Makalelerim

ÖLÜM YOLCULUĞUNDA BİLDİRİ DAĞITMAK

Birinci mektubumu açlık grevine başladıktan dört gün sonra yazmıştım. İkinci mektubumu açlık grevinden sonra yazıyorum. Sana Urfa’dan yazdıktan dört gün sonra gardiyanlar sabahın köründe koğuşumuza girdiler. “Hazırlanın, Ceyhan’a sevkiniz yapılmış,” dediler.

Açlık grevinin altıncı gününde yolculuk yapmanın zorluklarını biliyorduk. Ama Adalet Bakanı ferman buyurmuştu. Biz de “Ferman onunsa yollar bizimdir,” dedik ve yollara düşmek için eşyalarımızı sardık.

Kararımız kesindi. Aç karınla düşecektik yollara, gittiğimiz yerde eylemi sürdürecektik.

Gardiyanlar eşyamızı taşıdılar. Biz de kol kola girerek uzun sakallarımız, yerden sürüklenen ayaklarımızla dışarı çıktık. Kapıda “Ring” denilen her tarafı kapalı bir araba bizi bekliyordu. Araba kapısından içeri soktular. Eşyalarımızın büyük bir kısmı arabanın içine yığılmıştı. Kapılar kapatıldığında üst üste istiflenmiştik.

Urfa’dan yola çıkınca ceplerimizi karıştırdık. Zincirli bileklerimizle, kalem tutan ellerimizle el ilanları yazdık; arabanın havalandırma deliklerinden dışarı uçurduk. Anlayacağınız idam yolculuğunda bile bildiri dağıtmayı ihmal etmedik.

Gece karanlığında Ceyhan’a vardık. Beton yığını kuru bir bina, çelik miğferler, soğuk namlulu tüfekler, üniformalı gardiyanlar karşıladı bizi. Kötü bir karşılama değildi bu.

”Hoşgeldin dayağı’nı çoktan tarihin çöp sepetine atmıştık. Gözlerimizde zafer parıltıları, inançlarımız şaha kalkmış, kasırga gibiydik. Her halimizden belliydi bu. Kimse hoşgeldin dayağıyla karşımıza çıkamazdı. Herkes bunun utanç verici bir şey olduğunu kavramış artık.

Koğuşa alındığımızda buradaki tutukluların dört gün önce eylemi neden bıraktıklarını detaylı olarak anladık. İki arkadaş koğuşumuza geldi, konuştuk. Eylemi bırakmanın doğru olmadığını…

Eylemi bırakmanın doğru olmadığını, genelge kalkmadan verilen ya da alınan hakların bir garantisinin olmayacağını söyledik. Adalet Bakanının, Türkiye genelinde sürdürülen açlık grevi eyleminin tansiyonunu düşürmek için iyileştirmeler yaparak bazı cezaevlerini eylemden vazgeçirmeye çalıştığını anlattık.

Birkaç gün sonra buradaki arkadaşlar düşüncelerimizi doğru bularak destek eylemine geçtiler. Genelgenin kaldırılması için eylem tam rayına oturmuşken, Eskişehir Cezaevi kendi özgülünden kaynaklanan sorunları çözünce eylemi bıraktı. Bundan bir-iki gün önce Nazilli Cezaevi de eylemi bırakmıştı. Bu şekilde eylemin sonlanmasını doğru bulmadığımızdan, Eskişehir’deki durumu uygun görmediğimizi belirten bir ilanı gazeteye verdik. Ama Eskişehir’de sessizlik devam etti. Nazilli’den ses aldık. Sonra da Eskişehir’den birçok arkadaşın sürgün edildiğini duyduk. Diyarbakır özgülündeki sorunları çözüp eyleme son verince, bizler de sorunlarımıza yönelmek zorunda kaldık.

Zaten burada destek eylemi sekizinci günde sona ermişti. Bizim davadan yargılanan 50 kişi eylemi sürdürüyorduk. Ölüm orucunun otuzuncu günde yetkililerle görüştük, eylem sonuçlandı.

Sonuç: Adalet Bakanı Genelgeyi uygulayamadı. Biz de Genelgeyi kaldıramadık. Şimdi kedi ile fare gibi birbirimizi kolluyoruz.

Eylemden sonra bizim arkadaşlardan 10’unun durumu ağır olduğundan, bizi Adana Devlet Hastanesine yolladılar. Yine kapalı “Ring”le gittik. Beş saat kapıda kaldık. Kusanlar, bayılanlar oldu.

Bağırtılar çağırtılar, sesimizi arabanın dışına ulaştıramadık. Gece saat 01’de bize çevrilen namluların koridorundan odunluğa benzer bir odaya sıkıştırıldık. 10 kişiydik. Odada yatak vardı. Yatakların çarşafları kirli ve kanlıydı. 10’umuz için yalnızca üç battaniye vardı. Havalar soğuktu. Bizim ise soğuğa karşı direncimiz azdı. Daha yerimize doğru dürüst oturmadan sivil giyimli, eli telsizli biri sert ve buyurucu bir sesle, “Herkes yatağında sırt üstü yatsın,” dedi. Sesi kin ve nefret yüklüydü. Sessizliğimiz karşısında bir kez daha aynı şeyi tekrarlayınca dayanamadım, “Ne konuşuyorsunuz? Kendini ne saymıyorsun sen? Senin yaşın kadar en zor şartlarda mücadele sürdürdük. Bu halinle bizi korkutacağını mı sanıyorsun?” dedim. Adam tehditlerinin bir işe yaramayacağını anlayınca, “Tamam, isteyen istediği biçimde oturabilir,” dedi. Doktorla konuştuk. Adamı dışarı çıkarmasını istedik.

Doktora bu odunlukta kalamayacağımızı, iki kişi bir yatakta yatıp tedavi olamayacağımızı, soğukta battaniyesiz dayanamayacağımızı anlattık. Doktor her yatak için bir battaniye temin edebileceğini söyleyince, kalmaya karar verdik.

İzzet Baykal’la ben, İdris Güzel’le Mehmet Değer, Mehmet Tanboğa ile Ali Doğanay, Bedrettin Kavak ile Ali Serçek bir yatakta; Karasu ve Abuzer Dehşet birer yatakta yattılar.

Kaldığımız oda acayip kokuyordu. Duvarlarında yüzlerce örümcek ağı vardı. Serum damla damla kanımıza karışırken, gözlerimiz duvarlardaki ağların üzerinde avlanan örümceklere takılmıştı. Her birimize dört şişe serum verildikten sonra biraz kendimize gelebildik. Doktorlar şekerli ve tuzlu su dışında her türlü yiyeceği yasaklamıştı. Kaldığımız odada kokudan duramıyorduk. Gelen doktorlar burunlarını tutup dışarı kaçıyorlardı. Cezaevlerini yıllarca süren mücadeleler sonucu birazcık düzeltmiştik. Peki, bu hastaneler nasıl düzeltilecekti?

Hastane odunluğunda kaldığımız dört gün boyunca canımız çok sıkıldı. Can sıkıntımızı gidermek için ne yaptığımızı biliyor musunuz? Özellikle geceleri odamızda uçuşan kara sinekleri yakalayarak duvarlardaki örümcek ağlarına atıyorduk. Ağa düşen sinek kıpırdayınca, örümcek yattığı pusudan çıkıp hızla sineğe doğru koşuyor ve yakalıyordu.

Örümcek yakaladığı sineği ayaklarından salgıladığı bir iple güzelce bağlayıp götürüyordu. Bu oyunu Karasu icat etti. Hoşumuza gittiği için hepimiz sinek avlamaya başladık. Biz geceleri heyecanla sinek avlayıp ağa atarken, pencereden bizi izleyen nöbetçi askerlerin gözleri fal taşı gibi açılırdı.

Sineği tutukluya, ağı cezaevine, Adalet Bakanını örümceğe, sineği bağlayan ipi 1 Ağustos Genelgesine benzetiyorum,” dedim.

Hastaneye yattığımızın üçüncü gününde doktorlar, başhekime, tutuklu koğuşunun durumunu Tabipler Birliğine şikâyet ettik. Dilekçelerimizin içeriği çok sert olduğundan, cevap olarak eli silahlı askerler geldiler. Arabalara tıka basa doldurarak cezaevine götürdüler.

Selamlar,

M. Selim ÇÜRÜKKAYA

12.12.1988/Ceyhan

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu