Kentler

Ceyhan

Selim Çürükkaya, hayatında gördüğü ikinci şehir, Ceyhan'ı anlattı.

Selim Çürükkaya: “Hayatımda ilk olarak bu vagonda böyle ölümle  burun buruna gelmiştim, Yine hayatımda ilk olarak böyle çaresiz kalmıştım. Kaldırmaya gücümün yetmediği vagon kapısı sevdiğim koyunları öldürüyor, bana yardım edecek hiç kimse  görünmüyordu. En güvendiğim Allah bile Abdurrahman gibi ortalıkta yoktu. Yaşamım boyunca gördüğüm ikinci kent  Adana’nın Ceyhan kasabasıydı. Bu kenti anlatmadan önce  oraya nasıl gittiğimi anlatmam gerekiyor.”

İlkokuldan mezun olmuşum, ilk olarak Genç adında bir şehir görmüşüm, sokak lambalarını, faytonlarını, korna çalarak dört teker üzeri hızla gelip geçen arabalarını, geniş, dümdüz, taş döşeli sokaklarını, sinemasını unutmamıştım. Artık köyüm bana dar geliyordu, şehire gidip okumak istiyordum.

Adana’nın Ceyhan kazasında iki amcam oturuyordu, ben doğmadan önce oralara göç ederek yerleşmişlerdi. Onların evinde kalıp okumaya devam edebilirdim.

Bu fikri kim kafama koydu?

Şu anda tam olarak hatırlamıyorum! Ama Ceyhan’ a gitmek için annemi ve babamı hayli zorladığımı hatırlıyorum.

O dönemde genç bir komşumuz, onunla aynı yaşlarda bir de akrabamız vardı. Komşumuzun adı Abdurrahman Günay’ dı. Ailece Ceyhan’ a göçmüşlerdi. Akrabamızın adı da Ahmet Tunç’ tu. Köyümüzde otururdu.
Abdurrahman Ceyhan’dan geri dönmüş, üzerinde tiril tiril kumaştan bir elbise var, Ahmet ile birlikte çevre köylerde koyun satın almış, bir müddet bu koyunları köyde besledikten sonra Ceyhan’ a götürüp pazarlamak istiyorlardı.
Bu haberi Abdurrahman’ dan duyunca „Beni de beraber götürür müsünüz?” dedim, „Evet” cevabını aldım, çok sevindim.

Annemi ve babamı ikna edince, geceleri gözlerime uyku girmez olmuştu. Yola çıkmadan bir gün önce annem benim için bir sepet hazırlamıştı, içine iki amcama hediye olarak tere yağı, yağlı çökelek, bir de yolda yemem için yiyeceklerimi koymuştu. Bu sepeti köyümden Suveren istasyonuna, bineceğim Trenin yanına kadar nasıl taşıdığımı hatırlamıyorum. Ama bir sürü peşinde, koyun adımlarıyla taşlık keçi yolundan yürüyerek köyden ayrıldığımızı, gözyaşları dökerek, bir yamaçta köyüme son kez el sallayıp, Murat nehrine doğru ilerlediğimizi hatırlıyorum.

Bir saat kadar yürüdükten sonra Murat nehrinin kıyısına vardık, karşı kıyıya geçebilmemiz için kayığa binmemiz gerekiyordu.

Kayık Rahmetli Abdulhamit Efendinin bahçesinin hemen altında, kalın kazıklara bağlıydı. Abdulhamit Efendi, Şeyh Said başkaldırısına katılmış, uzun süre dağlarda çatışmalar yaşamış, başkaldırı yenilgi ile sonuçlanınca “Bin xet” olarak bilinen Suriye’ ye geçmeyi başarmış, oraya yerleşmişti.

Türkiye’de çıkan bir af sonucu geri dönmüş, Murat nehri kıyısında kendisine  bir ev yaptırmış, evin etrafında da kocaman bir bahçesi vardı.

Kayığın hikayesini ve geçmişini tam olarak bilmiyorum, ama bildiğim kadarıyla zazaca „Mıst çi efendi” olarak bildiğimiz, Abdulhamit Efendinin hizmetçisi Mustafa kayığı işletiyordu.

O gün bütün koyunları ancak üç kez karşı tarafa geçirebildik. On dakika sonra istasyona varmıştık.
Bir hayli zaman treni bekledik, ikindiye doğru Genç tarafından Elazığa doğru giden teren, Suveren istasyonunda durdu. Koyunları vagona koymak için çok uğraştığımızı hatırlıyorum, sağa sola kaçışan koyunları yakalamak, sürükleyerek vagona kadar götürmek. bayağı zordu. Onlar da sanki kesilmeye götürüldüklerini biliyorlarmışçasına ürkerek kaçışıyor, bıçak altına yatmamak için ayak diretiyorlardı.

Son koyunu vagona koyup kapısını kapatmadan önce Ahmet “Haydi eyvallah” deyip bizden ayrıldı. Kapıyı kapatınca, ben ile Abdurrahman koyun vagonunun içinde kalmıştık. Bu benim Trene ikinci binişimdi. Bu ikinci kez koyunlarla birlikte  nasıl gidebileceğimizi henüz Abdurrahman’ a sormadan,  yerdeki vagonun kapısının bir tarafından tutarak diğer köşesinden tutup kaldırmamı isteti. Zor bela kapıyı dikerek üst kenarından Vagonun duvarına yasladık. İki kenarından birer üçgen açıktı, biz buradan girerek kapının altına oturacak, eşyalarımızı da yanımıza alacak, böylece koyunlar bizi rahatsız etmeyecekti. Ben kapının sağ tarafındaki üçgenden girerek sepetimi yere koydum, yanında oturdum. Diğer yanıma Abdurrahman oturunca, Ahmet’ in acil bir işinin olduğunu, onun başka bir trenle gitmesi gerektiğini anlattı. Tabi ben bir şey demedim, zira benim için önemli olan Ceyhan’ a gitmekti. Zaten bunun dışında pek bir şey düşünmüyordum.

Tren hareket ettiğinde hem üzüntümden, hem de sevincimden ağlıyordum. Arasıra yanıma sokulmak isteyen koyunları kovuyordum. Bu ara Abdurrahman ikide bir korkup korkmadığımı soruyordu, özellikle Tren karanlık tünellere girince, bu soruyu soruyordu, ben korkmadığımı söyleyince, artık büyüdüğümü korkmamam gerektiğini bir yıl sonar 14 Yaşıma basınca, tam olarak erkek olacağımı söylüyordu. Tabi ben Abdurrahman’ın birazdan beni bu Vagonda yalınız başıma bırakmak amacıyla soruları sorup nasihatlerde bulunduğunu henüz bilmiyordum.

Hangi istasyondu, hatırlayamıyorum. Ama Suveren İstasyonundan sonar üç veya dört istasyon sonraydı; Abdurrahman su içmek bahanesiyle aşağı indi, ben de üst tarafı açık vagonun kapısından dışarı bakıyordum, Tren düdük çaldı, Abdurrahman görünürde yoktu. Ben telaşlanmıştım. Kendi kendime  nerelere gitti bu adam  dediğimde, tren hareket etti. Gözyaşlarımla vagonun duvarına yasladığımız kapının altındaki sığınağıma gidip oturdum. Abdurrahman beni koyunlarla baş başa bırakıp gitmişti! Hüngür hüngür ağlıyordum. Tren tünellere girince,  duman içeri giriyor, öksürüyordum, yanımda ayna yoktu, ama gözlerimin ağlamaktan ve dumandan kıpkırmızı olduğunu tahmin ediyordum. Aslında böylesi durumlarda karanlık bile olsa, insan kendi yüzünü görebiliyordu veya o hise kapılıyordu.

Bir kaç istasyon sonra ben de vagondan aşağı indim, Abdurrahman’ın adını bağırarak ve ağlayarak onu aradım, ama bulamadım, bir çeşmede yüzümü yıkadım, trene geri döndüm, bu kez koyunların bulunduğu vagona binmedim, iki yük vagonu arasında bulunan bir kulübenin merdivenine tırmandım, kapısından içeri girerek oturağına oturunca, kapıyı kapattım.

Böylece gübre kokusundan ve koyunların ikide bir beni rahatsız etmelerinden kurtulmuştum. Tren hareket edince, yeni yerimden bayağı memnundum, lakin tünellere girdiğinde penceresi açık, camı kırık kulübe kapısından içeri giren dumanlara dayanmakta zorlanıyordum..

Gece olmuştu, karanlık çoktan basmıştı, Tren nefes nefese gidiyor, istasyonların bazılarında uzun sure bekliyor, bazılarında su alınca, içindeki nefesleri boşaltınca kalkıyordu. Çok acıkmıştım, ama üzüntümden bütün iştahım kesilmişti. Bu yüzden vagona dönmek bile istemiyordum.

Sabaha doğruydu. Tren bilmediğim bir istasyonda durdu. Sanki havalar biraz soğumuştu, koyunlarımın yanına gideyim, orası sıcaktır diye düşündüm. Kulübemden inerek vagona doğru koştum, üst tarafı açık olan kapıdan içeri girmek için tırmandım,  içeri girdim ki; ne göreyim! Duvara yasladığımız kocaman vagon kapısı yere düşmüş, sepetim Abdurrahman’ın eşyaları ve dört adet koyun altında kalmış, bir sürü koyunda kapının üzerinde yatıyordu.

Tren hareket etti, koyunları kapının üzerinden kovdum,  altta kalan koyunların ikisi ölmüş, ikisi can çekişiyordu.

Kurtarmaya çalıştım, kulaklarından tutup çekiyorum, kapıyı kaldırmaya çalışıyorum, gücüm yetmiyor, ağlıyorum. Allaha yalvarıyorum, kafası dışarıda kalmış koyunun gözleri parlıyor, oda bana yalvarır gözlerle bakıyordu, onu kurtarmaya çalışırken başka koyunlar kapının üzerine çıkıp yatmaya başlıyorlardı, koyunun başını bırakıp  kapının üzerine çıkmış koyunları kovalıyorum, koyun pisliğine basınca düşüyorum.

Pislik ellerime bulaşıyor, mendilim yok, ellerimi elbiselerime sürüyorum, koyunun başına dönüyorum, onu kurtaramayacağımı artık anlıyorum, yere oturuyorum, başını iki elimin arasına alıyorum, ağlayarak gözlerinden öpüyorum, gövdesi tamamen kapının altında kalmış, titriyor koyun, sıcak nefesi yüzümü okşuyor ama ben bir şey yapamıyorum.

Tren gidiyor, koyun yaşam mücadelesi veriyor ve ben hiç bir şey düşünemez haldeyim. Kapının diğer tarafında kafasının yarısı dışarıda başka bir koyun var, onun yanına koşuyorum. O da ölmek üzereydi, kafaları kapının altında gövdeleri dışarıda olan diğer iki koyun zaten çoktan can vermişti.

Hayatımda ilk olarak bu vagonda böyle ölümle  burun buruna gelmiştim, Yine hayatımda ilk olarak böyle çaresiz kalmıştım. Kaldırmaya gücümün yetmediği vagon kapısı, sevdiğim koyunları öldürüyor, bana yardım edecek hiç kimse  görünmüyordu, en güvendiğim Allah bile Abdurrahman gibi ortalıkta yoktu.

Ağlamışım, ağlamışım.
Koyunun başucunda uyumuşum.
Uyandığımda koyunum ölmüştü. Dudakları, başı soğumuştu, artık nefes alıp vermiyordu. Bana bakıp yalvaran gözleri çoktan kapanmıştı. Kapının diğer tarafına geçtim, orada ki de ölmüştü!

Güneş doğmuştu, sıcaklar basmıştı. Üstüm başım gübre ve sidik kokuyordu. Ben ise can veren koyunların derdine düşmüştüm.

Aklımı yitirmiş gibi ağlıyordum, başımı kapıdan çıkarıp imdat istemek aklıma gelmiyor, altında dört ölü ve eşyalarımızın bulunduğu kapının etrafında dolanıyor, üzerine çıkıp yatmak isteyen koyunları kovmaya çalışıyorum.

Açlığı çoktan unutmuştum, susuzluktan boğazım kurumuş, bu kez üstüm başım, yüzüm, gözüm gübre ve sidikle sıvanmış gibi olduğundan vagondan dışarı çıkmaya utanıyorum.

Bir ara artık ayakta kalamayacağımı fark edince, kapının yanında oturdum, altında ölü  koyunlar var diye yanında yattım, benim yattığımı fark eden diğer koyunlar ise; çıkıp kapının üzerinde yatmışlar. Tam olarak hatırlayabildiğim kadarıyla gece yarısıydı, Abdurrahman’ın sesiyle uyandım. Sağıma soluma baktım, koyunlar kapının üzerinde yatmıştı, Abdurrahman’ ın yüzüne baktım, ağlamaya başladım, öylesine hıçkırıyordum ki; hayrette kalan Abdurrahman: „Korkma bak ben geldim” dedi.

Ben hıçkırıklar arasında “koyunlar öldü” dediğimde, Abdurrahman yere döşmüş kapıyı yeni fark etti, benim de yardımımla kapıyı kaldırınca, sepetimin dağıldığını, yağlarla koyun pisliğinin birbirine karıştığını, Abdurrahman’ın el fenerinin ışığında görebildim.

Üzerime bağıran Abdurrahman’a karşılık verince, cebindeki bıçağı çıkardı, ölü koyunları tek tek kesti, ayaklarından çekerek bir köşede üst üste attı, gönlümü almaya çalıştı, ama onu dinlemeyerek bir köşeye çekildim.

Güneş doğmuştu, vagona sıcak çökmüştü, Tren hızını kesmek üzereydi, yanıma gelen Abdurrahman  “Kalk Ceyhan’ a  ulaştık” dediğinde, sevincimden kapıya doğru fırladım. Biraz sonra tren durdu, aşağı inip giysilerime, ellerime baktığımda koyun pisliği her tarafımda kurumuştu.

Az sonra Ahmet çıkageldi, onu amcam izledi, başımdan geçen olayları hıçkırarak onlara anlattım, gülüp geçtiler.

Koyunları vagondan indirmek hayli zaman aldı. Bir de ilerde koyunların bindirildiği başka bir araç vardı ki ben böyle bir makineyi ilk olarak görüyordum. Bu aracın ön tekerlekleri küçük, arka tekerlekleri ise kocamandı. Arka bölümüne demirden üstü açık küçük bir vagon takılmıştı. Koyunları bu vagona bindirdiler, ama yarısı orada kaldı, bu aracı amcam sürüyordu. Ahmet istasyonda koyunların yanında kaldı, ben ile Abdurrahman koyunların bindirildiği vagona binerek , diz üzeri çökmüş, demir kenarından tutunarak  asvalt, iki tarafında kocaman çam ağaçları dikili bir yoldan Hürriyet mahalesine kadar gitmiştik.

Genç kasabası, Ceyhan’ a göre benim büyüdüğüm köy gibiydi.  Kasaba Ceyhan nehrinin kıyısında kurulduğu için bu adı almıştı.

Kaldığım mahallenin adı Hürriyetti. Amcalarımın komşularının çoğu zazaydı ve bizim oralardan göç edip buralara gelmiş, yerleşmişlerdi.

Çarşıya çıkmak istediğim ikinci gün amcam bana: „Gidiyorsan göz açık ol, burası köye benzemez” demişti, bende çarşıya doğru giderken gözlerimi kırpmadan, açarak yürümüştüm.

Süre içinde Ceyhan’ın altını üstünü öğrendim. Okulda öğrendiğim Türkçeyi geliştirdim, diğer göçmenler gibi kendi ana dilim zazacayı utancımdan konuşmamaya başladım.

Günaydın sineması uğrak yerim olmuştu. Sinemanın makinisti Hadi abinin adını hala unutmamışım. Ulu caminin bahçesinin ağaçlarının gölgeliğinde dinlenmek daima bana huzur vermişti. Sabah erkenden kendilerini pazarlamaya gelen işçilerin toplandığı beton meydan ilgimi çekmişti. Seyyar arabalarda  ekmek arasına konulup satılan şiş kebabın tadı damaklarıma işlemişti. Birde seyyar satıcıların şalgamcılara mahsus camlı, dört tekerlekli arabalarla, kalın cam bardaklarda sattıkları şalgamın.

Kabadayıları meşhurdu  Ceyhan’ ın; Tarzan Memed, Sarı Remzi gibi, her birisin onlarca macerası vardı. Kahvehaneleri güzeldi ve yazın çay bahçeleri, kumarhaneleri  birde erkeklerinin küfürleri!

Caynak mahallesinde yetmiş iki buçuk milletin oturduğu söylenirdi, geceleri yazlık  sinama çıkışında takıldığımız kızları dar sokaklarına kadar takip eder, zaman zaman mahalle gençleriyle kavgaya tutuşurduk!

Şehirin hemen girişinde Adana’ ya doğru giden yolda, Ceyhan nehri üzerinde kocaman demir bir köprü vardı. Büyük bir ihtimalle Almanlar tarafından yapılmıştı.

Yazın, nemli ve boğucu sıcağında bu köprünün altında yüzerdik, bir de köprünün demirlerinin üzerine çıkar o baş döndürücü yükseklikten ayak üstü dimdik veya kafa üstü kendimizi aşağı atardık.

Bir de yazın, bilhassa geceleri, nemli boğucu bir sıcağı vardı. İçeride, yani bir odada veya salonda uyuyamazdınız, kendinizi dışarı atmak zorundaydınız, eğer cibindiriğiniz yoksa, vay halinize!

Sivrisineklerin saldırısına uğrardınız. Çukurova’nın sivrisinekleri bir başkadır, kocaman gözleri, uzunca bacakları, incecik kanatları, kanınızı emmek için gözle kolaylıkla görünür hortumları vardır. İlk başta seslerini pek duymazdınız, gecenin ilerleyen saatlerinde, kanat seslerinden uyuyamaz hale gelirdiniz. Bir taraftan üzerinizde dolaşan sivrisinek bulutu, diğer taraftan terden dolayı yam yaş olurdunuz ve dolanırdınız yatağınızda, neticede gözlerinize uyku girmez, giyinir, başınızın çaresine bakmak için bir taraflara kaçardınız.

Ceyhan’ ın tarihini yani geçmişini çok sonraları öğrendim. Milattan ikibin yıl öce Hititler burayı yerleşim yeri olarak seçmişler. Bir ara Asurluların eline geçmiş, Fenikeliler uğramışlar, Mısır Firavunlarının eli verimli ovalarına kadar uzanmış. Ardından Pers atlıları dört nala koşmuşlar düzlüklerinden. Büyük İskender geçmiş oralardan, Romalı Sezarlar mülk edinmiş, Bizansı, Selçukluları beslemiş bire kırk veren verimli toprakları!

Tarih kitapları o verimli ovalar üzerinde ve hayat veren ırmağın kıyısında İsadan önce 1900 Yıllarında Luvi krallığı, ardından Arzava Krallığı, ardından Kizvatna Krallığı kurulduğunu yazarlar. Kue Krallığı onları takip etmiş, gelen yeni fatihlerin yerini başka fatihler almış! Ermeniler, Ramazanoğulları, Kınıklar ve Osmanlılar…

Anan koca mı gördü oğul hikayesi gibi Ceyhan kasabası ve Ceyhan ovası da Asyadaki bütün fatihlere yaltaklık yapmış!

Ceyhan kasabası  coğrafi olarak bu günkü Türkiyenin Akdeniz bölgesinde yer almaktadır. Adana şehrine yaklaşık olarak 43 km uzaklıktadır. Kasaba ile Akdeniz arasındaki uzaklık 30 km dir. Harita diliyle söylersem 36. Ve 37. Kuzey enlemleriyle 35. Ve 36. Doğu boylamları arasındadır.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu