Kentler

İlk kentim

Hayatımın ilk kenti Bingöl'ün Genç kazasını anlattım.

Selim Çürükkaya: İlk kenti 12 yaşıma ayak bastığımda görmüştüm. Gerçi gördüğüm, kent de sayılmazdı. Ama doğup büyüdüğüm küçük köyle karşılaştırdığımda kocaman bir kentti gözümde. Ve gördüğüm ilk günden beri kent, benim için esrarengizdi, kocaman caddeleri, ara sokakları, kalabalıkları, caddelere bakan dükkanları, ışıkları, sinemaları, barları, sarhoşları, kabadayıları, dilencileri, hamal’ları, geceleri, gündüzleri ve ışıkları…

Hayatımın ilk kenti Bingöl’ ün Genç Kazasıydı. 1965 Yılıydı, ilk okuldan o yıl mezun olacaktım. Diploma için fotoğraf lazımdı. Öğretmenimiz Ali Vural bize, „Genç’e gidin, dörder adet fotoğraf çektirin getirin” dedi. Bu sözün kulaklarımızdaki iziyle eve ulaştık. Hemen hazırlıklarımızı yaptık.

Geceleri gözlerimize uyku girmiyordu, 12 yıllık ömrümüz dağ köyünde geçmişti ve ilk olarak şehir görecektik.

Köyümüz Palu ile Genç arasında, Murat nehri vadisindeki Suveren istasyonunun tam karşısındaydı. Kırk beş dakika kadar yaya yürüdükten, Murat nehrini kayıkla geçtikten sonra, Suveren istasyonuna ulaştık. Tren bana yabancı değildi, uzaktan ve yakından onlarca kez görmüştüm ama bir kez dahi olsun binmemiştim.

Arkadaşım Aziz Kaya, Lütfü Gül ve ben bir gişeden bilet aldık. Treni beklemeye başladık. Fazla zaman geçmemişti ki; kara tren bütün ihtişamıyla göründü, uzaktan  simsiyah ve kocaman bir yılan gibiydi, hani dumanı da olmasaydı!

Tren durur durmaz bindik, bizi şehire götüren Molla Sıddık boş bir kompartmanda bizi oturttu. Ama oturmak istemiyoruz, kompartmanın koltuklarını, tabanını inceliyoruz. Önce pencereden dışarı bakıyoruz. Tren hareket edince, bizde ayağa kalkıyoruz. Molla Sıddık’ ın uyarılarına aldırmadan koridora çıkıyoruz, başka kompartmanlara göz atıyoruz. Koridordaki pencerenin camını indiriyor, başımızı pencereden dışarı çıkarıyoruz,  serin bir hava yüzümüzü okşuyor, saçlarımızı rüzgarla tarıyoruz.

Bu ara tren bir tünele giriyor, ortalık kararıyor, içeri duman doluyor. Öksürerek pencereleri kapatıyoruz, ortalık yeniden aydınlanınca, koridorda koşuşturmaya devam ediyoruz.

Genç istasyonunda Trenden  indiğimizde, karanlık basmıştı. Ve bizim dikkatimizi çeken ilk şey, caddenin iki tarafında tek sıra dikilmiş direklerde yanan lambalardı.  İplere dizilmiş lambaları ilk olarak gören bizler, çok şaşkındık. Üçümüz durmuş hayretle lambaları izlerken, arkadaşımız Aziz, “şehirli insanlar gerçekten çok akıllıdır, baksanıza, gökyüzündeki yıldızları yakalayıp direkler arasındaki iplere bağlamışlar” dedi. Ve bizim gözlerimiz iplere bağlı tanımadığımız yıldızlardayken, ayaklarımız bizi tanıdığımız Haci Keyfi’nin evine doğru götürüyordu.

Şehiri ancak bir gün sonra görebildik. Çarşıya çıktığımızda bakkalların önünde elmalar, portakallar, erikler, karpuzlar, vişneler kasalarda sergilenmişti. Ağzı açık seyrettik meyveleri. Bakkal dükkanlarını köyümüzdeki bahçeler sandık. Bize meyve sunan bir el aradık, ama cömertliğin köyde kaldığını kısa süre içinde anladık.

Genç’ te dikkatimizi çeken ilk şey, hiç kuşkusuz otomobillerdi, hızla yanımızdan geçiyorlardı ve dört teker üzeri yürüyorlardı, bir de gözleri vardı, yollarını kapatan olunca, acayip bağırıyorlardı..

O gün, gün boyu hiç durmadan yorulmadan Genç’ in sokaklarını dolaşmıştık. Kalabalıklara karışıp insanların yüzlerini incelemiştik. Kahvelere, lokantalara girmiştik, ara sokaklara dalmıştık, kaldırımlarda ayakkabı boyatan biz yaşlardaki çocukları izlemiştik. Evinde misafir olarak kaldığımız Haci Keyfi’nin  bakkal dükkanının bodrum katındaki boya sandığından kara lastiklerimizi kırmızıya boyamıştık. Bir müddet sonra lastiklerimizdeki boyaları gören ahraz adam, kendi boyasını kullandığımızı anlayınca, saldırısına uğrayıp kaçmıştık.

Ayni günün ikindi saatlerinde çarşıda dolaşırken, bir kalabalık dikkatimizi çektmişti. Ayaklarımız, bizi oraya doğru süreklemişti. Kalabalık tek sıraya girmiş, kuyruk oluşmuştu.

Ve sırada olan herkesin elinde para vardı. Kuyruğun başı bir gişenin önündeydi, adam başını eğdi, elindeki parayı uzattı, bir müddet sonra elindeki bir kağıtla ayrıldı, bir kapıdan girdi, kayboldu. Sırada ikinci kişi vardı, O’da bir önceki gibi yaptı. Sıra bana geldiğinde, ben de elimdeki parayı uzattım, aldığım bir kağıt ve paranın üstüyle benden öncekiler gibi merak ettiğim kapıdan içeri girdim.

İkinci salona girdiğimde kırmızı koltukların art arda dizildiği bu geniş yerde Nuri Sesi Güzel’ in sesinden „Aman öksüz oğlan da der ki bülbüller ötmez” türküsü yankılanıyordu. Kendimi türküye kaptırmıştım ki; arkadaşlarımda içeri girdi. Yumuşak koltuklarımıza kurulduk. Yorumlar yapmaya başladık. Arkadaşımız Aziz Kaya:  “O kadar para verdik, geldik burada türkü dinliyoruz” Arkadaşım Lütfü Gül, “Nuri Sesi Güzel’ in bu türküsü zaten bizim öğretmenin plağında vardı” dedi.

Ben de bir şeyler söyleyecektim ki, kapıdan pala bıyıklı bir adam içeri girdi, kucağında bir Cola kasası vardı. Ve adam içeri girer girmez „Cococola, cococola” diye bağırmaya başladı. Tabi buradaki „Co” Türkçedeki „co” gibiydi, batı dillerindeki gibi „co” yu „Ko” olarak söylemiyordu.

Hemen biz üç arkadaş birbirimize baktık. “Cococola” nın ne olduğunu kendi aramızda tartışmaya başladık. Biz tartışırken bazıları satıcıdan “Cococola” satın almıştı bile. Bıyıklı adam, elindeki demir bir kancayla “Cococola”nın kapağını tutup çekiyor, kulaklarımıza akustik bir ses geliyor, açılan şişenin ağzından bir duman yükseliyor ve Colayı satın alan,  şişeyi başına dikiyor!

Bizim yorumlarımız devam ediyor. Arkadaşım Aziz diyor ki;  “Köydeki tut pekmezini şehire getirmişler, şişelere doldurmuşlar, ağızlarını da demir kapaklarla kapatmışlar.”

Ben de şişeden çıkan dumanın sırını kafamda çözmeye çalışıyorum. Neticede oturduğumuz koltuklardan kalkıyoruz,“Cococolacıya” doğru yürüyoruz. Tam yanına vardığımızda, gözlerimi adamın yüzüne dikiyorum: “bize üç cococola ver” diyorum. Hiç bir zaman unutamam, adam bir şişeyi sol eliyle kasadan aldı, sağ elindeki demir kancayı şişenin kapağına geçirdi, „pat” diye çıkan bir sesle, sırını çözemediğim duman yükselince, adam şişeyi elime tutuşturdu, paramı aldı, ardından “pat pat “sesleri eşliğinde diğer iki şişeyi açıp arkadaşlarımın eline verdi. Ve ben şişeyi başıma diktiğimde, önce ağzım, ardından boğazım ve “Cocacolanın” ulaştığı midem yanmaya başladı.

Nerdeyse kusacaktım, asitle ilk tanışan bünyem, acayip bir reaksiyon göstermiş, gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Hiç vakit geçirmeden elimdeki şişeyi “Cococolacıya” uzatarak:

„Al Cococolanı, ver paramı” dedim.

Arkadaşlarım da benim gibi öksürüyorlardı, onlar da şişeleri adama geri uzattılar. Adam elimizdeki şişeleri aldı. Para konusunda  „siktir lan” deyip bizi kovdu, biz ensemizi kaşıyıp koltuklarımıza doğru giderken “Cococolacı” bizim “cococola”ları başkalarına satmaya başlamıştı.

Ona karşı neler yapabiliriz diye kendi aramızda fısıltı halinde tartışırken, lambalar söndü, salona tam olarak karanlık çöktü. Türkü sesi kesildi, kimseden çıt çıkmıyordu. “Cocolacı”nın bağırtılarıda gitti.

Birden karşımızdaki duvarda bazı adamlar görünmeye başladı, fötr şapkalı biri aniden belindeki silahına davranarak, uzun boylu adamı hedef aldı, tetiğe dokundu, bir takla atıktan  sonra silahını çekip ateşleyen uzun boylu adamla birlikte ben de kendimi koltukların arkasında yere attım, bir baktım ki arkadaşlarımda siperlere yatmışlardı!

Sonra bizim dışımızda paniğe kapılan kimseleri görmeyince, yavaşça başımızı kaldırıp çarpışanlara baktık. Kimselere çaktırmadan yavaşça yerlerimize oturduk. Duvarda insanlar resmen birbirlerini vuruyorlardı. Herkes durmuş sessizce bunları izliyordu!

Arkamızda ki yüksekçe bir kulenin penceresinden bir tutam ışık çıkıyor, karşıdaki duvara ulaşıyordu ne oluyorduysa bu ışıkla oluyordu..

Salondan çıktığımızda izlediğimiz filmin konusu üzerinde konuşa konuşa çarşıdan kalacağımız Haci Keyfi’nin evine doğru yürüyoruz. Bir Fayton bizi geçti, at nallarının çıkardığı sesler öylesine hoşumuza gitmişti ki, faytonun ardından koşmaya başladık  Bu gün hala yolda giden bir fayton görsem, at nallarının çıkardığı ritmik sesler, beni Genç’te ki o geceye götürür.

Ve gördüğüm ilk kent olan Genç bende bu hoş izler bırakmıştı. Daha sonra hayatım boyunca çok kentler gördüm, okumaya zamanınız olursa kentlerimi anlatmaya çalışacağım.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu