Röportaj

Ayetler Üzerine

Selim Çürükkaya Ali usta: Erken öten horoz olmak önemli ama, boyunu kestirmemek lazım. İşte ben bunu başardım.Bundan dolayı taşlandım Keşke ne başta taşlansaydım ne de bugün alkışlansaydım.......

Selim Çürükkaya Ali usta: Erken öten horoz olmak önemli ama, boyunu kestirmemek lazım. İşte ben bunu başardım.
Bundan dolayı taşlandım Keşke ne başta taşlansaydım ne de bugün alkışlansaydım…….

Ali Usta „Sayın Çürükkaya, daha önce yazmış olduğunuz „Diyarbakır Şafağı” adlı iki ciltlik kitabından bahseder misiniz?”

Selim Çürükkaya:  1 Mayıs 1980 tarihinde Diyarbakır’da bir operasyon sonucu yakalandım. 24 gün gözaltında kaldım. Ardından askeri savcılığa çıkarılarak cezaevine konuldum.
12 Eylül darbesiyle birlikte baskılar artmaya, işkenceler sistemli olmaya başladı.

Cezaevi duvarları arasında olan biten herşeyin, başından sonuna kadar tanığıydım.

Direnişlerin, karşı saldırıların en ucunda yer alanların içindeydim.

Öldürülmezsem bir gün mutlaka bu vahşeti yazacağımı düşünüyordum.

1980-1983 yılları arasında Dante’nin cehenneminden geçmiş, bütün odaları dolaşmıştım.

1986 yılına geldiğimde, Diyarbakır cezaevinde olmuş bitmiş her şeyi öğrenmiştim.  Artık bunları kaleme dökmenin sırası gelmişti.  Yazdım, üç yılını anlattım; bin sayfa, iki cilt tuttu. Dışarı yollamanın imkânlarını araştırdık.  Bir başka roman konusu olabilecek zorluklar ve yollarla dışarı yolladık ve yayınlandı.

Sanırsam Türk devletinin zulmünü teşhir eden, Kürt halkını mücadeleye sevk eden kitaplardan biri oldu. Kitapta anlatılan her şey doğruydu. Eksiği var, fazlası yoktur.

Ben orada yazılı olan her satırımın arkasında bu gün de duruyorum.Tek bir satırında bile, geri adım atmıyorum.
O kitap yayınlanıp kitlelere ulaştırılmışsa, bu iyi olmuştur.
Zaten ben yayınlanması için yazmış ve dışarı yollamıştım.

-Cezaevinden çıkıp, Bekaa”ya gittiğinizde nelerle karşılaştınız?

Ben cezaevinden tahliye olup Bekaa’ya gittiğimde, orada kurulan sistem ile Yüzbaşı Esat Oktay’ın Diyarbakır cezavinde kurduğu sistemin birbirlerinin benzeri olduğunu fark etmeye ve izlemeye başladım. Burayı yani Bekaa’da yazacağımı hemen düşündüm ve sonuçta yazdım.  Böylelikle Apo’nun Ayetleri ortaya çıktı.  Aradan 11 yıl geçti, Apo’nun Ayetlerinde ileri sürdüğüm bütün görüşlerimin de arkasındayım. Dediğin gibi Diyarbakır Şafağı PKK’nin bir ara en büyük propaganda kitaplarından birisiydi.

„O kitabınla, „Apo’nun Ayetleri„ kitabın birbirine ters iki mantığın yazmış olduğu kitaplar değil midir?

Hayır! „12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı” ile „Apo’nun Ayetleri” birbirini dıştalayan, birbirini çürüten kitaplar olarak görülmemeli, birbirini tamamlayan bir üçlüdür.
Ve hatta imkânım olursa üçünü, üç ciltlik tek kitap olarak yayınlamayı düşünüyorum.

“Diyarbakır ve Bekaa’da gördüklerim” adını vermek istiyorum. Apo ve onun kurduğu sistem ile Türk rejimi arasında nasıl bir ilişki varsa, o iki kitap arasında da öyle bir ilişki vardır. Ben kitaplarımda Kürt halkının bu sistemlere karşı olan direnişlerini ve boyun eğişlerini anlatıyorum.

„Apo’nun Ayetleri” kitabını bastığında sana baskılar, tehditler ve iftiralar yapılacağını biliyordun. Hatta hakkında ölüm kararı bile verildi.

Apo‘nun Ayetleri’ni yazmayı düşündüğümde ölümü göze almıştım.12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı’nı kaleme aldığımda da bunu yapmıştım.  O kitapların bir özetini ben 146 sayfa savunmam olarak yazmış, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne sunmadan önce de ölümü göze almıştım. Ama şunu itiraf etmeliyim ki, Apo’nun kurduğu sistemi kavradığımda, bu sistemin 12 Eylül’de kurulan Türk faşist rejiminden daha gaddar olduğunu fark etmiştim. Apo‘yu bir bildiriyle bile eleştirenler, hoşnutsuz olduklarını mimikleriyle belli edenler, onun kuşkularına katılmayanlar ölümle cezalandırılmışlardı. Bütün bunları öğrenmiştim. Buna rağmen kitabı yazdım.

“APO’nun Ayetleri”nin yazılma ve basılma macerası nasıl oldu?”

„Dokuz köyden, bütün beyinlerden kovuldum.
Şeytan ilan edildim. Kitabı kendi olanaklarımla basmak istedim.
Bilgisayar kullanamıyordum. İsveç’te oturan eski cezaevi arkadaşım, Laleş Qaso‘nun (Naif KURT) evine gittim.
Onun eski bir bilgisayarı vardı. 12 gece 12 gündüz ben okudum o yazdı ve bitirdik.
Bir yurtseverin laser yazıcısını alıp kağıda çektik.  İsveç‘in en büyük matbaası Gotap‘a gittim ve kitabı bastırdım.

„Tabi ki hemen PKK tarafından yasaklandı. Çok değişik tehditlere ve baskılara maruz kaldınız. 11 yıl illegal yaşadınız. O günleri biraz anlatır mısınız?”

Kitap piyasaya çıkınca beş okuyucusu saldırıya uğradı.
Biri otuz, biri on gün komada kaldı. Ben de “Bu halk gördüklerimi ancak on yıl sonra görecek” diyerek, ev hapsini yaşamaya başladım.
Kitabın okunmaması, okuyanların inanmaması için yalan ve iftira mekanizmaları harekete geçti. Ben “Alman ajanı (!)” olmuştum.

“Almanlar bir gemide, denizin ortasında beni koruyorlardı.”

“Sarışın bir Alman hanım polisle evlenmiştim.”

“Almanlar bana birbuçuk milyon mark vermişti.”

“Yüzümü estetik ameliyatla değiştirmişti.”

“Başka bir isim altında bana pasaport da vermişlerdi”.

“Apo’nun koltuğuna göz dikmiştim.”

“Savaşın kaçkınıydım.”

“Barışın bozguncusuydum.”

“PKK’nin 40 milyon dolarını alıp kaçmıştım.”

Elazığ’da Türk subaylarına ordu evlerinde operasyon dersleri veriyordum”.

“Apo’dan bir apartman istemiş, o da bana apartman vermediği için küsüp gitmiştim.”

“Türk konsolosluğuna gidip maaşımı alıyordum.”

“Zaman zaman Nato adına ajanlık da yapıyordum.”

“Fransız ve İngiliz istihbarat servislerine danışman düzeyinde çalışıyordum.”

“Başkan arabaya binerken terliği ayağıdan düşmüş, Selim‘e terliğimi al ayağıma tak demiş, Selim‘de ‘siktir lan ben 11 yıl cezaevinde yattım, şimdi geleyim ayağına terliğini mi geçireyim, sen kendi terliğini kendin giy‘ demiş, Başkana bu laf söylenir mi?” fıkrasına bile konu olmuştum.

Bütün bu söylentilerin dolaştığı bir ortamda ben ve eşim, bir bayan arkadaşımızın 36 metre karelik tek bir odasında, birlikte kalıyorduk. Bir gün arkadaşımız akşam işten dönünce, Özgür Politika gazetesini getirmişti. Gazetede; “Selim Alman devletinden birbuçuk milyon mark almış, her ay da Türk konsolosluğuna gidip maaşını alıyor” diye yazıyordu.

Haberi okuduğumuzda, üçümüz de hüngür hüngür ağladık. Ben, kendi halime değil, halkımın haline ağlıyordum. O günleri nerede ve nasıl yaşadığımı bir gün yürekli bir Kürt gazetecisi bulursam, ona anlatacağım. Hangi evlerde kaldığımı, kimlerin yanında barındığımı isim isim vereceğim ve onların yanına yollayıp o günleri onlardan öğrenmesini isteyeceğim.

„Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?”

Ben olacak olan bir depremi çok erkenden haber olarak vermeye çalıştım.
On yıl sonra söylenmesi gerekenleri on yıl önce söyledim.
Bütün suçum buydu. Ve bu suçu bilerek, tasarlayarak işledim.
Çok daha önceleri bu suçu işleyemediğim için şimdi üzülüyorum.
Erken öten horoz olmak önemli ama, boyunu kestirmemek lazım. İşte ben bunu başardım.

Bundan dolayı taşlandım. Keşke ne başta taşlansaydım ne de bugün alkışlansaydım.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu