Belgeler

Sakıktan mektup var 1

Şemdin Sakık Selim Çürükkaya'ya mektup yolladı. Fakar Selim Bu mektubun muhatabı değildir.

Şemdin Sakık’ ın bana hitaben yazmış olduğu açık mektup 12 Ocak 2009 Tarihinde bir internet sitesinde yayınlandı.
Bu mektubu çok geç okudum.
Uzun bir süredir mektup üzerinde düşünüyorum.
Cevap verip vermeme konusunda hayli zorlandım
Bir ara bu mektubu görmemezlikten geleyim dedim. Ama vicdanım rahat etmedi. Çünkü bu öylesine bir mektuptu ki;  karşısında susulamazdı. Bana hitaben yazılan mektubun muhatabı aslında ben değilim.

Şemdin,  güya kendisini eleştiren bir yazımı okumuş ve bu yazımı eleştirmek gayesi ile bana hitaben açık mektubu kaleme alarak yayınlatmıştır. Oysa Şemdin’ in sözünü ettiği yazı bana ait değildir. Anlaşılan birileri Şemdin’ i yanıltmış, kandırmış yönlendirmiş, benim yazmadığım yazıyı bana mal ederek Şemdin’ e ulaştırmış ve Şemdin bana ait olmayan bir yazıya dayanarak, yer yer kişiliğime yönelik  hakarete varan eleştiriler yapmıştır.Şunu açıkça söyleyebilirimki, Şemdin’ in alıntılandırdığı yazının tek bir kelimesi bana ait değildir. Ben bu güne kadar Şemdin Sakık hakkında yalınız bir tek yazı kaleme alıp yayınladım.

O makalemin adı da „Kahramanlık kimliğini yere düşüren adam ve kitabı” dır. http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=434

Bu gerçek anlaşıldıktan sonra, Şemdin Sakık’ ın mektubu ve kendisinin durumu hakkında düşüncelerimi kısaca izah etmek istiyorum:

1. Şemdin Sakık tutuklanmadan Önce Diyarbakır dağlarında Gerilla komutanıyken, Türk devleti veya sömürgeciliği hakkındaki bütün görüşlerine katılıyorum. Bu dönemde yazdığı kitaplarda Türk devleti hakkında ileri sürdüğü bütün tezlerinin altına imzamı atıyorum. Yine bu dönemde, yani Diyarbakır dağlarında komutanken Abdullah Öcalan ve onun sistemiyle ilgili Şemdin’ in savunduğu hiç bir düşüncesini doğru bulmuyorum ve katılmıyorum.

2 . Şemdin Güney Kürdistan’ dan alınıp Diyarbakır’a getirildikten sonra, Türkiye devleti hakkında söylediği hiç bir görüşüne katılmıyorum. Devlet leyhine yazdığı hiç bir tezinin altına imzamı atmıyorum. Şemdin’in tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan ve sistemi hakkında söylediği ve yazdıklarının doğru olduğunu biliyorum.

Ben dağda başka, hapiste başka konuşan kişileri onaylamıyorum. Bu en azından benim karekterimdir. Ben Bingöl’ deki, Çay bahçesinde, Diyarbakır zindanında ve Diyarbakır 1  nolu sıkıyönetim mahkemesindeki sanık kürsüsünde , Avrupa’ da aynı sloganı haykırmışım. „Kahr olsun sömürgecilik”
„Beni tutuklayıp verdiler, kimse bana sahip çıkmadı, örgütüm beni lanetledi, ailem arkadan beni hançerledi, arkadaşlarım ayağımı kaytardı, liderim beni düşmanlarıma sattı”
gibi gerçekler, ters dönmenin gerekçesi değildir. Adam olmak, bütün bunlara rağmen ayakta durabilmektir. Selim Çürükkaya

Bütün bu gerçeklerin  ışığında Şemdin Sakık’ ın mektubunu olduğu gibi yayınlıyorum:

12 Ocak 2009

SELİM ÇÜRÜKKAYA’YA AÇIK MEKTUP: 1. Bölüm

Merhaba!

Sevgili Selim, zor günlerimde çok yönlü, çok yoğun saldırılara uğradım. Kimisi ileri geri konuştu, kimisi düpedüz hakaret etti, kimisi de linç girişiminde bulundu. Oysa benim eleştiri adı altında yapılan bu saldırıların tek bir tanesine cevap verme imkânım yoktu. Maazallah bizimkiler eli, kolu, ayakları bağlı, adeta yarı ölü adama saldırmakta ne kadar da yiğit davrandılar.

Doğrusu cevap verme imkânım olsaydı da, bir çöp kadar ciddiye almadığım bu eleştirilere cevap vermeyecektim. Ama eğer imkânım olsaydı vaktinde sana cevap vermek isterdim, zira her şeye rağmen hâlâ sana olan saygımı koruyorum, hâlâ ciddiye alınması gereken özgün bir kişilik olduğunu düşünüyorum.

Oysa seni yakından tanımıyorum, hakkında bildiklerim kulaktan dolma bilgilerden ibarettir. Sana karşı oluşan pozitif düşüncelerimi sezilerim belirliyor. Bu ülkede beni en iyi tanıyan insanların başında geliyor, diyordum. Belki bundandır. Belki en az benim kadar acı çekmiş ve ardından benim gibi bir zalimin hışmına uğramış olmandandır. Belki de, kişilikli, saygın, ender dostlarımdan biri Munzur (1)’un; emekçi ve sadık Diyar (2) ‘ın ve zaman zaman arkamdan paslı hançerini sırtıma batıran, ama çoğunlukla bana destek veren Süleyman(3) ‘ın ağabeyi oluşundandır. Ama belki de, saygı duyduğum kadınların başında gelen Aysel (4) ‘in kocası olduğundandır.

Aysel’den söz etmişken, bir anımı aktarıp öyle geçmek istiyorum:

Yıl 1983’tü. Yılın son aylarıydı. İki arkadaş Irak kamplarından çıkmış görev yapacağımız Muş alanına doğru yola koyulmuştuk. Yirmi beş gün yürüdükten sonra, bir gecenin yarısında Andok Dağı’na çıktık. Ay ışığında Şên, Berbihîv, Kozmê, Kurtîk daha bir ulu görünüyordu. Gözlerime ve yüreğime aşina dağlar karşımda duruyordu. Bir zamanlar o dağlarda durup Andok’a bakmıştım, şimdi de Andok’tan bakıyordum oralara. Suriye, Lübnan ve Irak’a gitmiş, iki yıldır geçmediğim sınır, yürümediğim yol, tırmanmadığım dağ bırakmamış ve tekrar doğup büyüdüğüm topraklara dönmüştüm. Bundan daha güzel ve insanı mutlu eden ne olabilirdi ki? Orada diz çöküp toprağı öptüm, ellerimi kaldırıp bu mutluluğu yaşattığı için Allah’a şükrettim. Eşleşen kuş sevinci yüreğimi doldurmuştu, kanatlanıp uçacak gibiydim.

O geceyi Andok’ta geçirdik. Gündüz öğleye kadar da bir çalının altında gizlendik. İkindiye doğru dağın ücra bir köşesine ilişmiş tek evlik mezraya geldik. Yaşlı bir adam kapıyı açtı. Telaşlıydı. Bir an soluklandı, sonra:

-Çok özür dilerim, sizi hemen içeri alamam, karım doğum yapıyor, lütfen biraz dışarıda kalın, doğum bittikten sora içeri gelin, diyerek bizi dışarıda tuttu.

Ter damlacıkları adamın çıplak başından alnına, oradan da yüzünün her iki yanına akıyordu. Derin soluk alış-verişleri biz iki yabancıyı kapısında görmenin telaşıyla birleşince hırıltılı bir hal almıştı.

-Tamam, siz işinize bakabilirsiniz, biz gidip samanlıkta bekleriz, dedim.

-Allah razı olsun, deyip içeri geçmeye çalışırken, arkadaşım Mazhar çantasının yan cebinden bir poşet çıkardı:

-İstersen bu ağrı kesicileri de al, karına içirirsen sancıları diner, deyip adama uzattı. Adam poşeti aldıktan sonra iki büklüm eğildi:

-Allah sizden razı olsun, belki de Allah sizi gönderdi bana, diyerek içeri geçti.

Doğum sancıları çeken kadının çığlıkları insanın yüreğini paralıyordu. Çığlıkları sessizlik, sessizliği bebek ağlaması izledi. Adam aceleyle yanımıza geldi:

-Kusura bakmayın, sizi uygunsuz bir yerde beklettim, deyip özrünü istedi. Mazhar’ın verdiği aspirinden dolayı teşekkür edip durdu. O haplar olmasaydı belik karım ölecekti, diyerek karısının ölmeden doğumu gerçekleştirmesini hapların mucizesine bağladı. Verdiğin ilaç olmasaydı maazallah, dedi defalarca.

Ama adam sevinçli görünmüyordu, yorgunluk ve hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu.

Gelip yanıma oturdu, sırtını duvara dayadı, tütün tabağından bir sigara alıp yaktı, elinin içiyle alnında biriken ter damlacıklarını sildi:

-Ne yapayım, yüce Allah onu münasip görmüş! Bir kız oldu! Valla ben erkek çocuk bekliyordum, deyip sustu.

-Allah’ın takdiri, amca! İnşallah bir başka sefere de erkek olur, deyip adamı teselli etmeye çalıştım.

-Bu yaşta mı? Bir erkek çocuğumuz olsun diye dolaşmadık ziyaret, dergâh, şeyh bırakmadık. Elden ayaktan düşsem bana kim bakacak? Kız çocuğu da Allah’ın kulu ama onlar büyüdüklerinde kocaya varıyorlar, babalarının evinde kalmıyorlar ki. Bana ev işlerinde yardımcı olacak birisi lazımdı. Neyse, galiba böyle demekle günaha giriyorum, Allah ne verdiyse o dur hayırlı olan…

Bizi içeri aldı. Başlangıçta birbirimize yabancıydık ama sohbet derinleşince, samimiyet ortamı oluştu.

Kafamda ilk icraatımı yapma fikri oluştu:

-Kızın ismini ne koymayı düşünüyorsun, diye sordum.

-Kız beklemiyordum ki ismini düşüneyim. Erkek olsaydı ismini Evdilla koyacaktım. Kız oldu. Aklında bir isim varsa sen söyle…

-Bana sorarsan Aysel olsun, deyiverdim.

Arkadaşım Mazhar:

-Bence Sakine olsun, dedi.

Aysel mi, Sakine mi tartışması başladı.

Kızı olduğu için üzülen köylü, bizim iki kadın ismi üzerine birbirimize girmemize bir anlam veremedi. Öyle durup bizi izledi. Zira ne bilecekti ki bu iki ismin hikâyesini.

Benim ve arkadaşım Mazhar’ın idolleri haline gelmiş iki isim! Diyarbakır Askeri Hapishanesi’nde direnen iki kadın militan! İki kadın direnişçi olarak efsaneleşmiş iki arkadaşımız. Ben Kürtçüyüm diyen herkesin gönlüne taht kurmuş iki kadın! İki onur! İki şeref abidesi!

Öyle ki Aysel’in mahkeme salonunda çekilmiş fotoğrafını kolye yapıp boynuna asmışım. Her seferinde bakıp, sizin direnişinize layık olacağım deyip yoluma devam ediyorum.

Kolyemi çıkarıp adama gösterdim:

-Aysel bu işte, dedim. Çantamdan Serxwebun gazetesini çıkardım, bir fotoğrafa parmağımı basıp, işte Sakine de bu, dedim. Adam iki resme iyice baktı:

-Aysel olsun, dedi.

Eh, tabii ki Aysel’i beğenecek!

Arkadaşım Mazhar:

-Ne edip edip istediğini yaptırdın, deyip baş salladı.

Ben ise çalışma yürüteceğim alanda ilk icraatımı gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Niye sevinmeyeyim ki! Aysel’in ismini bir kız çocuğa vermiştim, kendime göre bir militan kazanmıştım bile. Demem o ki, sonraki on yılların faaliyetlerine temel oluşturan bu çalışmaya Sakine’nin ismiyle başladım. Tıpkı Müslümanların her işe Allah’ın adıyla başlamaları gibi.

Bilmem anlatabildim mi?

Sevgili Selim, izin verirsen şimdi mektubuma başlayayım. İstersen önce eleştiri içermeyen tespitleriniz üzerinde durmak istiyorum.

Şemdin Sakık Şanslıdır” diyorsunuz ve ardından, “ilginç bir başlık değil mi” diye soruyorsunuz. Ve şanslı olduğum hususları sıralıyorsunuz: “Kendisinden önceki Öcalan karşıtı olan insanların uğradığı akıbete uğradı, ama öldürülemedi. Onu satan KDP yetkilisi iyi bir olanak ve iyi bir kariyer aldı; ondan dolayı köşeyi döndü. O şimdi bir G.. Hani insan satılırken, çok ucuza giderken hayıflanır ya. Bari Şemdin’in böyle bir hayıflanması yok. Kendisinin alınmasına karar verenler Yeşil gibi tecrübeli bir elemanı devreye soktular. O da işinin erbabı. Tereyağından kıl çeker gibi Şemdin’i aldı. Kaba bir direnişçilik gösterip, Kuzey Kürd tarihine ‘mert ve kahraman’ olarak geçmektense; Öcalan’ın kimyasını bozan ikinci adam olma şansını yakaladı. Ve talih karşısına Tuncer Günay gibi bir eski MHP’li Milliyetçiyi çıkardı. Çünkü en sonunda ‘Milliyetçiyi en iyi milliyetçi’ anlar hesabı gerçeklikte hayat buldu. Bu saydıklarım şanslıkları ve olumsuz da olsa kendince artılarıdır.”

 Sevgili Selim, sahiden yaşıyor muyum? Hâlâ ölmedim, ama yaşadığım da pek söylenemez. Bütün bir hayatını kurtuluşu uğruna adayan halkı, on sekiz yılını emrine verdiği örgütü, en dar gününde sahip çıkmalarını beklediği dostları ve her türlü mirası üzerinde tepinen ailesi tarafından yüzüstü bırakılmış, hatta linçlerine tabi kalmış bir kişi ne kadar yaşıyorsa, ben de o kadar yaşıyorum. Hayatını karşısında savaştığı bir gücün eline düşmüş, yaptığı ya da yapmadığı her şeyle suçlanan, cezaevinin ücra bir köşesinde bir hücreye konulan, eli kolu bağlı ama sahipsiz ve de desteksiz kalan bir kişi nasıl yaşıyorsa, ben de öyle yaşıyorum. Evet, hâlâ hayattayım, ama yaşadığımı hiç sanmıyorum. Tabi ki insanca yaşamdan söz ediyorum, yerlerde sürünen cinsinden değil.

Sevgili Selim, bu noktada küçük bir yanlışını düzeltmek istiyorum: Beni satan KDP’nin bir yetkilisi değil, Barzani’nin kendisiydi. O sözünü ettiğin yetkili bu işte bir piyon olarak kullanıldı. Sadece o mu, sanırım Sıra Baran da bu işte kullanıldı. En azından bu duruma sessiz kaldı. Türk Özel Timleri’ nin Öcalan’ın yakalanmasında ne kadar askeri rolleri varsa, Yeşil’in de beni yakalamasında o kadar rolü oldu. Öcalan’ı uçakta, beni arabada onlara teslim ettiler.

Barzani ihaneti olmasaydı, hiçbir güç ya da kişi  üstemden gelemezdi.

Satış bedelimi merak ediyorsan, onu da söyleyeyim: Habur Sınır Kapısı’nın daimi olarak açık kalması anlaşması imzalandı. Bunun yanında biraz makarnadan, birkaç çanta dolardan söz edenler de var.

Eh, bu kadarı da olur! Biliyorsun, kültürümüzde öldürülen en erkek adamın kan parası ve en bakire, en güzel, en soylu kızın başlık parası bir miktar diğerlerinden fazla olur. Ben de en savaşçıydım, satış ücretimin biraz kabarık olması doğaldır.

Başlık parası dedim de hatırıma geldi. İstersen küçük bir anımı anlatarak devam edeyim:

Tam otuz yıl önceydi. Annemden bana amcakızını istemesini söyledim. Önce kem küm etti, ardından kabul etti.

Kızı verdiler. Birkaç köylüyü yanına alıp kızı nişanlamaya gitti. Nişan takmaya gidenler, mal alıp satarcasına gece boyunca kızın baba ve annesiyle pazarlık yaptılar. Ancak sabaha doğru bir anlaşmaya varabildiler. Anlaşmaya göre, başlık parası olarak yüz elli bin lira ödenecek, erkek tarafı kıza on tane beşibirlik altın, bir sürü takı, kolye, elbise, mobilyalar ve daha bir sürü eşya çeyiz olarak alınacak, hem kız hem de erkek evindeki düğün masrafları ödenecek… Bir de kızın annesi, ben kızımı onun bunun ahırına, samanlığına göndermem, düğüne kadar mutlaka bir ev yapmalıdırlar, diyerek bu şartı da ekliyor.

Sonuç ne mi oldu? Kız hâlâ babasının evinde duruyor, hâlâ beni beklediğini söylüyor. Eh, fiyatın pahalı olursa varacağı budur.

Emin ol ki, benim ucuza ya da pahalıya satılmamın hiçbir anlamı yoktur. Hatta başlık parası nasıl ki nişanlımı evde bıraktıysa, satış fiyatımın yüksek olması bana biraz zarar verdi. Nasıl ki nişanlım otuz yıldır sırf bir başlık parası için babasının evinde kaldıysa, galiba ben de ödenen miktar kadar cezaevinde kalacağım.

Hiç merak etme, özgürlüğüme kavuşup Ankara’ya yerleşmeyeceğim, Tuncer Günay’la el ele verip Türkçülüğü yayma fırsatım olmayacak.

Ha, geçerken şunu da not edeyim. Geçenlerde Ümit Özdağ bir televizyon kanalında açıkladı. “Osman Öcalan’ı üç milyon dolara satmak istediler, Türkiye’ye böyle bir teklif getirdiler, ama Türkiye kabul etmedi. O davar kişiliği getirip de ne yapacağız?” dedi.

Onun bu sözlerini dinlerken, öyle hafiften kendimi önemsediğimi hissettim. Demek ki beş kuruş değerleri olmayanlar da varmış, dedim yalnız gönlüme.

Sanırım hayatımda yaptığım en iyi işlerden biri, ölü bir kahraman olmak istemeyişimdir. Bunu da aklımla değil, her canlıda olan yaşam güdüsüyle başardım.

Oysa karşıma çıkan herkes benden bunu istemiştin. Senin eleştirilerine ve özellikle o “bir günlük onurlu yaşamı bir ömre bedel sayarım” türündeki beylik sözüne bakılırsa sen de bu baylardan birisin.

Ama en çok da kahraman olmamı isteyen ulu önderimizdi:

1997 yılının temmuzuydu. Hazretleri beni ölüme yolcu ediyordu. Eh, ölülerin ardından birkaç ayet okumak adettendir. Uzunca bir konuşmadan sonra:

-Git Hatay’ın altını üstüne getir. Git çağdaş Che ol, nasihatinde bulundu.

-Evet, başkanım, Che olmak isterim ama yaşayan Che, dediğimde yüzünü buruşturdu. Ve başladı, benim şehitlere saygısızlık yaptığımı dökmeye:

Sen şehitleri ölülerden mi sayıyorsun? Ulan bütün şehitler benim kişiliğimde ölümsüzleşiyorlar. Esas yaşayanlar onlardır. Esas olarak sizler bu halinizle birer ölüsünüz. Sizi şehitlik mertebesine ulaştırarak ölümsüzleştiriyorum. Che’nin öldüğünü kim söylüyor, diyordu.

Oysa o ana kadar Che’nin öldüğünü biliyordum. Meğer yaşıyormuş! Gözlerim önüme aksın, ulu önderin yüksek çözümleme gücü ve öngörüsü olmazsa Che’nin yaşadığını bile bilmeyeceğim. İşte ben bu kadar aptaldım.

Neyse! İstersen biraz da ikinci adamlık sıfatı üzerinde duralım:

Bir ülke, kurum veya toplulukta en önemli kişiden sonra gelen şahıstır, ikinci adamın sözlük tanımı.

İkinci adam sıfatı Batı kültüründe var ama Doğu kültüründe yoktur. Bilinir ki, Batı’da “yardımcı”, Doğu’da “yaver” vardır. Birincisi “ikinci adam”lığa, ikincisi kuryeliğe tekabül eder. Batı’da “danışman”, Doğu’da “soytarı” ya da başka bir deyimle “dalkavuk” vardır. “Danışman” fikir, “dalkavuk” alkış üretir.

Doğu kültüründe, ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü adamların yeri olsaydı, bu kadar geri kalınmaz ve bu kadar diktatör yetişmezdi.

Örneğin, sayısız imparatorluğa tanık olan Doğu’da; firavun, hakan, çar, şah, padişah, sultan ve kralların ikinci adamları olmamıştır; zira her birisi, kendini yarı tanrı katında gördüğü için yardımcılara ihtiyaç duymamışlardır.

“Tek adam” geleneği, Rönesans’la birlikte Batı’da tümden tarihe karışırken, Doğu’da varlığını sürdürdü. İmparatorlukların enkazı üzerinde inşa edilen ulus devlet döneminde de devam etti: Gerçek anlamda yardımcısı olan bir devlet başkanına tanık olunmadı. En küçük devletin başı bile kendisini ulaşılmaz yükseklerde gördü.

Bu tekleşme hastalığı, komünist parti iktidarları döneminde daha da kronikleşti: Kolektivizmden dem vuran Stalin, Brejnev ve Mao gibi Komünist liderler “ikinci adam”ları çalıştırmak şurada kalsın, vatan haini ilan ederek tasfiyelerini sağladılar. Her birisi ölene dek “tek adam” kalmanın bütün tedbirlerini geliştirdiler.

Sosyalist partilerin Ortadoğu versiyonu Baas partileridir. Bu partilerin başındaki zatlar da ikinci, üçüncü, dördüncü adam kavramına yer vermediler:

Hafız Esat’ın “ikinci adam”ı var mıydı? Hayır. O öldüğünde yerine oğlu Beşar geçti.

Kral Hüseyin’in yardımcısı var mıydı? Hayır. O da öldüğünde yerine oğlu Abdullah geçti.

Kırk yıldır Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek’in yardımcısı var mı? Hayır. O öldüğü gün yerine oğlu, oğlu yoksa en yakın akrabası geçecek.

Saddam Hüseyin’in “ikinci adam”ı var mıydı? Hayır. O iktidardayken ölseydi yerine oğlu geçecekti.

Haydar Aliyev’in yardımcısı var mıydı? Hayır. O öldüğü günde yerine oğlu İlham geçti.

Bırakalım “ikinci adam” lara tahammül etmeyi, adam olana bile tahammül edemediler. “Ben de varım” diyeni anında vurdular.

Türkiye; Doğu-Batı arasına bir köprü ve cumhuriyet devrimleri sayesinde Batı kültüründen esinlenmiş bir ülke olabilir ama yine de bir Doğu ülkesidir. Doğu kültürünün bütün etkilerini yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 80 yıllık tarihine baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk-İsmet İnönü, Recep Tayip Erdoğan-Abdullah Gül örneği dışında “ikinci adam” la çalışan “birinci adam” örneklerine rastlanamaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün “ikinci adam” yaşatma ve çalıştırma kültürünü Selanik’te aldığı eğitimle kazandığını biliyoruz.

Türkiye’nin Doğusu ise daha çok doğuludur: En küçük sosyal birim olan ailenin bir reisi vardır, o da erkektir. Kadın ve çocuklara yardımcı gözüyle bakılmaz. En küçük yerleşim birimi köydür, köyün bir ağası vardır ama yarım ağa yoktur. Ağa dışındaki herkes aynı ölçüde köylüdür. Köylü toplumunun örgütlenme biçimi aşirettir. Aşiretin bir reisi vardır. Reis dışında kalan herkes aynı ölçüde aşiret üyesidir. Tarikatın şeyhi vardır. Şeyh tektir. Şeyh dışında kalan herkes mürittir. Çetenin elebaşı vardır. Elebaşı dışında kalan herkes tetikçidir. Mafyanın babası vardır. Baba dışında kalan herkes piyondur.

Çağdışı ya da yasadışı örgütlenmelerde ikinci, üçüncü adamların esamisi yoktur.

Toplumumuzun yarattığı tapmacı kişilik tipleri arasında, birinci adama rağmen söz söyleyen ve adım atan birey çıkmaz. “ikinci adam” olarak lanse edilen her birey aslında “birinci adam”ın yalakasıdır. Kişiliğinde yalakalığa yer olmayanların “ikinci adam” olma şansı yoktur.

80 yıllık demokrasi deneyimine rağmen, bu ülkede “ikinci adam” çalıştıran liderlerin sayısı sadece ikiyle sınırlıysa; Urfa’nın ücra bir köyünden gelmiş, eğitimini tamamlayamamış, hiçbir konuda ihtisas yapmamış, şiddet kültürüne boğulmuş, buna rağmen kendisini insanüstü ve hatta tanrı katında gören yoksul bir köylünün “ikinci adam” kavramına tahammül etmesini düşünebilir misin? Hayır düşünülemezsin. Hep “ben, ben, ben ve yine ben” diyen Öcalan’ın “ikinci adam” yetiştirmesi ya da çalıştırması beklenemez. Bazen tanrı, bazen yarı-tanrı, bazen peygamberlerin toplamı, bazen insanlığın kurtarıcısı olduğunu sanan, bu sanıya şiddetle inanan, bu inancını her yerde ilan eden hasta bir kişilik “ikinci adam”a ihtiyaç duymaz. “Ben insanüstüyüm”, “ben bilim üstüyüm”, “Ben kitap üstüyüm” diyen biri, başkasının düşünce beyan etmesine gerek duymaz. Değil “ikinci adam“a, “ikinci adam”ın hayaline bile katlanmaz. Dikkat edin, “ikinci adam” çıkmasın diye yüzlerce arkadaşını işkenceden geçiren, kurşuna dizen, komplolara kurban eden bir kişilikten söz ediyoruz.

Haydi diyelim bir mucize gerçekleşti de Öcalan görüntüyü kurtarmak adına bir-iki yardımcı atamak istedi. Peki, örgüt içinde o kadar aptal, kalitesiz, kişiliksiz, dalkavuk ve mürit varken; en azından kişiliğini korumaya devam eden, yeri geldiğinde bildiğini okuyan, kafa tutan Şemdin Sakık’ı “ikinci adam” ataması düşünebilir mi? Etrafında, o kadar bir dediğini iki yapmayan eski arkadaşı varken, her an örgütten ayrılmaya hazır ve her iki-üç yılda bir soruşturmaya alınıp suçlanan Şemdin Sakık “ikinci adam” yapılır mı? Hayır. Kesinlikle hayır. Örgütün “ikinci adam”ı olmak için en son sırada olandım.

Bu konuda gerçek şudur: Öcalan’ın ikinci, üçüncü adamları yoktu, hatta adamları bile yoktu. “İkinci adam” ları yerine; “soytarı” ları, “hizmetçi” leri ve “dalkavuk”ları vardı. “Soytarı” ve “hizmetçi“lik görevi kadınlara, “dalkavuk“luk görevi erkeklere verilmişti. Kerameti kendinde menkul Öcalan’a “danışman“lık yapmamıza bile ihtiyaç duyulmamıştı.

Örgüt içinde ne ben, ne de bir başkası “ikinci adam” oldu; zira mensubu olduğum örgüt, “Apocular” ismiyle ortaya çıkmış ve son ana kadar tek kişinin örgütü olarak kalmıştı. Bu oluşumda “ikinci adam” kurumu olmadığı gibi, böyle bir söylemde bulunmak bile kendi başına bir suçtu. Hatta lider dediğimiz kişiye benzer hareketlerde bulunmak, “Parti Önderliğini taklit ediyor, yerine göz dikmiş” değerlendirmesine ve o kişinin sert bir biçimde cezalandırılmasına neden olunuyordu. Hep “ben” kelimesini kullandığı için, bu hitap tarzı militanlara yasaklanmış; “ben” yerine “biz” demek zorunda bırakılmışlardı.

PKK; Öcalan’ın ailesi, çiftliği, aşireti, çetesi, tarikatı ve mafya şebekesiydi. Kendisini “tek adam” sanan birisi vardı ama kesinlikle “ikinci adam” yoktu: Bir tane “bir” ve sayısız “sıfır“lar vardı, “yarım adam”lar bile yoktu.

Bana sorarsan matematikte esas olan “bir” ve “sıfır” sayılarıdır. Diğerleri bu sayıların türevleridirler. PKK’de de bir tane “bir” ve sayısız sıfırlar vardı.

Ve söylüyorum, “PKK de ikinci, üçüncü adamlar var” demek, PKK’ye hak etmediği sıfatlar yakıştırmaktır. Kendisini “Apocular” olarak nitelendiren bu oluşumda “ikinci adam” lar hiç olmadı.

Belki inanmazsınız ama yine de belirtmek istiyorum: Televizyon ekranlarına yansıyan o meşhur karın kaşıma, eğitim ve soruşturma adı altında bizi azarlama sahneleri dışında; Öcalan’la baş başa kalmışlığımın toplamı günler değil saatlerdir. Öcalan’la baş başa kalmışlığım, röportaj yapmak üzere gelen Fatih Altaylı ve diğer gazetecilerin kalmışlıklarından daha fazla değildir. Röportajını kitaplaştırıp Türkiye kamuoyu’na Türk-Kürt kardeşliği olarak sunan Doğu Perinçek, neredeyse her yıl Şam’a uğrayıp haftalarca kalan ve bütün bu süre boyunca Öcalan’la sohbet eden ve her seferinde “kardeşim” dediğinde akan suları durduran Yalçın Küçük, Öcalan’la “Büyük Ortadoğu İmparatorluğu’nun” projelerini geliştiren Mihri Belli, Öcalan’la röportaj yapmak üzere kuyruğa giren gazeteciler ve onu öven kitaplar kaleme alan yazarların hiç birisi kadar Öcalan’a yakın olmadım.

Sevgili Selim, bütün bunları hem sorguda hem de mahkemede söyledim. Ama bir türlü onları ikna edemedim. Beni ele geçirmiş olmanın zaferini abartmak için “ikinci adam” dediler, başka bir şey söylemediler. Baktım ki olmuyor, sonunda şunu söyledim: Eğer sizin ikinci adamlığınızdan kastınız PKK oluşumuysa, kesinlikle dokuzuncu, onuncu sırada bile gelmem. Hatta hiç PKK’li olmadım diyebilirim. Ama eğer Silahlı Mücadele’nin geliştirilmesindeki rolümü baz alıyorsanız, o zaman da ben ikinci adam değil, birinci adamım. Silahlı mücadele söz konusu olduğunda ben Öcalan’dan değil, Öcalan ve yardımcıları benden görüş alırlardı.”

Bu görüşüm geçerliliğini hâlâ sürdürüyor. İkinci adam olma derdim hiç olmadı ve şimdi de hiç yoktur. Hatta bana kalırsa ikinci adamlık inek bokundan farksızdır.

Ama Öcalan’ın kimyasını bozma şansı yakaladığım için mutluyum. Neden mi? nedenini sen de benim kadar biliyorsun. Onlarca yardımcısını hunharca katleden birinin kimyasını bozmak, tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmak aynı zamanda yüce adaletin bir gereğidir de.

“Apo” isimli kitabımı okuduğunu anlıyorum. Nitekim “Öcalan hakkındaki değerlendirmeleri çok güzel, yerinde ve isabetli” cümlesini düşmüşsün. Ve tabii ki devam etmişsin: “Yalnız bunu yaparken, kendisini zaman zaman üçüncü tekil şahısla sınırlı tutuyor. Tarafları sayıyor ama TC Devletini çok ama çok kayırıyor.

 En önemlisi de kendisinin, Ömer Çetin’in ve Abdullah Öcalan’ın savunma mantığının aynılığını görmüyor veya görse de bunu dile getirmiyor. Bu kadar yeterli! Ama bana göre onun ve onun gibi hepimizin, yani Öcalan teşkilatında çalışanların her birinin hayatı korkunç trajedilerle dolu. Ben onu Maksim GORKİ’nin bir Halk Düşmanı romanı, kahramanına benzettim. Bizim bir Gorki’miz de yok ki; Matyem Kojemyakin’lerimizi, Halk Düşmanı’larımızı yazsın. Kendimiz yazsak bile nalıncı keseri gibi biraz kendimize doğru yontarız hep. PKK saflarında karşılaşmadığım insanlardan biri de Şemdin SAKIK’tır. Ama hakkında çok şeyler duydum. Okudum ve ilk günden bu güne gerek hakkında yazılan, gerek kendisinin yazdığı APO ve Şemdin Sakık’tan Mektuplar kitabını okudum. Tuncer Günay gibi birini bulması onun açısından gerçekten bir şans. Bize bu da nasip olamadı. Bir ara eski bir MHP’li yazar/Gazteci ile tanıştım. Epey yazıştık. Ama benim MHP’li Özel Tim komutanı çıktı. Ve Kürd Gerillaların kulaklarını kestiğini söyleyince; resmen ondan tiksindim. Bir anda yazışmaya son verdim ve bir daha asla özellikle MHP’li ve Özel Tim’de görev yapan birinin adını anmak istemedim. Hala adı geçtiğinde kusacak kadar tiksinti duyarım…”

 Sevgili Selim, nihayetinde bir hücredeyim. İstediğim, ya da istediğin her şeyi yapamam ki! Biliyorsun, ben bir askerim. Kafam askerce çalışır. Asker yapabildiğini önüne koyar, yani her zaman gerçekçi davranır. Zira gücünü abarttığı anda kaybeder. Askerlikte kaybetmek başka bir alanda kaybetmeye benzemez. Kaybeden gider, yani hayatını kaybeder. Bundan dolayı olmalı ki hep tosbağa yürüyüşünü benimsedim. Hani tosbağaya niye bu kadar yavaş yürüyorsun diye sorar ve “hızlı yürürsem düşerim, düşersem bir daha kalkamam cevabı var ya! İşte söz her zaman yürüyüşümü belirler.

Tümüyle bilinçli olarak enerjimi Öcalan kişiliksizliğini ortaya koymaya verdim. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, bana belki de tarihte benzeri az bulunan bir haksızlık yaptı. On sekiz yıldan sonra, emeğime konup beni ölüme sürdü. İkincisi ise, bulunduğu İmralı’da bile Kürtlerden intikam almaya devametti. Bir yetikli, “Apo’nun İmralı’da sergilediği davranışların ses kayıtlarını ve kamera görüntülerini kamuoyuna sunarsak, Kürtler onun yüzüne tükürmek için sıraya girecekler” diyordu. Orada dönen dolapların farkında olduğum için, her şeyi bir tarafa bırakıp o zatla uğraşmak zorunda kaldım. Bu tutumum kimine göre büyük bir ihanet örneği sayılabilir, ama tarih bu çalışmanın Kürtlere büyük bir hizmet olduğunu ortaya koyacaktır.

Yoksa “başkandır, ne yaparsa yeridir” demem mi gerekiyordu? İşin esasını bırakıp şuna buna siz hata yaptınız, haksız davrandınız mı diyeceğim. Böyle basit hatalar yapmayacak kadar akıllandığımı sanıyorum.

Burada hangi koşullarda tutulduğumu, yazılarımın hangi aşamalardan geçtikten sonra dışarı çıktığını bilseydin, “tek taraflı” davranıyor demezdin. Örneğin, mektuplarımı önce okuma komisyonu okuyor. Ardından cezaevi müdürü inceliyor ve ardından Adalet Bakanlığı’na gönderiyorlar. Ortalama bir hafta sonra mektubu dışarı gönderebileceğim izni çıkıyor. Bazı mektuplarıma ise izin verilmiyor.

Neden mi? Onu ben de bilmiyorum. Bu hususta aklımın ermediği nokta şudur: Abdullah Öcalan’ın avukat görüşmesi Çarşamba günleri oluyor. Ya Çarşamba günü akşama doğru ya da Perşembe günü sabah bütün bu konuşmalar Kandil’e aktarılıyor. Konuşmalar Kandilde değerlendirildikten sonra Cuma günleri radyo, televizyon, internet ve gazetelerde yayınlanıyor. Ama benim sadece duygularımı yansıtan, sağdan soldan yardım talepleri içeren mektuplarım ya bir hafta sonra gönderiliyor ya da sakıncalıdır denilerek alıkonuluyor. Oysa ne telefon görüşmesi yapacak ne de ziyaretime gelecek birisi var. Dış bağlantım üç beş dosta gönderdiğim mektuplarla sınırlıdır. Zaten bazı mektuplarım da yolda kayboluyor… Galiba Öcalan büyük direnişçi, Şemdin Sakık büyük hain olduğu için böyle oluyor. Öyle ya, büyük direnişçilerin görüşleri zamanın hışmına uğramadan, fırından çıkan ekmeğin tazeliğiyle piyasaya sunulmalı ki değerinden bir şey yitirmesin. Benim gibi hainlerin görüşü kamuoyuna sunulmasa da olur.

Burada zor günler yaşadığım bir süreçte, eski bir ağabeyimizdir, ona bakarak bu yola çıktık, belki bir yol gösterir, biraz yardımcı olur, düşüncesiyle Ömer Çetin’e bir mektup yazdım. Mektubun kendisine ulaştığını duydum, ama bir cevap vermedi. Zikri bu olduktan sonra, ifadesinin şöyle ya da böyle olması ne anlam ifade eder ki!

Ama burada biraz da gerçekçi olmak gerekmiyor mu? Bence bir insanın politika yapmaya hakkı olduğu gibi, politikadan çekilmeye de hakkı olmalıdır. Politikadan çekildiği için insanlar suçlanmamalıdır.

Hayatımın trajediler silsilesi olduğu gerçeği çok doğru. Sadece dağlarda geçen on sekiz yıl, sadece hücrede geçen on yıl değil, gözlerimi dünyaya açtığımdan beri trajedi üstüne trajedi yaşıyorum. Öyle büyük acılar, sıkıntılar yaşadım ki, şu anda Tanrı kelama gelse, “istersen seni ölümden sonra yeniden hayata döndürebilirim, sana böyle bir iyilik yapabilirim, ama eski hayatının aynısını yaşayacaksın” dese asla kabul etmem. Tanrı öyle bir yaşamı sadece dostlarımın değil, düşmanlarımın başına bile getirmesin. Tabii ki Öcalan’ı dışarıda tutuyorum. O daha beterini de hak etmiş bir zalimdir.

Gorki’nin “Halk Düşmanı” romanını okumadım. Ancak bu yazarın birkaç kitabını okumuştum, vakti zamanında. O zaman romanlarını mükemmel görmüştüm. Zira insanları iki ayrı sınıfa ayıran, insanı değil sınıfları esas alan sosyalist yaklaşımımıza uygun düşüyorlardı. Ama şimdi biraz farklı düşünüyorum. Bana sorarsan Gorki beni yazamaz. Zira o insanla değil, sınıfla ilgili bir yazardır. O insanın değil sosyalizmin yazarıydı. Beni olsa olsa Sefiller’in yazarı Viktor Hugo ya da Dostoyeviski yazabilir. Çünkü sadece onlar acının ne demek olduğunu bilirler. Ama onlar da şimdi yoklar.

Beni bir de ben yazabilirdim. Ama kalemim yeterince güçlü değildir. Kaleminden çıkan cümleler hoşuma gidiyor, ama bakıyorum ki sen de kalemini şunu bunu suçlamakta, şunu bunu kırmakta kullanmaya başlamışsın.

Sevgili Selim, siz beni halk kahramanı ve halk düşmanı ilan ettiniz. Benim bu sıfatların yakıştırılmasında bir talebim olmadı. Dağdayken silahlı mücadelenin, hücremde ise barışın gereklerini yerine getirmeye çalıştım. Bütün yaptıklarım bundan ibaretti. Dolayısıyla ne halk kahramanı, ne de halk düşmanı olacak bir pratiğim oldu.

Şimdi gelelim Tuncer Bey’le buluşmama:

Bu beyefendi, Bingöl’de öğretmenlik görevi yaparken bizimkilerin saldırısına uğramış, arkadaşları can verirlerken kendisi ağır yaralı olarak kurtulmuş biridir. “Apo” kitabını okumuş, o da senin gibi kitabı beğenmiş, ardından beni kutlamak için bir mektup gönderdi. Ben de mektubuna cevap verdim. Yani anlayacağın hem onun mektup göndermesinde hem de benim cevap yazmamda öyle düşündüğün gibi derin bir plan yoktu. Ki böyle bir planı olsaydı, 2004’te değil, Türkiye’ye getirilip cezaevine konulduğum altı yıl öncesinde beni arardı. Onun beni aramasında siyasi mülahazaların rolü olabilir, ama insani yaklaşımın etkisinin ağır bastığını düşünüyorum. Kaldı ki hepimiz şu ya da bu ölçüde siyasal yaklaşırız.

Derken mektuplaşmalarımız sürdü. Hayatını anlatan kitaplarını okudum. Ve gördüm ki, o da en az benim kadar acı çekmiş bir insan. Ve yine gördüm ki, ben ne kadar Kürt milliyetçisiysem, o da o kadar Türk milliyetçisidir.

Kaldı ki onun bana değil, benim ona ihtiyacım vardı.

Ve devam ediyorsunuz:

“Bir Türk Milliyetçisi ile eski bir Kürt Milliyetçisinin aylarca mektuplaşarak… Bir yıl önce ıssız bir yerde rastlasam, hiç tereddüt etmeden vuracak kadar nefret ettiğim eski PKK’lı ve Kürtçü Şemdin Sakık hakkında yanıldığımı gördüm. Diyor hazret. Yani hayret. Peki, sen nasıl gazetecisin? Nasıl yazarsın? Hadi diyelim ki, gördün ve çekip vurdun Şemdin’i. Peki ölüler konuşur mu? Ona Özür dilerim, senin böyle olmadığını bilmiyordum, diyerek onu geri getirebilir misin? Demek sen ne gazeteci ne yazar ne de insansın, bana göre. Ve hala da o düşüncenden vazgeçmiş değilsin. Sana göre en iyi Kürd ölü Kürd’tür. Hay sana da, sana sevgili kardeşim diyen Şemdin’e de.”

Şimdi burada dur.

Be insaf, mektuplaştığım insana “sevgili” dememi bile yadırgamışsın. Ya adam, bu insana “ulan” diye mi hitap edecektim. Seni anlıyorum. Sen de PKK’nin bir yetiştirmesisin. Her ne kadar Apo’ya ters düşmüş olsan da, hâlâ hayalindeki PKK’yi arıyorsun. Hem de PKK denilen şeyin Apo olduğunu bilmeyen bir gafletle.

Cezaevine yeni düşmüştüm. Doğal olarak bazı ihtiyaçlarım için cezaevi idaresine dilekçe yazıyordum. Yazdığım dilekçeleri, “gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim” cümlesiyle bitirirdim. Ve bir de baktım ki, dışarıda bu cümleyi bile bana karşı kullanmışlar. “Alçaklığın bu kadara da olmaz ki! Daha düne kadar savaştığı devletin memuruna saygılarını diziyor” demişler.

Bir dönem aynı mantıkta bir müdür tarafından yönetildik. O da, “Şemdin Bey” diye hitap eden personele dava açmış. Ve daha sonraları, “Sayın Öcalan” kelimesi yasaklandı. Öcalan için “sayın” sıfatı kullanan Kürt siyasetçiler hapisle cezalandırıldılar.

Bir ara Öcalan’a bir mektup yazdım. Mektuptan çok kullanacağım hitap sıfatını tespit etmek beni zorladı. Zira “sayın” desem ceza alacağım, “teröristbaşı” demek ise hem kendime hakaret, hem de terbiyeme aykırıydı. Düşündüm ve sonunda, “Abdullah Bey” sıfatı buldum. O bulunduğu İmralı’da, her avukat görüşmesinde beni “alçak Şemdin” olarak anarken, ben edebim gereği ona “Abdullah Bey” diye hitap ettim. Mektubumu yazıp gönderdim. Mektup basına yansıdı. Bir köşe yazarı, “sayın kelimesini kullanmanın cezasını biliyoruz, ya bey demenin?” türünde bir cümle kurmuştu.

Şimdi sen de dolaylı olarak beni, Tuncer Bey’e, “sevgili Tuncer” olarak hitap ettiğim için eleştiriyorsun. Hem de dalga geçercesine! Ama ben, bütün bu kırıcı eleştiri ve hatta hakaretlerine rağmen sana da “Sevgili Selim” diye hitap etim. Hem de öyle laf olsun değil, içimden geldiği için bu sıfatla sana hitap ettim.

Tuncer Bey’i anarken, bilerek MHP’li sıfatı kullanıyorsun. Evet, eskiden MHP’liymiş. Ama yıllar önce yolları ayrılmış. Senin ve benim PKK’den ayrılmaya hakkımızın olduğu gibi, onun da MHP’den ayrılmaya hakkı yok mudur?

O kadar Tuncer Bey’le olan ilişkimizle ilgiliysen, biraz da onun insani yönüne bakmanı salık veririm.

Bu ilişki seni rahatsız ettiği gibi, burada da bazı insanları rahatsız etti. Kimisi, ya o adam MHP’lidir, onunla ilişki geliştirmek sana Kürtler nezrinde puan kaybettirir, kimisi o senin ismini kullanarak meşrulaşmak istiyor, kimisi yazı ve kitaplarını satarak para kazanmak istiyor, dedi. Ne gariptir ki, aynı uyarılar kendisine de gelmiş. MHP çevreleri onu hainlikle suçlamışlar.

Sanırım Tuncer Bey’e ölü severlik konusunda yaptığın eleştiri biraz haksızca! Çünkü bu ülkede Sadece Tuncer Bey’de değil, neredeyse herkeste ölü severlik vardır. Sadece en iyi Kürt iyi Kürt değildir, aynı zamanda en iyi Türk de iyi Türk sayılır. Niye itiraf etmiyoruz? Bu duygu belki de bizde daha çok vardır. Kendini yoklasan sende de olduğunu göreceksin. Sen de yazılarında durmadan Kemal’ i, Mazlum’ u, Hayri ‘yi övüp durmuştun. Bizi şekillendiren örgütün bu konudaki yaklaşımı zaten biliniyor. Adam ölürse büyük kahramandır, yaşarsa büyük haindir.

Bizim bir Dişsiz Mahmut vardı, “aman arkadaşlar elinizi çabuk tutun, çabuk ölmeye bakın, yaksa ihanetçi ilan edilmeniz an meselesidir” diyordu. Ve zaten elini çabuk tutup gitti.

Sanırım bu konunun toplumsal derinliğini ortaya koymam için ailemden de söz etmem gerekecek:

(1 ) Hasan Çürükkaya, Adana ticari ilimler akademisi mezunu, Bingöl’ün Siwan mıntıkasında Gerilla komutanıyken, Türk ordusu ve köy korucularının pususuna düşerek çatışmada yaşamını yitirdi.

( 2 ) Ömer Çürükkaya: Fırat üniversitesi mimarlık muhendislik bölümü öğrencisiyken Dersim dağlarına çıkarak Gerilla hareketine katıldı. On yıl buralarda Gerilla komutanlığı yaptı. Karlı bir kışta Türk ordusunun Ali boğazı olarak bilinen mıntıkaya düzenlediği bir baskın sonucu yaşamını yitirdi.

( 3 ) Sait Çürükkaya. Çukurova Tıp fakültesi öğrencisi iken dağa çıktı, yaklaşık olarak 12 yıl Kürdistan’ın pek çok alanında gerilla komutanlığı yaptı.2002 tarihinde kamuoyuna deklere ettiği açıklamada sıraladığı gerekçelerden dolayı örgütten ayrıldı.

( 4 ) Aysel Çürükkaya: Öğretmen okulu mezunu, Selim Çürükkayanın eşi, altı yıl Diyarbakır zindanında tutuklu olarak kaldı. tahliye olunca Kürdistan dağlarına gerilla olarak çıktı. 1993 yılında Selim Çürükkaya’ nın Apo’ nun Ayetleri adlı kitabında izah ettiği nedenlerden dolayı örgütten ayrıldı.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu