Makalelerim

Köstebek’ in yaşamı ve Firavunların sonu!

Selim Çürükkaya / Yaklaşık olarak kırk gündür, yazı yazmıyorum. Benim için bu kadar uzun bir zaman süreci içinde yazmamak zor bir iş oldu. Aslında başka bir sorunla uğraştığım için, daha doğrusu zamanım olmadığı için yazamadım. Ama yazmadığımdan bu güne kadar, beynimin ağlarına takılanları hep not aldım. Bu notlarım, tek tek kelime halindedir. Eğer siz değerli okuyucularımı rahatsız etmeyeceksem, aldığım notlarımn açılımını sizinle paylaşmak istiyorum:

Birinci notum, KÖSTEBEK. Bu bir hayvan adıdır. Çok ilginç  bir hayvandır Köstebek. Daha küçük bir çocukken bu hayvanı bilirdim. Onun tarlamızda yaptığı topraktan tepeciklerle oynardım.

 

 Annem bu hayvan’a zazaca “muş kuar” derdi.  Onunla  ilgili bildiklerim  sadece bu kadardı. Hiç üzerinde düşünmemiştim bu hayvanın. Bundan bir ay kadar öce, onunla karşılaştım. Simsiyah kadife gibi tüyleri vardı. Ön ayakları insan ellerine benziyordu ve beş parmaklıydı. Tırnakları kuvvetli ve keskindi. Vücudu silindir şeklindeydi.

Yeraltında yaşamını sürdüren bu hayvanın tüylerinin bu kadar temiz ve parlak olması dikkatimi çekti. Göğsü ve ön iki ayaklarının arası bir haltercinin göğsü ve pazuları kadar kaslı ve sertti. Eve dönünce bu hayvan hakkında bir araştırma yapmaya karar verdim.

Neden  ve nasıl yeraltında yaşıyordu?

Her köstebek,  bir top sahası kadar geniş bir alanda,  yerin 15 veya 20 santim aşağısında  insan ellerini andıran ön ayaklarıyla tüneller kazar, çıkan toprağı başı ve burnuyla iterek yer yüzüne çıkarır ve tümsekler oluşturur, tüneller yuvarlak ve ter temizidir. Onlarcası bir birine bağlıdır. Bütün tünelleri hazırlatınca, bu bölge onun avlanma alanıdır. Kazdığı tünellere giren böcek ve solucanlar onun avıdır artık. Kuyruğu öylesine hassastır ki yüz metre ötesindeki tünele giren bir solucanın sürünme sesini ona bildirir ve saatte 4 kilometre hızıyla koşar, solucanı yakalar, kafasını ezer yer altında hazırladığı deposuna götürüp bırakır. Köstebek çok çalışkan bir hayvandır.  Zamanının çoğunu tünel kazmak ve avlanmakla geçirir. Çok az uyur. Her gün ağırlığının bir buçuk katı kadar yiyecek yer. Midesine çok düşkün olduğundan 12 saat  kadar aç kalırsa ölür.

TEK BAŞINA YAŞAR.


Bu garip hayvan tek başına yaşar, geniş bir alanda tünellerini (saatte 12 metre kadar) kazar ve orada avlanırken, kendi alanına giren hangi hayvan olursa olsun onunla kavgaya girişir ve düşmanını  öldürüp yer. Eğer kazdığı tünellere giren onun bir hemcinsi ise, onunla düello yapar, kim kimi öldürdüyse, sağ kalan ölüyü yer ve alan sağ kalana kalır.

ÇİFTLEŞME VE ÇOĞALMA

İlk baharda dişi ile erkek çift, henüz bilmediğim bir yöntemle birbirlerini bulur ve birlikte yaşarlar. Gebe kalan dişi hemen erkeğin alanından tünel kazarak uzaklaşır ve kendine yeni bir alanda tüneller yapar.  Ama geldiği, yani onun yeni açtığı alan ile erkeğin alanı arsındaki tünelin içinde, en az sekiz yerde topraktan bariyerler kurar. Kendi alanının yüksek bir bölgesinde sel ve su baskınlarına karşı korunaklı bir yerinde, yeraltında yuvasını yapar, geceleri dışarı çıkarak ağaç yapraklarını koparıp yuvasını yumuşak bir zemin döşer, hamilelik süresi 35 Gün sürer, 3 ile 7 arasında yavru doğurur. Bu yavrular biraz büyüyünce,  her birisi  kendileri için bir tünel açarak annelerinin  alanından uzaklaşır ve her biri kendileri için bir alan kurar. Ve onları annelerine götürecek  tünelleri bariyerlerle kapatırlar.

DÜŞMANLARI İLE BAŞ EDEMEDİKLERİNDE

Koklama ve işitme duyuları çok hassas olan bu hayvanlar kendilerinden daha güçlü ve büyük hayvanlarla karşılaştıklarında, kavgada onlarla baş edemedikleri bir anda, derilerindeki bezlerinden sıvı bir madde ifraz ederek çok pis bir koku çıkarırlar. Düşmanları bu kokudan tiksinerek uzaklaşırlar.

 Köstebek’in yaşamı pek çok sırlarla doludur. Öyle köstebek nedir ki deyip geçmemek gerekir diye düşünüyorum.

İkinci notum.

“Adnan” dır.

 Bu bir insan ismidir. Bir erkek ve çok güzel bir erkek. Efendi, terbiyeli, yetenekli. Adnan’ ı ismen çoktan beri tanırdım. Ama şahsen bundan 25 Gün kadar önce  karşılaştık. Diyarbakır doğumlu. İstanbul’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi heykeltıraşlık bölümü mezunudur. Pek çok alanda, becerekli, hani “on parmağında on hüner var” cinsinden, yetenekli, esprili bir arkadaş. Bir yerde rol icabı, çıplak, daha doğrusu, külot katında kamera karşısına çıktı. O zaman  belinden karnına kadar ki ameliyat çizgisi dikkatimi çekti. Bir ara fırsat bulunca sordum: “Adnan geçmiş olsun, ameliyat mı geçirmişsin?” dedim. “Hiç  sorma “ diye cevap verdi. Ben yeni bir soru sormadım kendisi anlatmaya başladı: Daha dokuz yaşımdayken, böbreklerim sancımaya başladı, babam beni Diyarbakır sigorta hastanesine götürdü. Doktor :’böbrekte taş var, ameliyat olması gerekir’ dedi. Beni yatırdılar, iki gün sonra ameliyat oldum, bir hafta kadar sonra taburcu edildim. Evde iyileştim, ilk okulu,  liseyi, İstanbul’da üniversiteyi bitirdim. Kısa devre askerlik yaptım, hiçbir şeyi fark etmedim, yalınız azıcık içki alınca, sarhoş oluyordum. Avrupa’ya göç ettiğimde bir ara hastalandım, doktora gittim, bir böbrekçiye sevk edildim, röntgenlerim çekildi, bir böbreğim yoktu. Düşünebiliyor musunuz, 30 yıl sonra Diyarbakır Sigorta hastanesinde bir doktor tarafından sağ böbreğimin çalındığını öğrenmiş oldum. Babama telefon açtım: “Bir böbreğim yok baba, Diyarbakır sigorta hastanesinde ameliyat olmuştum ya, işte o zaman doktor çalmış” dedim. Babam sadece “ama nasıl olur oğlum?” demekle yetindi.

 ÜÇÜNCÜ NOTUM

“TEK”

 Abdullah Öcalan ‘ın Fırat haber ajansında yayınlanan Ocak-2011 tarihli avukatlarla görüşmesiyle ilgili yaynlanan açıklamadır. Öcalan, bu görüşmede şunları söylüyor:  

“Biz devleti bölmek istemiyoruz, biz demokratik Türkiye ile bütünleşmek istiyoruz, bunun için çaba sarf ediyoruz. Bayrak bir simgedir. Bizim için çok önemli değildir. Bayrak egemen sınıfların simgesidir. Biz egemenler gibi, egemen sınıflar gibi bakmıyoruz. Bu olaylarda etrafında dolandıkları bir dil var; bu dil, Türkiye’de ulus-devletin oluşturduğu bir dildir. Devletin yanına yeni bir devlet, bayrağın yanına yeni bir bayrak doğru değildir. “

Türkiyenin bu günkü Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ı bilirsiniz. Onun dilinden düşürmediği bir tekerleme vardır: “Tek Ülke, tek bayrak, tek millet, tek dil”. Peki Abdullah Öcalan Recep Tayip Erdoğan’dan farklı olarak ne söylüyor? 

 Biz ayrı bayrak istemiyoruz, çünkü ayrı bayrak sadece bir simgedir ve egemen sınıfların simgesidir. Biz ayrı devlet de istemiyoruz. Özet olarak biz tek dile de karşı değiliz demek istiyor. Çünkü başka avukat görüşmelerinde “bizim resmi dilin türkçe olmasına bir itirazımız yoktur” demiştir.  Öcalan’ da “tek bayrak, tek devlet, tek dil tek ülke” dediğine göre, Öcalan ile Erdoğan’ın görüşleri arasında ne gibi farklar vardır?

Ve Öcalan’ ın her dediğine “evet” diyenler,  Erdoğan’ın “Tek ülke, tek bayrak, tek devlet, tek dil” söylemine karşı ateş püskürtürken, neden Öcalan’ın “resmi dile,  bayrağa, tek devlete ve tek ülkeye itirazımız yok” söylemi karşısında sessizdirler?

Ben Öcalan ile Recep Tayip Erdoğan’ ın söylemlerinde özde hiçbir fark görmüyorum. Birisi “tek ülke, tek bayrak tek dil, tek devlet” diyor, diğeri: “bizim bunlara bir itirazımız bulunmuyor” diye açıklama yapıyor.  Bizimkiler birine küfür ediyor, diğerini alkışlıyor. Anlayamadığım budur!

Başka konularda da aslında Recep Tayip Erdoğan ile Öcalan aynı şeyleri söylüyorlar.  Erdoğan “Türkiye Cumhuriyeti” diyor. Öcalan “Demokratik cumhuriyet” diyor. Erdoğan “Türk ulusu” diyor, Öcalan “demokratik  ulus” diyor. Ve Öcalan Türkçülerin kullandığı bütün kavramları olduğu gibi kabul ediyor, fakat  her kelimenin önüne bir “demokratik” kelimesini koyuyor. Bu kelimeyi gerçekten demokrasiyi sevdiği, ona hayran olduğu için mi bu terimlerin önüne koyuyor, yoksa bunu bir maske olarak mı kullanıyor?

Mesala  “biz Türkiye ile bütünleşmek istiyoruz” derse, maskesi düşer, ama “biz demokratik Türkiye ile birleşmek istiyoruz” diyerek  kitlesini  yanıltıyor. Yeryüzünde kaç millet varsa, her milletin bir devleti vardır.  Buda çok doğaldır. Ve yine her devletinde bir bayrağı vardır. Sıra Kürtlere gelince “bayrak egemen sınıfların bir simgesi oluyor” ve bizim beyefendide egemen sınıflara karşı olduğu için Kürtlerin, Kürt bayrağına karşı çıkmasını istiyor.

 DÖRDÜNCÜ NOTUM

“SUSKUNLUK”

 “ Suskunluk, Türkiyede Kürt sorununun” gündemden düşmesi ile ilgilidir. Eskiden bir görüş vardı: “Silahlı çatışmalar olduğu için Kürt sorununa bir çözüm bulunamıyor.” Silahlar sustu ama kimse sorununun çözümüyle ilgili tek bir kelime konuşmuyor. Çünkü Türkiye’ deki resmi kafalar hala Kürtlerin varlığını ve bu varlıktan doğan ulasal taleplerinin olduğunu görmek ve kabul etmek istemiyorlar. Onlara göre çatışmalar bitince iş hal olmuş oluyor.

Demokratik Özerklik projesi rafa kalkmak üzere, Diyarbakır Belediye Başkanı  Osman Baydemir: “PKK bile Demokratik özerlikten vaz geçse ben vaz geçmem” deyince, Öcalan: “zırtapoz, serserilik yapma, Diyarbakır çocukları ağzını yırtarlar”  dedi. Osman “bizde adet böyledir” deyip sustu.

 Silahlar sustu, Osman Baydemir sustu, silahlı çatışma döneminde Kürt sorununun çözümü ile ilgili konuşanlar sustu. Yani susma dönemindeyiz.
 
Ne olacak?

Bu suskunluk bizi nereye kadar götürecek?

 Baksanıza Afrika’ da, Arap çöllerinde bile halklar ayaklandı, her millet kendi otuz yıllık diktatörünü yıkıyor. Biz ise hala “Firavunların” “kulları” gibi davranıyoruz. Ve hatta “Firavunlarımıza” tapmada birbirimizle yarışıyoruz. “Firavunsuz yaşamak bize haramdır” diye bağırıyoruz.

Tuttuğum notlar daha çok, en iyisi sizleri daha fazla tutmayayım. Köstebek’ in yaşamı üzerine, Adnan’ın çalınan böbreği ve böbreği çalan doktorun bulunması üzerine, “teklik tekerlemeleri” üzerine, “suskunluk”, Osman Baydemir ve  Firavunlarını devirmeye çalışan halklar üzerine düşünmeye devam edeyim…….

Yorumlar

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu
Yeni Ekle Tümünü Sil Ara RSS