Kitap Yorumları

Don Kişot

Cervantes ünlü eserine şu cümle ile başlıyordu: „Mancha eyaletinin, adını anımsamak istemediğim bir kasabasında, bir zaman öncesine kadar, bir av köpeği, büyük bir kalkanı, ahırda cılız bir atı, silahlığında mızrağı bulunan bir soylu yaşıyordu."

Selim Çürükkaya / Don Kişot ( Don Quijote) adını  taşıyan romanı ortaokulda okurken biliyordum. Çünkü edebiyat kitabına o romandan bir parça alınmıştı. Hatta  öğretmenimizin,   biz öğrencilere yaptırmak istediği okuma yarışmasında bu parça okutulmuş ve ben parçada geçen bütün “Don  kişot” kelimelerini “Donkişton” olarak okuduğum için yarışmada puan alamamıştım.
Donkişot romanını ancak Tunceli öğretmen okulunda öğrenciyken, 1975 yılında okumuştum. O zaman bana bir mizah  kitabı gibi gelmişti, bol bol gülmüştüm.

Aradan yıllar geçti, darbe oldu, tutsak düştüm, deftersiz, kitapsız, ışıksız, edebiyatsız kaldım. Dayandım, her kışın sonu baharla,  bütün karanlıkların sonu aydınlıkla biter ya! Benim tutsaklığımın cehennem bölümüde cennetle  bitti, kitaplara, defterlere kalemlere kavuştum. Okuduğum bir edebiyat teorisi kitabında  Donkişot’ un yazarı Miguel De Cervantes’ in uzun bir süre Osmanlı hapishanelerinde tutsak olarak kaldığını öğrenince, kitabı yeniden okumaya karar verdim. Yanılmıyorsam 1985 yılıydı, yani tam olarak on yıl sonra aynı kitabı ikinci kez okuyacaktım. Benim asıl niyetim, kitabı okuyup gülmek, keyiflenmek, duvarların  arasından kurtularak esrarengiz bir dünyada Don kişot ile birlikte yolculuğa çıkmaktı.

İkinci kez bu romanı okuyup bitirdiğimde; bu kez farklı hazlar almış, derin düşlere dalmıştım. Ve Don Kişot’ u olağanüstü bir hayalperest ve maceraperest olarak değerlendirmiştim.

„Devrimciler gerçekçidir Don kişot değildirler”  sözünü söylemiş, kitabı okumaları için başka arkadaşlarıma vermiştim.
Zaman  yüz hatlarımızı değiştirdiği gibi düşünce ve duygularımızı da değiştirerek akıp gidiyordu.
Ben duvarların arasından kurtulmak, özgürlüğe ulaşmak için arkadaşlarımla birlikte,  tünel kazmaya karar veriyorum: Demiri, tırnak makasının ağzıyla kesiyoruz, kestiğimiz demir aracılığıyla betonu deliyoruz, toprağı yırtıyoruz, taşı oyuyoruz, tünelden çıkardığımız her torba toprak bizi özgürlüğe bir karış daha yaklaştırıyor ama dışarı çıkamıyoruz..

Tünel kokusu alanların emirleriyle sürgünlere yollanıyoruz, kollarımıza vurulu zincirle, konulduğumuz  askeri araçlarla yollara düşüyoruz, zincirleri bize vız geliyor, geçeceğimiz kasabalardaki korkuları dağıtacağız diyoruz, zincirli ellerimizle özgürlük bildirileri  yazıyoruz , elleri zincirsiz kalabalıklara….Bizi götüren araçlar kasabaların içinden geçerken bu bildirilerimizi dışarı fırlatıyoruz.

Konulduğumuz her cezaevinin altını deliyoruz ve nihayet cezaevinin kapısından tahliye oluyorum.
Artık kendimi tamamen özgür gördüğüm bir anda, öylesine bir mahpushaneye düşüyorum ki; daha önce yaşadığım cehennemleri bile unutuyorum. Uzun süren bir bunalımın ardından, kılıcımı çekiyorum, atıma biniyorum  ve özgürlük serüvenime  kaldığım yerden devam ediyorum…

2007 yılında bir arkadaşın kitaplığında gözüm Donkişot romanına bir kez daha takılıyor, kitabı  elime alıyor, kapağının üzerindeki resme şöyle bir bakıyorum. Donkişot, elinde uzun bir kargı, başında berber tasından bozulma miğferi, şaha kalkmak üzere olan atı  Rosinante’ nın üzerinde dik oturmuş, atının hizasında yürüyen eşeğinin üzerindeki seyisi Sancho  Panza ya bakıyordu. Bu resme bakarken kitabı üçüncü kez okumaya karar verdim ve arkadaşımdan ödününç aldım. Bu kez daha dikkatle okuyacaktı romanı.

Cervantes ünlü eserine şu cümle ile başlıyordu: „Mancha eyaletinin, adını anımsamak istemediğim bir kasabasında, bir zaman öncesine kadar, bir av köpeği, büyük bir kalkanı, ahırda cılız bir atı, silahlığında mızrağı bulunan bir soylu yaşıyordu.”


İşte yazarın soylu dediği bu kişi Donkişot’ un ta kendisiydi. Bu soylu kişi evinin kütüphanesinde bulunan şövalye kitaplarını yılmadan bıkmadan, yorulmadan  okuyor, bu kitaplardan yeryüzünde adaletsizliğin, kötülüğün hüküm sürdüğünü öğreniyor ve bütün bu kötülüklerin ancak kendisinin sona erdireceğine  kendisini inandırıyor, ardından bütün adaletsizliğin kötülüklerin son bulması için gezginci bir şövalye olması gerektiğine karar veriyor.

Dedesinden kalma zırhlı giysileri temizliyor, dedesinin parçalanmış miğferini yeniden onarıyor, ahırdaki atının yanına gidiyor, zayıf atına bakıyor, dünyadaki adaletsizlikleri düzeltmeye hazırlanan bir kahraman olarak atına bir isim bulmayı kafasında tasarlıyor.   Öyle ya, büyük İskender’ in de atının bir ismi vardı. Adı, “Bukephalus”tu. Kendisinin niye olmasındı? Bir çok isim üzerinde düşünüyor, kafasındaki isimleri evirip çeviriyor, neticede „Rosinante” diyor.

Ona göre „bu isim, atın bir zamanlar sıradan bir hayvanken, değişip ilerde dünyanın en iyi atı olacağını ifade eden bir anlam taşıyordu.” Atın Adından sonra kendisine de bir isim bulmak zorunluluğunda hissediyordu kendini. Kimilerine göre eski adı : Quasada, kimilerine göre ise Quijada idi. Ama kendisinin kendisine bulduğu isim “Don Quijote” oldu. Zırhları, atı, ismiyle birlikte hazırlanınca, kendisine bir isimde bulunca, eksik olan bir şeyi kalmıştı; sevgilisi. Çünkü okuduğu kitaplara göre eski ünlü şövalyelerin birer sevgilisi vardı. Ve bu şövalyeler savaştıkları bir devi veya  rakiplerini yendiklerinde, onların canını bağışlar, sevgililerinin huzuruna yollar, son kararı onun vermesini isterlerdi. Donkişot’un da böyle bir sevgilisi olmalıydı, yendiği ve hayatını bağışladığı bir dev, sevgilisinin huzuruna varmalı ve şunları söylemeliydi: „Senyora, ben, Malindrania adasının hükümdarı dev Caraculiambro’ yum. Tanınmış  Mancha’ lı Şövalye Don Kuijote beni teke tek yaptığımız dövüşte yendi ve kendisinin emriyle yüce huzurunuza geldim. Yüce gönlünüz, ne isterse onu yapın bana.”

 

Yolunun üzerinde rastladığı ilk hanı şato sandı, içeri girdi, kendisini çok ünlü bir şövalye olarak tanıttı, handaki kadınlar ve han sahibi onun durumunu hemen kavradılar ve ona şövalye muamelesi yaptılar. Don Kişot bir fırsatını bulunca; Han sahibine, yani şato sahibine yalvardı: “Ne olur yarın sabah bir tören düzenle her kesin huzurunda bana şövalyelik ünvanını  ver” dedi. Han sahibi bir gün sonra göstermelik bir törenle onu şövalye ilan etti.
Artık Donkişot „gerçek” bir şövalye idi, para kesesi birde seyisi eksikti. Çünkü eski şövalyelerin mutlaka para kesesi ve seyislerinin olması gerektiğini şato sahibinden öğrenmişti. Seyis bulmakta fazla zorlanmadı.

Bu, iyi yürekli, saf ve gerçekçi komşusu çiftçi Sancho Panza idi. Donkişot ne kadar hayalci idiyse, Sancho o kadar gerçekçiydi, Donkişot ne kadar cesur, Sanço o kadar korkaktı, Donkişot ne kadar heyacanlı idiyse Sancho o kadar sakindi. Donkişot ne kadar deli dolu idiyse Sancho okadar mantıklıydı. Ve saftı Sancho Panza, süre içinde efendisinin söylediği bütün sözlere ve vaadlere kendisini inandırmıştı.

Efendisi ona “dünyayı feth edeceğim sana da bir ada vereceğim, sen de o adanın valisi olacaksın” dediğinde; O; hiç teredütsüz bu vaade inanmış ve efendisine şu cevabı vermişti: “Bahsettiğiniz mucizelerden biri sayesinde kral olursam, karım Marie Gutierrez kraliçe, çocuklarımızda prens olur, öğle değil mi?” Bu soru karşısında şişinerek „Tabii” diyen Don kişot’a şunları söyler Sancho Panza: „Ben biraz şüpheciyim de karımı bilirim. Gökten  yağmur gibi taç yağsa, hiç biri Maria Guiterre’ nin başına düşmez. İnanınki kraliçe olarak beş para etmez. Belki bir kontes olabilir, fakat ona bile emin değilim.”

Kendisine sadık seyisini de bulunca yerinde durur mu Don kişot! Zulüm görenler vardır, darda olanlar, adalet dileyenler, haksız yere tutuklananlar, zorla çalıştırılanlar,  zincire vurulanlar, dünyanın binbir eğriliği onu bekliyordu.

Onun bu halini fark eden papaz arkadaşı, berberi ve hizmetçisi şaşkınlar, efendilerinin şövalye kitaplarıyla kafayı bozduğuna inanırlar, çare olarak okuduğu kitapları yakmaya karar verirler. Kütüphaneye girerler, papazın denetiminde kitaplarının çoğunu cayır cayır yakarlar. Bir gün sonra kitaplarının bir cin, dev veya cadı tarafından yakıldığına inanır ve ondan intikam almak için yollara düşer. Yolunun üzerinde yel değirmelerine rastlayınca:  “Sancho görüyormusun? şu görünenler devlerdir, benimle savaşmak için hazırlanıyorlar” der ve saldırı pozisyonuna geçmeye hazırlanırken; Sancho Panza yanıt verir.  “Hayır efendim onlar dev değil, yel değirmenlerinin kanatlarıdır” değince, atını mahmuzlayan Don kişot:  “Korkak adam bir kenara çekil, korkundan koskocaman devleri yel değirmeni olarak görmeye başladın” der ve sürer atını devlerin üzerine, atı pervaneye takılır, yirmi metre öteye fırlatılır, Sancho yara bere kan revan içindeki efendisini yerden kaldırmaya çalışırken,  “efendim ben bunlar dev değil dedim ama beni dinlemedin” diye mırıldanırken, Don kişot, „Sus ahmak, ben devlere saldırınca kütüphanemi yakan büyücü, yenilmemeleri için onları yel değirmeni yaptı” diye bağırır. Ve iki kahramanımızın serüvenleri böyle başlar.

İnatçı mı inatçı, direngen mi direngen, adil mi adil, başına hangi bela gelirse gelsin onun azmi bilenir. Tutukluları azad eder, azad ettiklerinden dayak yer.
Hayali sevgilisi Dulcinea’ ya yendiği kişileri yollar, maceradan maceraya sürüklenir, acı çeker, aç kalır, aşağılanır ama kavgasından vaz geçmez, yeryüzüne adaleti indiremeyeceğine kimse onu inandıramaz.

İhtiyarlığı ne kadar çok benziyor gençliğimize?
Bizlerde bir zamanlar okuduğumuz kitaplardan öğrendiklerimizle yeryüzündeki adaletsizliği kökten söküp atmak için yollara düşmemiş miydik?
Yakınlarımız, anne ve babalarımız   “aklımızı karıştıran” kitaplarımızı yakmamışlar mıydı?
Bizim de Sancho Panza gibi sadık seyislerimiz olmadı mı?
Dudakları dudağımıza, elleri ellerimize deymemiş  platonik  “Dulcinea'” larımız yok muydu?
Ve   başımıza belalar geldikçe, hayatın gerçekleri yüzümüze çarptıkça  bilenmedik mi, bilendikçe Rosinante’mızı şaha kaldırıp yürümedik mi adaletsizliklerin üzerine?

Sevgilisi gerçekte yoktu ama gençliğinde aşık olduğu güzel yüzlü bir kız vardı, fakat kız bu aşktan habersizdi.  Ona soylu bir isim bulmakta zorlanmadı. Hayali sevgilisinin yeni adı Toboso’ lu  “Dulcinea” idi. Artık her şey tamamdı, adaletsizliği yeryüzünden temizlemek için yola çıkmalıydı, zırhını giydi, gülünç miğferini başına geçirdi, kılıcını kuşandı, kalkanını koluna taktı, atına bindi, yola düştü. Ama henüz resmen şövalye olmadığını, gerçek bir şövalyeye kılıç çekemeyeceğini biliyordu.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu