bu dava, yaklaşık 500 bin franka mal olmuştu….

Davayı burada noktalarsam Lozan’ da yaşadıklarımı da kısaca anlatmak istiyorum. Biz Kürtler için Lozan, son seksen yıllık kaderimizi çizen Lozan antlaşması ile özdeştir. İşte bunun için  ilk işlerimden biri, arkadaşlarımla birlikte Lozan antlaşmasının yapıldığı “Fau – R ivage palace” oteline  gitmek oldu….

Leman gölü kenarındaki bu görkemli otele arka kapısından girmek isterken, Yahudi külahı takmış bir grup erkekle, son derece modern giyinmiş bir grup kadın kapıda kısa süreli bir izdiham yarattı. İçeri girince bu otelde Yahudi düğününün olduğunu öğrendik. Salonlar tamamen kapatılmıştı, ama ben izin alarak, antlaşma öncesi tartışmaların yapıldığı salona gittim ve fotoğrafları çektim. Ardından otelin en alt katına indik, buradaki bir koridorun duvarında Lozan antlaşmasının müzakerelerine katılmış kişilerin çekilmiş toplu bir fotoğrafı asılıydı. Bu rfotoğrafı inceledikten sonra otelin ön kapısından dışarı çıktık ve hemen otelin önündek kafeteryada oturduk.

 Kötü kaderimiz bu otelde çizilmişti, o günden bu güne kadar 29 kez isyan etmiş, ama bu kötü kaderimizi bir türlü değiştirememiştik.
Biz ısmarlanan kahvelerimizi beklerken, nasıl aklıma geldi bilemiyorum, Lozan antlaşmasının yapıldığı otelin  kafeteryasında yanımda oturan arkadaşlarıma 1986 Yılında Diyarbakır cezaevinin hücre bölümünde doksan beş metre uzunluğunda  6 metre derinliğindeki tüneli nasıl kazdığımızı anlatmaya başladım. Beni dinleyenlerin bütün dikkatleri bana yönelince,  daha ayrıntılara indim, anlatıyorum, anlatıyorum bitmiyor, öykü gibi, roman gibi, ama bir türlü çıkamıyorduk tünelden!

 

Sonra bir baktım ki Kürdistan halkı da biz Diyarbakır tutsakları gibi lozan antlaşmasıyla karanlık bir tünele hapis olmuş bir türlü çıkamıyor! Akşama doğru ayrılıyoruz kafeteryadan, Lozan’ı iyi tanıyan bir arkadaşla konuşuyoruz, bana çok şey anlatıyor ama  en ilginç olanı, bilmediğim ve unutamayacağım olay Napolyon ile ilgiliydi.  Arkadaşımın anlattığına göre Napolyon Lozan’ a geldiğinde bir ara “at” ını bir “ağaca” bağlamış, işte o ağaç o günden bu güne korunmaya alınmış ve ağacın bekçisi varmış, gece gündüz bu ağacı “koruyormuş!”

 pd2120783Cenevre’ de  Leman gölünün kenarında gölün mavi sularına dalmışken bir an gözlerim gölün mavi ve berrak sularından önümdeki yazılı levhaya kaydı, fransızca bilen arkadaşlarıma yazıyı tercüme ettirdim „Avusturya kraliçesi SİSSi burada, 10 Eylül  1898 günü öldürüldü” dediler. Mavi gözleriyle leman gölünün mavi sularını seyrederken bir “hırsız” tarafından bıçaklanan güzel ve genç kraliçenin bıçaklanması olayı, günümüzün Leydi Diana vakasının bir benzeri gibidir.

10 Eylül 1889 günü güzel Sissi yüzlerce insanın bulunduğu göl kenarındaki meydanda vuruldu!  o anda O gölün kenarında bulunan insanların hiç birisi  şu anda yok. Sadece Sissi ihtişamlı heykeli ile orada duruyor ve tarih boyunca gelip geçenlere gülücükler dağıtıyor.

Dünyanın en ilginç ülkelerinden birisidir bu İsviçre! Çok dilli, çok kültürlü! Küçük ve zengin. Dağları ve gölleri müthiş güzel ve yüksek dağlarından  masmavi veya bembeyaz sular fışkırır. Bu sulardan büyük nehirler oluşur. Meşhur Ren nehri İsviçre dağlarının kızı, Rhon ise  İsviçre Alplerinin oğlu gibidir. Aaer nehri ise karlı dağların gelini dir sanki. Ve bu nehirler, ovalara indiklerinde İsviçre’ ye hayat veren mavi  gölleri oluştururlar.  Ve bu göllerin kenarında küçük küçük şehirler inci gibi dizilmiştir.

İnsanlar nelerle uğraşıyorlar, biz Kuzey kürtleri nelerle uğraşıyoruz! Kandildeki sevgili arkadaşım Mustafa Karasu ne der  bu işe acaba?

 „Ben artık bu halka yalan söylemek istemiyorum” deyip örgütten ayrılan bir genci önce  bir itirafçıya dövdürmenin, ardından bir eroinciyle bir esrarcıya bıçaklatmanın ulusal kurtuluş mücadelesiyle ne gibi bir ilişkisi vardır?

Karasu bir izahını yapsaydı da bende bilgilenseydim!

Son 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu