Makalelerim

30 yıl önce 30 Yıl sonra

Selim Çürükkaya / Diyarbakırda KCK davası görülmeye başlandı. Siyasi Tutsaklar, her tarafı kapalı arabalara bindirilmiş, ardarda gidiyorlar, arabaların demir parmaklıklı küçük pencerelerinden bizlere zafer işareti yapıyorlar. Diyarbakır halkı siyasi tutsakların bindirildiği arabaların geçeceği yolların iki tarafına dizilmiş, arabalara doğru ellerini kaldırmış, onlarda zafer işareti yapıyorlar.  Türk Polisleri ve askerleri modern silahlarıyla her tarafı kuşatmış, apartmanların  üst katında dürbünlü tüfekleriyle yerleşmişler.

Diyarbakırda olağanüstü bir durum var. Tutsaklar arabalardan indiriliyorlar.

Hepsinin bilekleri önden kelepçeli, tek sıraya diziliyorlar, uzun bir kuyruk oluşturmuşlar, yüzlerce kişidirler, hepsinin başları dik, alınları açıktır. Haklı bir davanın sahibidirler. Her kişinin başında bir silahlı polis bekliyor, kameralara öyle poz veriyorlar. Bu manzaraları gözlerimden akan yaşlarla  izledim. Yaklaşık olarak bundan otuz yıl önce, ben ve arkadaşlarım aynı amaçla bu şekilde ve daha korkunç bir ortamda Diyarbakır Seyrantepede bir sıkıyönetim mahkemesine çıkarılmıştık.

 

Zannedersem 24 Nisan 1981 günüydü daha şafak sökmeden bir grup komando kaldığımız hücre bölümünün dış parmaklıklı demir kapısını açmış, ellerindeki listeden biz mahkemeye çıkacak olan tutsakların ad ve soyadını yüksek sesle okumuşlardı.

Verdikleri emire göre en geç beş dakika içinde hazırlanıp hücrenin salonunda tek sıraya dizilecektik. Alelacele giyindik, soğuk anahtar ve demirin  sesiyle açılan kapılardan dışarı çıktık, ellerindeki kalaslarla bekleyen komandolar, her tarafımıza rastgele vurarak tek sıraya sokmaya çalıştılar, eğri duran ayağımızı kalas darbeleriyle düzelttiler, sırada mesafeli durmayanlarımızı yine dayakla mesafelendirdiler.

Cezaevinin koridorlarından ayak tempoları eşliğinde marş sesleri yükseliyordu. Aynı tempodan ayak sesleri, çok değişik makamdaki marş sesleri birbirine karışıyordu. Cezaevinde 42 koğuş vardı, her koğuştan mahkeme için bir grup çıkarılır, koğuşun koridorunda askeri nizamla tek sıraya sokulur, “rahat hazırol” komutundan sonra askeri bir marş eşliğinde askeri yürüyüşle yürütülürdü, Yirmi grup, otuz grup bu şekilde değişik marşlar eşliğinde yürütülürken, koridorlarda yankılar yapar, şafak vaktinde ortalığı mahşer gününe çevirirdi.

Aradan otuz yıl geçmiş hala o sesleri duyar gibi olurum, ciddi yüzler, sıkılmış yumruklar, tempoyla beton zemine çarpan ayaklar, çarpılmış ağızlardan çıkan askeri marşlar ve yürüyenlerin sırtlarına inen kalaslar, kafalarına vurulan coplar……..

Biz otuzbeşinci koğuş olarak askeri nizamla yürümüyorduk, ölüm orucu devam ediyordu ve başımız dikti bizim, emirleri kar etmiyordu bize, cop yağmuru altında yürütülen, hababam sınıfı gibiydik. Ana koridora çıktığımızda koridorun iki tarafında birer metre arayla komandoların dizdirildiğini gördük, biz en sona bırakılmıştık ve bizim için bir seremoni hazırlanmıştı. Komando koridorunda yürürken coplar başımıza, sırtımıza iniyordu, midelerimize tekme atılıyordu. Mahkemeyi bekleme salonuna ulaşana kadar uzun koridorda adeta linç edildik.

Cezaevinin giriş bölümündeki koridorda yüzlerce kişi, duvarlara yüzleri çevrilmiş vaziyette bekliyordu. Bizimde yüzümüzü duvara çevirdiler, kelepçe sesleri geldi, sırayla tek tek kişinin bileklerini arkadan çok sıkıca kelepçelediler. Hala ortalık karanlıktı, o vaziyette “rahat hazırol” komutu verdiler, bizim koğuş dışındakiler, komuta uydular, toplam olarak 250 kişiden fazlaydık.

Önce istiklal marşı okuttular, biz marş okumadığımız için başımıza coplar inmeye başladı.

İstiklal marşından sonra tekrar “rahat hazırol” komutu verildi, “yerinde say, mehter marşına başla” denildi. Yüzlerce kişi aynı tempo ile ayaklarını yere vuruyor, aynı makamla marş okuyordu, komandolar yüksek sesle marş okumayanların kafalarına ellerindeki coplarla vuruyorlardı, ses düzenini ellerindeki kalaslarla sağlıyorlardı. Bir marş bitince, diğer marş başlıyordu….

Karanlık yavaş yavaş çekildi, cezaevi koridorlarını aydınlatan lambalar söndü, zincir sesleri geldi kulaklarımıza,  Önce yüzlerini duvara dönmüş tutsakları yirmişer gruba böldüler, “sağa dön” komutuyla grupları çıkış kapısına doğru çevirdiler. Herkes elleri arkadan kelepçeli, başı dik, çıkış kapısına bakıyordu. 

Her  yirmi kişilik grubun başına beş komando vermişlerdi, grubun başındaki komando, kalın bir zincirin ucunu tutarak, sıranın en başındaki tutsağın kol ile vücudunun arasından geçirdi, böylece en arkada bekleyen tutukluya kadar geldi, zinciri son tutuklunun belinin ortasından yine sol kol ile vucudunun arasından geçirerek en öndeki tutuklunun kemer hizasında  iki ucunu kocaman bir kilit ile birbirine bağladı. Bütün gruplar bu şekilde zincirlerle birbirlerine bağlanınca, tekrar “rahat hazırol” komutları verildi.

İlk dışarıya çıkarılacak grubun başındaki komando, sıranın en başındaki tutsağın ensesinden tutarak eğebildiği kadar eğdi, gruptaki diğer tutsakların eğilmeleri için emir verdi, böylece herkes bir öndekinin belinin üzerine alnını yapıştırıp bekledi, öndeki komando sıranın başındaki tutsağın ensesini çekerek dışarı doğru sürükledi, bizim grup hariç diğer bütün kafileler çevrelerini görmeden “ring” adı verilen, her tarafı kapalı, ön tarafından bir insan başının geçemeyeceği kadar küçük  deliğin bulunduğu, askeri bir kamyona  bindirdiler.

Bizim grup cop kalas tekme yağmuru altında dövülerek aynı tip arabaya bindirilip kapısı kapatıldı. Elleri kelepçeli, kolları zincirli olan bizler, o dar arabanın içinde mahkeme salonunun kapısına kadar dövülerek getirildik. Burada bir saat kadar arabada bekletildik. Emirle kapılar açıldı ve Roma arenalarına götürülen gladyatörler gibi arabalardan indirildik.

Mahkeme salonunun her tarafını askerler kuşatmıştı, tanklar bize doğru mevzilenmişti. Ortalıkta sivil kimse görünmüyordu. Ailelerimiz, yakınlarımız, halk yoktu ortalıkta. Korku her tarafı sarmıştı, bir iki avukat dışında bizi savunan kimselerde görünmüyordu. Bizide sıralar halinde zincirli vaziyette dizdiler……..

Aradan 30 yıl geçti, kaderimiz değişmedi, yine tutsaklar kuyruğu, yine ring denilen arabalar, askerler, polisler….

Fakat şimdi halk korku duvarını yıkmış… yollara dizilmiş, zafer işareti yapıyor.

Türk devleti yine barbar, hala kürtçe nin bile yasak olduğunu söylüyor. “Mahkemelerde türkçe konuşun” diyor, gerçi bizim dönemde, yani otuz yıl önce mahkemelerde türkçe konuşmakta yasaktı, şimdi bir “iyileşme, demokratikleşme (!)” yapmışlar “türkçe konuşabilirsiniz” diyorlar!

İşte bu duruma bakarak artık bundan sonraki bütün yazılarımda Kürtlerin birlik ve beraberlik ruhuyla hareket etmeleri için yazacağım. Türk devletinin Kürdistandaki bütün vahşetlerini, haksızlıklarını, yalanlarını, dolanlarını anlatmaya devam edeceğim.

Bu devlet Kürtlerin varlığını resmi olarak kabul etmiyor, bu devlet Kürdün başından sopayı eksik etmiyor, bu devlet zulüm şiddet ve işkence dışında hiçbir şeyden anlamıyor. Bu devlet siyasi Kürdü silahlı Kürtten daha tehlikeli görüyor. Bu devlet bizi tarihten silmek istiyor, nihai hedefi budur, gerisi kandırmacadır, taktiktir, göz boyamadır.
Otuz yıllık aradan sonra ki dersin özeti budur.

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu