Makalelerim

Sehte Semboller

Selim Çürükkaya / Kürdistan halkının haklı bir davanın sahibi olmadığını artık hiç kimse söyleyemez! o­nun vatanının işgal altında olduğunu, dillerine kilit vurulduğunu, otuz milyonluk varlığının inkar edildiğini, bütün ulusal haklarıyla birlikte devlet kurma hakkının gasp edildiğini herkes bilir!
İnsanca yaşamak ve ulus olarak dünya toplulukları içindeki yerini almak gayesiyele verdiği mücadele, sergilediği kararlılık inkar edilemeyecek bir gerçektir. Buna rağmen Kürt ulusu, handikapları aşamada bazı zorluklarla karşı kaşıyadır.
Ortadoğu halkları için sembollerin önemi çok büyüktür. Öyleki; bazı durumlarda semboller davayla bütünleşebilir, bazen semboller davanın yerine bile konulabilir. Nitekim Hristiyanlığı Ísasız, Müslümanlığı Muhammedsiz, Yahudiliği Musasız düşünmek çok zordur. Ve Camisiz Müslümanlık, Kilisesiz Hıristiyanlık, Havrasız Musevilik de olamaz.
Tek Tanrı’lı dinlerin beşiği ortadoğudur. Ve peygamberler Halkları kurtarmak için Tanrı tarafından görevlendirildiklerini söyleyerek davalarını kendileriyle özdeş kıldılar ama bütün peygamberler kendilerinin ebedi olmadıklarını, ölümlü olduklarını söyleyerek kendilerinden sonra davalarının süreceğini söylediler.
Bu coğrafyada insanlar, peygamberlerden başka insanlara da taptılar. Ulusal liderlerini putlaştırdılar, söylediklerini vahiye yordular… Bayraklarını ve marşlarını kutsal saydılar. Bayraklar için öldüler, kutsal ulusal marşlarını okumayanları dövdüler. Ulusal özgürlük adına bunu yaparlarken bireysel olarak köleleştiler… Tabuların, yalan sözlerden oluşan görünmez zincirlerin tutsağı oldular. Kendilerini o hale getirdiler ki taptıkları liderlerini yıkmadan, yalan sözlerden oluşan zincirleri koparmadan, dalgalandırdıkları bayraklarının üzerindeki kutsallığı atmadan, marşlarını merasimlerde ve sadece kişilerin can sıkıntısı içinde dinleyebileceği bir şarkı düzeyine indirgemeden özgürleşmeleri nerdeyse mümkün görünmüyor.
Biz Kürtler, yukarıdaki paragrafta anlatmaya çalıştığım halkların, ülkelerin ve rejimlerin tutsaklarıyız. Yani tutsakların tutsağıyız yirmi birinci asırda. Özgürlüğü aramak için yola koyulduğumuzda, o­nlardaki kölelik basamaklarına, özgürlüğe ulaşırız niyetiyle tırmandık.
Medeni dünyada  çöp kutularına atılmış tabuları, kendimiz için yeniden yarattık. Aklımızla yaratıcı olmayı bir tarafa atarak, inancımızla tapınmayı yeğledik. Bilimsel düşünmeyi önemsemeyerek, yalanlarla işlerin daha iyi yürüdüğüne kani olduk… Bizim bu durumumuzu fark edenler bizimle oynamada gecikmediler. Büyük ve haklı davamızın yerine tabuları cilalayıp koydular. Düşünce yapımızı ve bağlılık biçimimizi güzelce tahlil edip bizi bu tabulara sıkıca bağladılar.
Hiç itiraz etmedik. İrademizi, hayatımızı, ailemizi hata ulusal varlığımızı tabumuza adadık. Adamayanları lanetledik. Şeytan yaptık, hain, ajan saydık ve o­nlara yaşam hakkı tanımadık. Öyle bir noktaya geldik ki ulusal davamızı bir tarafa bırakarak tabumuzu ulusal davamızdan daha önemli sandık. Ve tam bu noktada tabularımızın sahte olduğu anlaşıldı. Kurtarıcı olarak gördüğümüz tabunun maskesi altında bizi tarih boyunca köleleştirenlerin suratı çıktı.
Daha bu şoku atlatmadan başka tabularımızın maskeleri düşmeye başladı.  Onbinin üzerindeki faili meçhul cinayetin sembolü haline getirilen genç ve güzel kızın faili meçhul bir cinayetin kurbanı değil, failleri bilinen gizli bir yaşamın kurbanı olduğu anlaşıldı. Ve bu sembolün de sahte olduğu tartışılmaya başlandı.
Genç ve güzel kızın, bir aralar büyük tabuyla birlikte aynı evde yaşadığı, arşivlerdeki fotoğaflar tanıklık ediyor. Bu kızın öldürülmediğini baştan beri PKK’nin Mümtazı, Rızgarinin Apo‘su ve cinayetleri planlı bir şekilde işleyen devlet güçleri biliyordu. Çünkü haklı bir davayı sahte kahramanlarla karalamak isteyen ve halkın moralini bombalamayı amaçlayan kapsamlı bir plan yürürlükteydi.
Daha bitmedi. Çünkü sahte bir kahraman daha var, o­nu da işaret etmem gerekiyor. Ve maskesi daha tam olarak düşmemiş bu, diğer ikisinden daha da sahte! Hapishanelerdeki direnişlerin dışardaki destekçisi, tanınmış, direnişçi kocasının eşi olarak tanınıyordu. Kader o­nu boynundaki üç idam ipiyle Bekaa vadisine yolladı. Ve büyük tabu dışında o­nu hiç kimse “kurtaramazdı.” Ölmemek için, köle olarak yaşamayı kabul etti. Ve birileri o­nu, kocasının yuları haline getirmeye karar verdi. Ardından “özgür bir kadın olarak” legal yaşamımıza girdi.
Dilimizi yasaklayan mecliste, dilimizle konuşarak basiretimizi bağladı. Yine aynı meclisin kürsüsünde, birkaç dakika sonra tükürdüğünü tekrar yaladı. Bizimki olarak cezaevine girip, o­nlarınki olarak cezaevinden çıktı. Bizler hiç bir şey olmamış gibi hala sahte sembollerimizin peşinden koşuyoruz. Kimimizde sembollerimizin sahteliği açığa çıkınca ağlayıp duruyoruz.
Kimbilir, belki de yaşlı tarih babanın ironisinin kurbanıyız:
Asıl kahramanları ihanetle suçlayıp öldürdüğümüz, sahte kahramanları başımıza geçirdiğimiz için!
22.06.2004

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu