Portreler

M.Cahit şener

Tepeden tırnağa silahlı fiziki yalan ordularını, bir başına, ama, içindeki manevi ordularla yenenleri gördüm. Herkesin insanlığını yitirdiği noktada insanlaşanları, yalanın geçer akçe olduğu pazarlarda, doğruyu çekinmeden halka gösterenleri de gördüm.

Selim Çürükkaya / Uzun bir süreden beri yazmıyorum.
Daha doğrusu çok yazıyorum da, siz okuyamıyorsunuz.
Ama Kasım ayı gelince, okumanız için sadece bir yazı yazmaya karar veriyorum.
Bu yazı da bir insan üzerine olacak.
Bir insan, bir düşünür, bir şair, bir militan, bir politikacı, bir direnişçi üzerine.
Bu insan benim arkadaşım.
Onunla bir askeri zindanda tanışmıştım.
Bu zindanın zalim yasaları, kuralları ve yöneticileri vardı.
Biz bu zindanda inkar edilmiş bir halkın büyük davası adına tutsaktık.
Zalim yöneticiler, bizi yasalarına ve kurallarına uydurmak istiyorlardı.
Daha doğrusu bizi, bizden çalmak istiyorlardı.
Veya bizi, biz olmaktan çıkarmak istiyorlardı.
Oysa bizim ileriye uzanan düşlerimiz, bin yıllara dayanan geçmişimiz, türkülerimiz, şiirlerimiz, feleğe kafa tutacak kadar cesaretimiz vardı.
Silik ve yenik değildik güçlülerin karşısında.
Yalana karşı gerçeğimiz, zulüme karşı gerçeğe olan inancımız vardı.
Çok insan tanıdım, gerçek ortada iken, yalan söyleyen veya söylemeyi akılılık sayan.

Çok insan gördüm, zulmün altında inançlarını yitiren.
Yine çok insan gördüm insanlaşması gereken noktada, insanlığından vaz geçen.
Güçlülerin postallarını yalayanları, gerçeğe sahip çıkanların yüzüne tükürenleri gördüm.
Rahat ortamlarda kendilerini Aslan olarak gösterenleri, zor ortamlarda tavşan olarak gördüm.
Yanar döner adamlar, güce tapan insanlar, kendi arkadaşlarını yiyen yamyamlar gördüm.

Ama dosdoğru insanlar da gördüm.
Nerede olursa olsun, kimden gelirse gelsin, güce ve sayıya bakmadan,
yenilip yenilmeyeceğini hesaba katmadan, zayıf olan gerçeğe sarılarak, güçlü olan yalana karşı çıkanları gördüm.
Tepeden tırnağa silahlı fiziki yalan ordularını, bir başına, ama, içindeki manevi ordularla yenenleri gördüm.
Herkesin insanlığını yitirdiği noktada insanlaşanları, yalanın geçer akçe olduğu pazarlarda, doğruyu çekinmeden halka gösterenleri de gördüm.
Çoğunluğun doğruyu lanetlediği mekanlarda, tek başına doğruya sahip çıkanları da gördüm.
Asla yolundan dönmeyenleri, haksız güçlülerle alay edenleri, düşündükleri doğrular uğruna ölüme gidenleri gördüm.

İşte benim arkadaşım bu sonunculardandı.
Adı: Mehmet Cahit Şener’ di.
Cazaevinden tahliye olunca hiç değişmedi.
Gittiği Bekaa vadisi, çıktığı D. Bakır ceza evi gibi bir cehennemdi.
Birisine zorunlu konulmuştu, diğerine kendi ayaklarıyla gönüllü gitmişti.
Özgürlüğe kavuşmak sevinciyle gittiği yerde, Diyarbakır Cehennem’inden beter bir yerde kendini bulmuştu.
Diyarbakır celladı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ı, lider bildiği şahsın postunun içinde saklı görmüştü.
Önce hayalleri yıkılmıştı, sonra kendini yakarak, küllerinden yeniden yaratmıştı.

Arkadaşlarına bakmıştı.
Hepsinin elleri kelepçeli, ayakları prangalı, dilleri görünmez zincirlerle bağlı, ama kendilerini kurtarıcı sanıyorlardı.
Kurtarmalık olanların kurtarıcılığına güldü mü, ağladı mı, bilemiyorum!
Bildiğim bir şey varsa, O, zulme, yalana ve ihanete uzun süre boyun eğmedi.
Halk beni anlamaz, güç, para, pul bende değil, ihanet damgası yemeyeyim, tek kalmayayım, arkadaşlarımdan ayrı düşmeyeyim, “davaya zarar vermeyeyim”, düşman, yapacaklarımı, söyleyeceklerimi, yazacaklarımı kullanmasın demedi.
Ve milyonların boyun eğdiği bir ortamda, ileride olacakları ve geçmişte olmuşları söyledi.

Olanlar bundan sonra oldu.
Biz bazı Kullar, Engizisyon mahkemesinin cellatları, O, ise Bruno (*) idi.
Bazı Kullar için O, Müslüman mahallesinde domuz eti satan bir satıcı, bazı körler içinse kendilerine ayna satan bir aynacıydı.
Ama biliyorum ki, onun için bizim hiçbir önemimiz yoktu.
Kendi gerçeğini bizden daha önemli buluyordu.
Biz o güne takılmıştık, O, gelecekten söz ediyordu.

Ben birinci cehennemde baştan sonuna kadar onunla birlikteydim.
Askeri Mahkemelerde söz, cehennemde direniştik.
Ama ikinci cehennemde onunla birlikte olamadım.
Olmadım demiyorum, olamadım diye yazıyorum.
Birinci cehennemin yasalarını, duvarlarını, demir parmaklarını paramparça edip çıkmış, ikici cehennemde yenilmiştim.
Ve bu cehennemdeki zebaniler, anam, babam, kardeşlerim, eşim, akrabalarım ve yıllarca birlikte olduğum arkadaşlarımdı.
Ben bunlara yenilmiştim:
Ve bunlara yenilmek o kadar acıydı ki; daha önce yaşadığım bütün acıları unuttum,.
Sonraları bir bu acı kaldı yüreğimin orta yerinde.
Bir İsveç de gördüğüm Saliha Ananın( Mehmet Şener’in anası) bakışları ve sözlerinin acısı.
Bir de Mehmet Şener’in ölüm acısı.

Diyarbakır cehennemi şair yönümü, Bekaa cehennemi mizahçı yönümü öldürdü.
Ama insanlığımı öldüremedikleri, ruhumu feth edemedikleri için,
Mehmet Şener cezaevinden tahliye olduktan sonra, karşı koyuşu gerçekeştirdiği süre kadar bekleyebildim.
Ve yalınız kendi gücüme dayanarak bütün Tiranlara karşı baş kaldırdım.
Baş kaldırım sadece Tiranlara  değil, onların kullarına da karşıydı.
Mehmet Şener’in isyanı sayesinde erkenden öylesine gerçekleri öğrenmiştim ki,
Bir tarafta Mehmet Şener ve onun söylemeye çalıştığı gerçek vardı.
Diğer tarafta ise Kürt halkı nın bir kısmı!.

Birisini tercih etmem gerekiyordu.
Ve ben gerçeğe sahip çıkan Mehmet Şener’in tavrını tercih ettim.
Çünkü ben kalabalıkların koyunu veya çobanı olmaktansa, yalnızlıkların ve gerçeğin dervişi olmayı çoktan yeğlemiştim.
Mehmet Şener gibi yeni bir örgüt kurmaya da niyetlenmedim.
Onun gördüğü/ gördüğüm gerçekleri anlatmaya çalıştım.
Ve kimselere boyun eğmeden, kimselere boyun eğdirmeden, boyun eğenleri sivri oklarımla dürtmeye, boyun eğdirenlerle savaşmaya devam ettim.

Aradan yıllar  geçti.
Söylediklerimiz henüz kitleler tarafından yeterince anlaşılmadı.
Ama gerçekler inatçıdır, her gün farklı bir yerde, farklı bir biçimde, farlı kişilerin önüne çıkıyorlar.
Ve hiç kimse onlardan kurtulamaz.

Politik hesaplarla gerçeğe sahip çıkamayan zavallı tüccarlar türemeye başladı.
“Gerçek her yerde ve her zaman söylenemez” diyen siyasetçiler meydana çıktı.
“Önce güç olmak, sonra gerçeği söylemek gerekir” diyen güce tapıcılar yetişti.
“Gerçeği söylemek bir işe yaramaz, niye halkı kurtarmıyorsunuz?” sorularını soranlar çoğalmaya başladı.
Bu katagorilerde yer alanların hepsi, henüz gerçeğin baltasıyla “zincirlerini koparamamış” kişilerdir.
Kendilerini  yalan sözlerle zincire vuracak “bir efendi “arıyorlar.
Veya “başkalarını zincirlerine vurmak” için “efendi “olmak istiyorlar.

Benim için hala önemli olan Kimselerin cesaret edemediği bir ortamda gerçeği haykırmaktır.
İşte Mehmet Şener bunu yaptı.
Kürt ulusunun böylesi insanları eksiktir.
Dünya karşısında başımızın dik olup olmaması böylesi insanları yetiştirip yetiştirmememize bağlıdır.

(*) Giordano Bruno (1548 – 17 Şubat, 1600). İtalyan filozof. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir.
Ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır.
Ona ‘Doğacı coşkunluğun düşünürü’ de denilebilir.

Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya’nın Nola kasabasında dünyaya geldi. Onaltı yaşındayken Dominiken adını taşıyan bir tarikatta yer aldı.
Kopernikus sistemiyle tanışınca, Bruno tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrıldı ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları koparttı.
Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlandı.
Engizisyondan baskısından kurtulmak için Roma’ya ardından Kuzey İtalya’ya kaçtı.

Dinsizlikle suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı, sürekli gezdi.
Cenevre’ye geçti, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra’da devam etti yaşamına.
1582 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde bir kürsü elde etti.
Londra’da yapıtlarının bir bölümünü bastırdı.
Londra’dan kısa bir süreliğine yine Paris’e geçen Bruno, bu defa da Almanya’ya gitti
Ve eserlerini yayımlatma çabalarını sürdürdü.
Daha sonra Zurich’e geçen Bruno, bir İtalyan aristokrat tarafından Venedik’e davet edilince bu daveti kabul etti.
Burada Galileo Galilei ile tanıştı.
Ama Mocenigo adlı bu aristokrala çatışınca, onun tarafından Engizisyon’a teslim edildi. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylendi.
Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi ve ölüme mahkum edildi.

Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır:
“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz”.
Kilisenin bu kararı, 1600 yılının Şubat ayında, Roma’da Campo dei Fiori meydanında Bruno’nun diri diri yakılması ile yerine getirildi.

Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser.
Buna göre Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını ret eder.
Bruno; Tanrı’nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder.
Ona göre her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür:

“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu aşıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Düşüncelerinin açıklanmasının kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, yukarıdaki cümlesinden de anlaşılacağı gibi, yazı ve konuşmalarında düşüncelerini hep böyle açıkça ifade etmiştir.

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu