Makalelerim

Bizim de Suçumuz Var

Selim Çürükkaya / İki gün önce Kürt sanatçı Şıvan Perver’ aleyhinde başlatılan karalama kampanyasına karşı bir makale kaleme aldım, “Bütün vicdanları susturamazsınız” başlığı altında yayınladım. Şimdiye kadar Şıvan Perver aleyhine yazı yazanların kimliklerine baktım, bu adamlar üzerinde hayli düşündüm..

 Yazdığım makalenin eksik olduğuna inandım, ek olarak yeni bir makale yazmaya karar verdim. Kimler  Şıvan Perver’ e karşı karalayıcı, hakaret ve iftira içerikli yazılar yazdılar, isimlerini burada  sıralamayacağım, onlar kendilerini bilirler. Bu konuyla ilgili bir önceki makalemde şöyle bir tespitte bulunmuştum:

 

 
Çünkü resmi ideoloji ve diktatörlük, sanatçının ve sanatın düşmanıdır, onları cezalandırır, televizyonlara çıkarmaz, yaratıkları eserleri yasaklar, konserlere çıkmalarını engeller, kitleler içinde teşhir eder ve bunlar aracılığıyla onlara boyun eğdirir, onları sadık birer “köpek” haline getirir. Bunu başardıktan sonra onları tekrar vitrine çıkarır.”  Devam ediyorum; vitrine çıkarmakla kalmaz, bu hale getirdiği, “aydın” “yazar” “gazeteci” ve “sanatçıyı” boyun eğmeyen aydın, yazar, gazeteci, belediye başkanı ve sanatçıya karşı bir “ev köpeği” olarak kullanır. Bunlar sabahtan akşama kadar “havlar” ve onları tasmalı hale getiren efendilerini “korurlar!”


Oysa bu adamlarda bir zamanlar aydın, yazar, gazeteci ve sanatçıydılar. Kişilikleri vardı, kendi çaplarında resmi ideoloji ve diktatörlüğe karşı çıktılar, bazı eleştiriler yaptılar, hatta rahatsızlıklarını jestleri, mimikleriyle anlatmaya çalıştılar, kimileri satır aralarında eleştiriler bile yaptı, kimi hem nalına hem mıxına vuran kitaplar yayınladı.

Ama diktatörlük bunların enselerine bindi, kimini Alman ajanı, kimini Türk ajanı olarak damgaladı, kimini örgütün kızına el koymakla suçladı, kitleler içinde, aile çevrelerinde onları karaladı, öyle zor durumlara düştüler ki, bazıları korkularından dışarı çıkıp ev için alışveriş bile yapamadı, bazıları koca Avrupa kıtasında selam verecek tek kişi olsun bulamadı, bazılarının eşleri bu yüzden onları terk etti, kitap yazamadılar, yazdıkları kitapları satamadılar, katıldıkları kitle toplantılarında hakarete uğradılar, sahneye çıkamadılar, orta çağ  Avrupa’sındaki  afarozun en ağırını yaşadılar.

Neticede dayanmadılar, kendilerine diktatörlüğe lanet okudular.
Tekrar “adam muamelesi” görmeye razı oldular, aslında yanlış anlaşıldıklarını, çok mu çok yurtsever olduklarını, Partiye, hele hele önderliğine ölümüne bağlı kaldıklarını, ulaşabildikleri çevrelere anlattılar.
Ve sustular…

Suskunluklarının yeterli olmadığını, en iyi onlar bilirlerdi.
Kimse onlara görev vermese bile, onlar her durumdan kendilerine bir vazife çıkarmasını bilirler.
Nerede boyun eğmeyen bir yazar, nerede başı dik bir sanatçı, nerede aykırı konuşan bir politikacı görürlerse, kalemlerine sarılarak onlara saldırırlar.

 
Boyun eğmesini, kendileri gibi olmasını isterler.
Çok ilginç bir psikolojidir bu.
Aslında saldırdıkları eski kişilikleridir.
Kıskanırlar, başı dik olan, diktatörlüğe boyun eğmeyen kişileri.
Ama onların da kendileri gibi direnemeyeceğine inanırlar.
Bunun için saldırılarını hızlandırırlar…
Saldırdıkları kişiler onlar gibi boyun eğerlerse, büyük bir haz duyarlar.

Tam bir itirafçı psikolojisidir bu.
Diyarbakır cezaevine düşenler bilir.
İç Güvenlik Amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran bazı kişileri itirafçılaştırdı.
Sonra bu kişiler, başka tutukluları itirafçı yapmak için, canla başla çalışmaya başladı.
İtirafçılaşanlar, yaptıklarının doğru olmadığını anlıyorlardı.
Hatta kendilerine, geçmişlerine, kişiliklerine, bilinçlerine ters düştüklerini biliyorlardı.
Bu durumdan kurtulmaları için önlerinde iki yol vardı.
Ya itirafçılığı red etmek, yada herkesi itirafçı yapmak için canla başla çalışmak.
İtirafçılığı red etmek için irade gerekiyordu, iradeleri kırıldığı için itirafçı olmuşlardı.
Geriye tek yol kalmıştı, irade kıranın “köpeği” olmak ve iradeleri kırmak!…
İradesizler ne kadar çoğalırsa, onlar kendilerini o kadar suçsuz görürlerdi.

Şimdi Diktatörlük altındaki Kürt dünyasında Kürt aydınlarının, yazarlarının, sanatçılarının yaşadığı dıram budur.

Dikkat edin, Şıvan olayında tehditçi, karalamacı, Mustafa Karasu, Duran Kalkan, Murat Karayılan Ali Haydar Kaytan veya Abdullah Öcalan değildir. Daha önce diktatörlük tarafından ezilmiş, horlanmış, tu kaka edilmiş, fısıltı gazetesi aracılığıyla ajan, işbirlikçi olarak kulaklara adları söylenmiş ve bir biçimde partinin “ev köpeği” mertebesine laik görülmüş kişilerdir havlayanlar…

Aslında bunlara acımamız lazım.
Bunların bu duruma düşmelerinde Şıvan’ ın, bizimde suçumuz vardır. 
Çünkü diktatörlük bunların üzerine gittiği zaman biz bunlara sahip çıkamadık, zorluklarına ortak olamadık, koruyamadık, diktatörlüğü teşhir edemedik, bu insanlardan ne istiyorsunuz,  bu çağda neden insanları aforoz ediyorsunuz diyemedik.. Kitaplarını basamadık, bastıkları kitaplarını satamadık. Korkularını dağıtıp cesaret veremedik.

Yılkıldılar, iradesizleştiler, güçlünün “ev köpekleri” olma dışında bir yol bulamadılar.
Şimdi başı dik olanlara, boyun eğmeyenlere saldırmaları o kadar tuhaf olarak görülmemelidir.

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu