Röportaj

Baş kaldırdım

İlk ki­taplar sosyalizm, diyalektik materyalizm ve ulusal sorun üze­rineydi. Bunları okudum, dünya devrimci pratiklerini işleyen kitapları okudum, bunları okudukça etkileniyordum.

Sayın Necdet Buldan Geçen yıl Sayın Aysel Çürükkaya ile
Uzun bir röportaj yaptı.
Bu röportaj Doz yayın evi tarafından “PKK de
kadın olmak”
adını taşıyan kitapta yayınlandı.
Biz o röportajı yayınlıyoruz.  Aysel Çürükkaya: 1958’de Dersim ‘in bir köyünde doğdum. Alevi kültüründen geliyorum.
Alevi kültürü gereği aile içinde demokratik, hüma­nist bir tarzda büyüdüm.
İlk, orta ve Öğretmen Okulunu Der­sim’de bitirdim. Yedi kardeşin en büyüğüyüm.
Dört kız, üç er­kek kardeşiz. Küçüklüğümde hep öne çıkarılan, hep değer ve­rilen,
istediğini yaptıran bir şekilde büyüdüm. Orta halliydik, babam memurdu.
Okullar tatil olduğunda köye gider, tarlada, bağda, bahçede çalışırdık, davar güderdik.

Dolayısıyla yaşan­tım köy ve kent arasında gidip gelmekle geçti.
Yani on altı ya­şıma kadar yaşantım dağ ile kent arasında geçti, diyebilirim.

Bu döneme kadar kendi halinde, kendi çevresiyle ilişkili bir yaşantım vardı..
Mahalle içinde genç kızlarla genç erkek­lerin buluşmaları, ilişkileri konusunda
ailem tutucuydu.

Bu nedenle çevreyle yakın ilişki kurmamıza, arkadaşlık
yapma­mıza izin verilmezdi. On altı yaşıma kadar çok samimi oldu­ğum kız
arkadaşlarım bile yoktu. Çünkü onlarla sıkı bir arka­daşlık kurarsam babamın
tepkisini çekecektim. Çevremizdeki kız arkadaşlar hakkında yerli / yersiz dedikodular yayılırdı,
bundan dolayı babam müsaade etmezdi. Bu nedenle ağırbaşlı, aile­sine bağlı bir kız
olarak tanınırdım çevrede. Öğretmen Okulu­na sınavla öğrenci alınırdı, çevreden
gelen erkek öğrenciler yatılı, biz kızlar ise gündüzlüydük. Geçmişte Kürtlükle ilgili
nenelerimizin, dedelerimizin anlattığı bazı hikayeler vardı. Fakat o zamanlar bunlara
fazla bir anlam vermezdim. Dersim katliamıyla ilgili ağıtlar dinler etkilenirdim,
ama ne anlama geldiğini fazla bilmezdim.

Öğretmen okuluna başlayıncaya kadar bir kitap, hatta çiz­gi roman bile okumamıştım.
Hatırlıyorum, o döneme kadar bir veya iki kez sinemaya gitmiştim, genelde
Yılmaz Gü­ney’in filmleriydi onlar da. Kendi içinde demokrat, sevgiyle ama dışa
dönük tutucu bir şekilde büyütüldük. “İnsanı kötü yola düşüren arkadaştır
anlayışıyla babam, hep korumaya çalıştı bizi. Hiç bir siyasal gelişmeyi bilmiyordum,
dünya devrimleri falan bana hep uzaktı. İbrahim Kaypakkaya olayı­nı duymuştum,
Ali Haydar’ın (soyadını hatırlamıyorum) öl­dürüldükten sonra bir arabanın arkasına
bağlanarak sokaklar­ da dolaştırıldığını duymuştum, bu beni çok korkutmuştu.
De­niz Gezmişler’in asıldığı dönem ben çocuktum. Babam rad­yodan onların idam
edildiğini duyduğunda ağladı, sordum. Kim bu Deniz Gezmiş diye bana pek bir
açıklama yapmadan konuyu kapattı. O günlerden hafızama yerleşenler bunlar ama neden,
niçinleri ne kendime sormuştum, ne de başkalarına.

Fakat Öğretmen okuluna başladığımda insanların sosyali­zimden,
diyalektikten söz ettiklerini ve bazılarının tartıştığını görüyordum.
Bu tartışmalar beni de etkiledi. Bazı arkadaşla­rın bana kitaplar verdiğini hatırlıyorum.
Bu okulda önce sınıf arkadaşım, sonra eşim olacak insanla tanıştım.
Kendisine aşık oldum. Aşık olmakla kalmadım siyasi hayatım da başladı.
Bu nedenle kadın olduğum için veya ezildiğim için, siyasal, kültürel veya sosyolojik
nedenlerle siyasetle tanıştığımı söyleye­mem.
Aşık olduğum arkadaşım bana kitaplar veriyordu.

İlk ki­taplar sosyalizm, diyalektik materyalizm ve ulusal sorun üze­rineydi.
Bunları okudum, dünya devrimci pratiklerini işleyen kitapları okudum,
bunları okudukça etkileniyordum. Kürdis­tan sorunu tartışılıyordu.
Kafama da soru işaretleri takılmaya başladı. Ben kimim, biz kimiz?
Sorularını sormaya başladım. Bu soruların yanıtlarını buldukça köyümde anlatılan
38 isya­nının nedenlerini, tanıkların anlattıklarını daha iyi kavramaya başladım.
Bunlarla kendi kimliğime yöneldim. Bilinç olarak, kültür olarak fazla gelişkin değildim,
bunun etkisinde kitapla­ra saldırıyordum. O dönemin ünlü romanları
Direnme Savaşı, Kızıl Kayalar, Ve Çeliğe Su Verildi gibi kitapları okudum.
Son­ra ulusal sorunla ilgili kitaplar ilgimi çekti, ulusların kendi ka­derlerini tayin
hakkı ile ilgili kitapları okudukça, bunları tartış­tıkça veya tartışmaları
dinledikçe Kürt olduğumu, ülkemin Kürdistan olduğunu anlamaya başladım.
Bilmenin ve öğren­menin açlığını çekiyordum. Okulda çeşitli siyasi gruplar var­dı.
Türkiye solunun deyimiyle UKOCU’ denilen ama kendile­rini
“Kürdistan Devrimcileri” olarak tanımlayan bir grup var­dı, Halkın Kurtuluşu,
Halkın Yolu falan vardı bunların tartış­malarına tanık oluyordum.

Hepsinin devrimci olduklarını, ara­larında bir fark olmadığını sanıyordum.
Bilinçsizce Halkın Kurtuluşu taraftarı (HK) oldum.
Taze bir beyin, başkaları tara­fından yönlendiriliyorsun,
kendine özgü görüşün yok, bu ne­denle HK’li oldum.
O aşık olduğum insana demiştim “bi­zim siyasi görüşlerimiz ayrıdır,
iplerimizi koparalım”
diye. Kendisi Kürdistan Devrimcileri denilen gruptandı.
Okul çok hareketli, ders yok sadece siyasi grupların tartışmaları var.
Ve bir gün büyük bir kavga çıktı; o günlerin tabiriyle Türk solu ile Kürdistan
Devrimcileri arasında.

Türk solu, Sünnilerin Alevi­leri dövdüğünü söylüyordu.
Kürdistan Devrimcilerinden Cu­ma (1) Tak, Seyfettin Zoğurlu (2) gibi arkadaşlar
benimle konuştular. Yanlış yolda olduğumu, Kürt olduğumu, atalarımın,
dedeleri­min nasıl yakıldıklarını bildiğimi, buna rağmen nasıl Türk so­lundan
bir grupla olduğumu sordular. Tartıştılar benimle, beni ikna ettiler ve bundan
sonra Kürdistan Devrimcileri olarak bi­linen grubun içinde yer aldım.
Bilinçli bir araştırma sonucu değil, çocukluğumdan beri duyduğum
ve yüreğimi yaralayan olaylara hitap ediyorlardı. Okudukça, öğrendikçe
bu gruba il­gim artıyordu. Tabii burada aşk da belirleyiciydi.
Okul kapa­tıldı, daha sonra hızlandırılmış eğitimle okulu bitirdik.
Ve işte o aşık olduğum arkadaşım yani Selim Çürükkaya ile evlen­dim.
Evlenmeden önce de hareketli olmuştum,
evlendikten sonra bilfiil siyasetin içine girdim.

O dönemin Dersim’inde, bir kızın profesyonel devrimcilik yapmasıyla
oruspuluk yapması arasında bir fark görülmüyor­du.
Devletin de baskısı vardı, ailemin de. Her an aile ile çatış­ma içindeydim.
Seçtiğim yolun doğru olmadığını, çok tehli­keli şeylerle uğraştığımı,
aklımı başıma almam gerektiğini söylüyorlardı. Ama artık ben inanmıştım,
kimse beni bu yol­dan döndüremezdi.

Çocukluğumdan bu yana inandığımı yap­mak gibi bir huyum var.
Çevremin, ailenin ve aşiretin tüm muhalefetine rağmen
devrimciliğe başladım. Babamın evinde inandığım davayı
özgürce savunmamın olanakları yoktu.

Doğduğum zaman dedem beni amcamın oğluyla beşik kert­mesi yapmış.
Selim ‘le evlenmekle ailemi, törelerini karşıma almıştım. Ben Aleviydim, o ise Sünni.
Bir Alevi kızın Sünni bir gençle evlenmesi de ayrı sorundu.
Bir bayanın erkeklerle beraber hareket etmesi ayrıca yoğun
tepkilere neden oluyor­du. Onlara göre devrimcilik de erkeklerin işiydi.
Babam her zaman bana şunu söylerdi:

“Ortaokula kadar iffetli olduğun için herkes seni parmakla gösteriyordu,
ama Öğretmen Okulu­na başladıktan sonra da seni lanetlenecek biri olarak gösteri­yorlar’.
Namusumuzu lekeledin, başımızı öne eğdin vs.”

Yani 1974-75’lerde Dersimde büyük bir olay olmuştu benim bu tavrım.
1978’de evlendim ve Bingöl’e geldim, eşim oralıydı.

Artık toplumu değiştirmek gibi bir iddiam vardı.
Baba evindeyken olan kısıtlamaların tamamı ortadan kalkmış,
özgür olmuştum. İdeallerimi paylaşan bir eşim vardı.
Kendimi daha donanımlı görüyordum.
Artık siyasi çalışmalarda aktif ve sorumlu düzeydeydim.
Ülkem Kürdistandır, ben bir Kür­düm,
Kürtler’in bağımsızlığı için örgütlü olmamız bilincine varmıştım.
Belki siyasal anlamda dünyayı değerlendirecek bi­lincim yoktu,
ama sömürge Kürdistan’ın kurtulması gerekti­ğine inanıyordum.

Böyle bir dönemde 1979’un Eylül ayında Mazlum Doğan’,(3)
Yıldırım Merkit (4) ve şoförümüz Hacı ile Urfa – Mardin yol ayırımında yakalandım.
Sorgulamada bana yapılan işken­celeri bu güne kadar hiç anlatmadım.
Korkunç bir işkence yaptılar. Sahte kimlikle yakalanmıştım ama bizimle
beraber örgütün önemli dökümanları ele geçmişti.

Ele geçen dökü­manlar PKK’ nındi. Buna rağmen bana bir şey kabul ettireme­diler, çözülmedim, bunlar mahkeme dosyalarımda da vardır. Onlara göre en zayıf halka bendim, bayandım işkenceye da­yanam ve dehşet bir işkence yaptılar. Alnım ak, başım dik olarak tutuklandım. Bizi Diyarbakır cezaevine gönderdiler.
Bir gece beni cezaevinden alıp Deve geçidi denilen işkenceha­neye götürdüler,
orada yeniden sorgulandım, yeniden işken­celer.
Size bu işkencelerin ne olduğunu açıklayamayacağım, ileride anılarımı yazmayı düşünüyorum. Sonradan öğrendik.
Şahin Dönmez(5) tutuklu olduğu Elazığ’dan getirilmiş ve bi­zim kimliklerimizi açıklamış.

Bu ikinci işkenceden geldiğimde akli dengemin bozuldu­ğunu çok sonraları arkadaşlarım anlatmıştı bana. Artık bir yatalaktım, kendi ihtiyaçlarımı karşılayacak durumda değildim. Kaldığım kadın koğuşunda siyasi tutuklu yoktu, silahtan ve diğer suçlardan gelen bayanlar vardı, yani adli tutuklular. On­ların da insani değer yargıları çok zayıftı.  Bana en ufak bir yardımları olmuyordu. Altı ay yemek yiyemedim, yediklerimi hep kustum. Kadındım ve benim kadınlık onurumla oynan­mıştı, bu da beni çok etkilemişti. Kendimi ikna etmeye de ça­lışıyordum, bunlar düşman, ben düşmandan lütuf beklememe­liyim diye. Ama öbür tarafta beni yıkan, yıpratan hatta aklımı kaybedebileceğim durumlar vardı. Bunları düşündükçe çıldı­rıyordum. Bana yapılanları anlatabileceğim kimse yoktu. Er­kekler koğuşu ile bizim koğuş arasında demir parmaklıklar vardı, beni çağırıyorlardı arkadaşlar. Neden böyle olduğumu soruyorlardı ama hiçbir zaman bana yapılanları anlatamaz­dım. Birgün öylece havalandırmada otururken Mazlum Do­ğan geldi bana fırça attı. “Bak Hayri (6) senin için ağlıyor, neden böyle oldun, neden anlatmıyorsun bize?” demişti. Bana yapılan­ları kimseye anlatmadığım için içimde bir yara olarak kaldı.

Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, bu arada DDKD’den’ bazı bayanlar da yakalanıp yanıma getirilmişti. Aileme haber verilmiş herhalde, babam ziyaretime gelmişti. Demir parmaklıkların önüne hepimizi dikip babama -hangisi senin kızın- diye sormuşlar. Babamın çığlıklarını hatırlıyo­rum, Aysel kızım sana ne yapmışlar böyle, seni seviyorum, se­ninle gurur duyuyorum demişti. Ben babamı bile tanımamış­tım, arkadaşlarımın anlattıklarını aktarıyorum size.

PKK’ Ii Gönül Atay (7) ve başka arkadaşlar da getirildi yanı­ma. Hepsi kendilerine de kötü davranıldığını ama benim bu durumumu anlamadıklarını söylüyorlardı. Ve bir gün herşeyi bayan arkadaşlarıma anlattım, bu beni rahatlattı biraz. Böyle­ce onların da yardımıyla biraz kendime geldim. Bu bir nolu cezaevinde, daha önce sorguda gördüğüm işkencelerden ötü­rü ağır hastalıklar oluşmaya başladı. Çeşitli kurumlar devreye girmesine rağmen tedavi de edilmedim. Öbür tarafta bulanık­laşmış bilincim de açılmaya başladı. Bu arada eşim Selim’i de getirmişlerdi. Bu cezaevinde iyi olan, demir parmaklıklar ar­kasında da olsa sık sık birbirimizi görebiliyorduk. Ayrı saat­lerde de olsa aynı havalandırmayı kuIlanıyorduk, bizim koğu­şun pencereleri havalandırmaya bakıyordu. Dolayısıyla görü­şüyor ve konuşabiliyorduk birbirimizle.

Sonraları bizi beş nolu dedikleri ünlü zindana götürdüler.
Aslında orada ve daha önce yaşadıklarımız apayrı ve başlıba­şına konular. Çok söylendi, çok yazıldı bu nedenle buraları geçeceğim. Saygon Zindanları ‘yla ilgili bir kitap okumuştum, o zindanlar Diyarbakır’ın yanında çok hafif kalır. Yazmakla yaşamak arasında da büyük farklar var. Tüm yaşananların an­latıldığını, anlatılabileceğini ve yazılabileceğini sanmıyorum.

selimaysel_400_32713 Nisan 1981 ‘de dava açıldı, 24 Mayıs 1983’te sonuçlandı­. Başkalarının özellikle itirafçıların anlatımlarından ve mah­keme kanaati sonunda örgüt üyeliğinden on yıl ceza verdiler. Ölüm orucuna girdiğim için dava sonuçlanınca Mardin’e sür­gün ettiler, orada kadın koğuşu olmadığı için Diyarbakır sivil cezaevine verdiler. 19 Şubat 1985’de buradan tahliye oldum. Dört yıl kadar da Dersim’de mecburi ikamet etmem gereki­yordu bana verilen cezaya göre. Eşimi, arkadaşlarımı ve kal­bimi Diyarbakır’da bırakarak eşimin köyüne gittim, ailesini ziyaret ettim. Sonra tekrar Dersim’ e döndüm.
Bu sefer de gerilla hareketi başlamıştı, ailem de ben de ra­hat değildik, bazen bir köyü komple gözaltına alıyorlardl. Da­vam henüz Yargıtayda kesinleşmediği için daha çok Bingöl’de eşimin ailesinde kalabiliyordum. Eşimi ziyarete gittiğimde ba­na “Ortalıkta ne dolaşıyorsun, neden dağa gitmiyorsun” demişti.

Bir yıl kadar bir yandan beni dağa götürecek ilişki aradım, bir yandan da sağlığımla ve ameliyatlada uğraştım. Ameliyat­tan bir hafta sonra Bingöl’de bir kez daha yakalandım. Oysa Diyarbakır cezaevinde iken eğer çıkarsam, bir daha ellerine sağ geçmemeye yemin etmiştim. Ne yazık ki bu kez beni ameliyat­lı ve yataktan çıkarıp gözaltına almışlardı. Kaba dayak atmadı­lar, yirmi gün sonra bıraktılar. Bir dahaki sefere beni yakalama­yacaklarını, öldüreceklerini söylüyorlardı. Ben de bir kez daha elinize sağ geçersem …. diye kendi kendime söz veriyordum.

Bir ara köye yedi gerilla geldi, onlarla gitmeyi kafama koymuşum. Ama eşimin aile çevresi tutucu insanlar, eşim ce­zaevinde, kadın başıma erkek gerillalara katıımam da mesele. En çok kayınlarıma anlatıyorum cezaevi ve tutuklanmaların kötülüğünü, bu yüzden yeniden yakalanmamak için dağlara gideceğimi, hakkımda kötü şeyler düşünmemelerini falan. Deyim yerindeyse alıştırmaya çalışıyordum onları. Köye ge­len gerillalardan birini, daha tutuklanmamdan öncede tanıyor­dum. Tabii o zamanlar çocuk yaştaydı. Cezaevindeyken ken­dime verdiğim söz vardı, gerillaları gördüğüm ilk anda ayak­larından öpecektim. Fakat ikircikliyim, çünkü gelenlerin ger­çek gerilla mı, devletin o kılığa girmiş kontraları mı, oldukla­rından da kuşkuluyum. Neyse bir kaynım gidip gördü, gerilla olduklarına emin oldu. Uzatmayayım sözleştik, buluştuk ve katıldım kendilerine. Yıl 1986 sonbaharı.

O dönemde henüz gerilla her yana dağılmamış. Bir tür yeni örgütlenme, arazi tanıma, keşif ve ilişki kurma çalışmaları ya­pıyorlar. Ses getirecek eylem yapmayı da planlıyorlardı. Yıllar­ca cezaevinde kaldım, elli dokuz gün ölüm orucuna yatmışım, ağır ameliyatlar geçirdim ve daha yaralarım tam iyileşmemiş. Buna rağmen on beş gün kadar heyecandan yemiyorum, uyuya­mıyorum. Hayallerim gerçekleşmiş. Bana, ülkeme yapılanların hesabını soracağım, bunun sevincini, gururunu yaşıyorum. Dü­şe kalka, ayaklarım parçalanıyor, dökülüyorum ve gerilla olma­yı öğreniyorum. Mesela ilk gecelerde asfalt yolları geçeceğiz, arkadaşlar bana ışık gördüğün zaman yere yatımımı söylüyor­lar, bu durumlarda kendimi öyle bir yere atıyorum ki, kalkmak­ta zorlanıyorum ve arkadaşlar bana gülüyorlar. İlk günler uzun yürüyüşlerden sonra varacağımız yere genelde arkadaşlar kolla­rıma girerek beni sürüklüyorlardı. Ama mutluydum. Urfa’da yakalandığımızda bir trafik ekibi bizi yakalamıştı. Şans, ben ka­tıldıktan sonra ilk tanık olduğum eylem de, Yado Çeşmesi deni­len yerde trafik polislerine denk geldi. Düşman karşısında hiç ağlamamıştım, o eylemden sonra batan güneşe dönmüş ve ağ­lamıştım, sevinçten miydi, heyecandan mıydı bilemiyorum. Ar­kadaşlar bana intikamını aldık diye takılmışlardı.

Dağların başka yönünü tanıdım, ormanlarla tanıştım, aç kalmayı, uykusuz kalmayı, kar ve çamurla mücadele etmeyi, sadece barbarlarla değil, doğayla mücadeleyi de öğrendim. Çocukluğumuzda ayıların en çok kadınları kaçırdığını anlatı­yorlardı, doğrusu aklıma o anlatılanlar geliyor ve ben ayıların beni kaçırmasından da korktum ilk günler. Grupta tek bayan­dım, ama hiç yabancılık çekmedim, hiç bir sıkıntım olmuyor­du. Kim olduğumu, nerden geldiğimi bilen ve saygı duyan bir arkadaş grubuyduk.

Diyarbakır, Bingöl, Dersim, sonra Botan bölgelerinde dağ­da kaldım. O zaman PKK vardı, yoldaşlık ilişkileri değerliydi, sen ölme ben öleyim fedakarlığı vardı, bir lokmayı bile paylaş­ma vardı, sevgi ve saygı vardı, Apo henüz dağlara hükmedemiyordu, telsizleri, koordinatörleri yoktu. En fazla koca bölgede yirmi kişiydik, eylem de yapıyorduk, toplantı da, nicelik ve nitelik sayımıza göre planlama da yapıyorduk. Eylemlere, bas­kınlara katıldım, kuşatmalarda kaldım, sularda boğulma ve çığ tehlikeleri atlattım. 1991 yılına kadar arkadaşların içinde, kal­dığım alanlarda tek bayandım. Kendime de güveniyordum, ar­kadaşlarıma da.  Buna rağmen kalkmama, oturmama, konuşmama ve yatmama dikkat ederdim. Bir bayan olarak yirmi dört saat kendimi kontrol altında tutardım. Kendimin ve cezaevin­deki eşimin onur ve sorumluluğunu taşımaya çalışıyordum. 1986-89 arası gerilla kendi kararlarını kendisi alıyordu, bu ne­denle fazla bir sorun yoktu. Komutanımız Haydar Karasun­gur’du,(8) bir eyleme gidilecekse en önde o giderdi. Her işte pay­laşım vardı, dedikodu yoktu. PKK değerlendirilirken yanlışla­rı, doğruları hatta suçları olabilir, bu farklı bir tartışma konu­sudur. Ama o dönemin PKK ‘si saygı ve fedakarlık üzerine iş­liyordu. Kuşkuculuk yoktu, kötü bakış yoktu bizde.

Ne zamanki üçüncü kongre oldu, müdahale grupları geldi, bizleri oportünistlikle, alçaklıkla suçladılar; dağdakilerle yeni gelenler arasında bir çatışma başladı. Gelenler Apo’nun ya­nında üç ay kalmış, abartılmış planlarla bu talimattır, Apo’nun talimatlarıdır diye gerçeklerimize, halkın durumuna uymayan önyargılarla hareket ediyorlardı. İlk yoldaşlık ilişkilerini ze­deleyen kuşkuculuk o zaman yerleşti. Ben orduların bile do­nanımlarının içinde moralin olması gerektiğine inanırım, on­lar ise moral yerine kuşkuculuğu yaygınlaştırdılar. O gün kuş­kunun, aslında kendisini garantiye almak amacıyla geliştiril­diğini bilmiyorduk. Tartışmalar o dereceye geldi ki düşman­dan çok kendimizi birbirimize karşı kollamaya başladık. Dağ­dakilerle Apo’nun talimatlarını getirenler arasında gelişen ça­tışmalar, yargılanmalara, tutuklanmalara ve infazlara neden ol­du. Daha hareketin başında ve dağa geldikten sonra tanıdığım bayanları sorduğumda kimi ajandı, kimi oruspuydu diye öl­dürdüklerini söylüyorlardı. Karşı çıktığım zamanlar benim de başıma bazı olaylar geldi, uygulamalara tabi tutuldum, burnu­mun sürtülmesine çalıştılar. Bu PKK’ye bir şeyler oluyordu ama ne olduğunun yanıtını bulamıyordum. Düşündükçe buna­lıyordum, sonra yeniden düşünmemeye çalışıyordum

Sonunda bir karar verdim. Israr edersem diğer bayan arka­daşlarımın akibetine uğrarım. Susmalıyım, ortama uyum sağla­malıyım. Buna rağmen 1991 de Zagroslar’ a gittiğimde Osman Öcalan’ ın hışmına uğradım, silahsızlandırılmıştım. Kurduğu­muz PKK bu değildi, çok değişmişti, Osman’ a((9) bunları söyledi­ğimde çok kızmıştı. Yanlışsın, duygusal bakıyorsun, PKK bü­yümüş, sosyalleşmiş, sen hala eski dar grup anlayışıyla görü­yorsun vs.vs …

Botan’da dördüncü kongreye çok uzun bir yürü­yüş sonucunda geldim. Apo konuşmuş, adına çözümleme de­mişler ve kasetlerle, kitaplarla insanlara ders olarak veriliyor. İnsanlar sorgulanıyor, insanlar tutuklanıyor ve biz susturulmu­şuz, savaş suçlusuyuz!  Artık o kongrede örgüt mörgüt düşün­müyorum, kişisel kaygım var, ben ne olacağım? Aslında her kes benim gibi.. Sindim, sus­tum. Anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum! Kaç kez  ölümle satranç oynamışım, ölümü yenmişim. Bu yüzden ölümden korkmuyorum. Ama Apocuların bu durumdaki bayanlara vur­duğu“oruspu fahişe ve ihanet” damgaları beni ürkütüyor.  Bu damgaları yememek için susuyorum. Sustukça içime kapanıyo­rum. Talimatlarla, kasetlerle kongreyi Apo yönetti. Kongre bit­ti, uyduruk özeleştirilerle kendimizi suçladık, özel savaş prati­ği uyguladığımızı, bu savaşın ajanı olduğumuzu kabul ettik.

Kongre bittikten sonra bir gün Dr. Baran (10)geldi; benim, Ozan Mizgin’in (11), Cahide Çelik’in (12) Reyhan’ın(13) , şimdi Sarı Baran’ (14)la evli olan Nafiye arkadaşın ve Gönül Tepe’nin  tu­tuklu olduğumuzu söyledi. Karşı çıktım, böyle gizli bir şekil­de tutuklanmanın yönetmeliğe aykırı olduğunu, bunun arka­daşların huzurunda söylenmesi gerektiğini bildirdim. Baran’ ın yanıtı çok enteresandı: “Valla ben bilmiyorum Cuma bana dediki bu eskiler, yeni gelenlerin yaşamlarını bozuyorlar, git tutukla.” Karın içinde bir çadıra koydular bizi.

İlk defa inançlarımdan kuşkulanmaya başladım. Düşmanın her türlü hakaretine uğradım, dağlarda aç kaldım, susuz kal­dım, çatışmalarda defalarca ölümle karşılaştım, suları geçer­ken boğulma tehlikeleri geçirdim, inançlarımda en ufak bir sarsıntı olmadı. O gün inançlarımdan şüphe etmeye başladım. Bir düşünce geliştiriyorsun, örgütlüyorsun, uğrunda savaşı­yorsun ve o seni haksız yere aşağılıyor. Onca yıl dağdaydım kendi silahım ve özel eşyalarım dışında hiç bir şey taşımamı­şım, bu kez aklımız başımıza gelsin diye saatlerce, günlerce Cuma bize kamplar arasında un taşıtırdı. Gücümün çok üs­tünde yüklerdi, kaldıramıyordum, bu da işkencenin değişik şekliydi. Suçu buradaki yöneticilerimize yüklüyordum.

Apo, kendimizi çözemediğimiz gerekçesiyle bizi Suriye’ye çağırdı. 1976′ da kendisiyle tanışmıştım, 1978′ de bir hafta evim­de kalmıştı, yıllar sonra 1991 Mart ayında Suriye’de Apo’nun huzurlarındayım.
Farklı bir Apo buldum. Bıraktığımda “Ab­dullah arkadaş“tı, şimdi “Başkan” olmuştu.
Mahir Welat, Ferhat,( osman öcalan)  Dr.Baran var yanımızda. İçeri girdi ve bana sarıldı.
Onlara:

Ben bu kızı tanıyordum, güzel bir kızdı, bakın şimdi ne hale getirmişsiniz?”
Bana döndü:
Benden olmasa seni bir kaşık suda boğarlardı, katı, kaba insanlar bunlar.
Tabii ne anlarlar? Epey süredir partiden uzak kaldınız.
Dinlenin. Burada kalıp süreci kavrarsınız, kendinizi çözersiniz
” dedi.

Zagroslarda başıma gelenlerden ötürü sinmiştim, şimdi da­ha da korkmaya başladım. Oysa buraya gelirken haksızlıkları, gördüklerimi kendisine anlatacağımı düşünmüştüm. Kendisine karşı düşüncelerimi söyleyemiyeceğimin, eleştiremiyeceğimin farkına vardım. Bunun neden böyle olduğunu çözemiyorum. Bizi eğitim sürecine aldılar. Çok ağır suçlamalar yapılıyor. İs­tanbul’ dan İsmet adında biri gelmişti, bir gazete çıkarma çalış­malarıyla ilgili. Onun yanında benim yıllarca dağlarda kaldığı­mı, ama dağların kıymetini bilmediğimi, oportünist olduğumu, reformist olduğumu, kendisiyle birlikte yola çıkanlardan benim ve Cemil’in(15) kaldığını, özgürlüğün kıymetini bilmediğimi saydı da saydı. Sanki neden ölmediğime kızıyor gibi geldi bana. O kayalıklarda bizi arkasına alıp dolaştırdı:

“Bak işte özgürlük bu­dur, benden olmasaydı seni bir kaşık suda boğarlardı,
umarım ortamımızı kavrarsın, anlarsın”
dedi ve gitti.

Eğitim adı verilen ve “çözümleme” denilen, erkeklere “eşe­koğlu eşek“, bayanlara da:
“erkeklere bağlanıyorsunuz, erkek­lerin altına kolay yatıyorsunuz,
hemen kendinizi pazarlıyorsu­nuz, bakın ben kolay-kolay kimseyi
beğeniyor muyum, bütün erkekleri kendinize aşık edin, evli olanları
boşamışım, ilişkileri dondurmuşum, özgür olunmadan bu ilişkiler olmaz,
yol­daş katilisiniz, savaşı yüzünüze gözünüze bulaştırdınız
” türü abuk sabuk konuşmalardı.

Savaştan gelenler savaşı geliştir­memişler, kontra pratiği uygulamışlar falan filan. İstan­bul’ dan yeni gelen biri bundan cesaret alarak seni yerden ye­re vuruyor, kalkıp bir şey diyemiyorsun, dediğin zaman hepsi sana yükleniyor. Bir şansımız vardı, Şener olayı çıkmıştı. Tüm eyaletlerle ilgili dosyalar açılmıştı, hepimizi yargılaya­caklardı, Şener başkaldırınca biz de yargılamalardan kurtul­duk. Kişiliğimizi kendi ellerimizle ayaklar altına aldık. Tüm söylediklerinin doğru olduğunu söyledik.

İlk mücadeleye katıldığımda düşünüyordum. Artık kendi­me ait bir düşüncem de kalmamıştı. Sadece söylenenleri tek­rarlar bir duruma gelmiştim. Beyin benim değildi örgütündü ve ben örgüt beyniyle olaylara bakıyordum. İkna olmasam da yapmak zorundayım, başka türlü yaşama şansım yoktu. Yeterli derecede tecrübe ve kültür sahibi değildim, cezaevine düştü­ğüm zaman, gerillaya katıldığımda da pratikle öğrendim her şeyi. Yani yaşayarak tecrübe sahibi oldum; o da ne denli derin­likli olur? Sadece çözümlemelerle nasıl bilgi sahibi olunur ki? Gazete yok, kitap yok, radyo sadece BBC idi, komutan açar biz de dinlerdik en çok. Tahlil ve tartışma sadece çözümleme­lerle ilgili olur, onu da onaylamak zorundasın, tartışamazsın. Stalinist bir örgüt, burada siyah beyaz dışında renkler yok.

Biz oradayken Selim çıktı, cezaevinden oraya geldi, Saki­ne(16) geldi. Ben tahiye olduğunu duymamıştım. Apo Selim, Şe­ner (17)ve Sakine ‘nin Vejin diye bir örgüt kurduklarını, bunun ken­disine bir komplo olduğunu söylemişti bana. Yıllar sonra anla-dım ki  Diyarbakır cezaevinde kahramanlık yapanları mahkum ettirecekti, orada direnenlerden rahatsızdı, onların ünlü olma­ları ve direnişçi olarak bilinmeleri kendisini rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlığını açık söylese olmaz, her zaman yaptığı gibi komplo teorileriyle bu insanları mahkum etti. Zindan Konfe­ransı adıyla ve biz de bu oyunda piyon olarak kullanıldık. O gün kendi mezarımızı kazdığımızı bilemiyorduk. Elli gün Akademiden ayrılmadı (bu bir ilkti), PKK tarihinde provaka­törler ve provakasyonlar konusunu işledi. Zindandakilerin bir çorba için direndiğini söylüyordu, tüm direnişleri yerle bir et­ti. Zindandan çıkanların Apo’ya kafa tuttuğunu, bunun Avrupa ve dağ ile bağlantısı olduğunu, büyük bir komplo ile karşı kar­şıya olunduğunu anlatıp durdu. Meğer Selim ‘ler çıkmış, o bu­nun ön hazırlıklarını yapıyor, alt yapısını hazırlıyordu.

Karşılama töreninde hiç bir şeyden haberi olmayan Se­lim’ in gerillalara söylediği tam tuz biber oldu:

Biz Diyarbakır cezaevinde direnirken, siz gerillalar bizim
sesimizi halkımıza, dağlara ulaştırdığınız için size teşekkür
ediyorum ve size saygı duyuyorum
” demişti.
Apo’yu katma­dığı için ilk gafını(!) burada yapmıştı.

Beni eşim, Sakine ve diğer zindandan gelenlere karşı kul­landı ve ben yapmak zorundaydım. Ve ben bir sahtekar olma­ya başlamıştım. Güya bunlar örgüt çizgisinden uzaklaşmışlar ve benim görevim onları tekrar örgüte kazandırmak. Bugün düşündüğüm şekliyle onurlarını tuzla buz edip Apo’ya itaatle­rini sağlamak. En çok da eski eşimi (çünkü evlilik bağları Apo tarafından koparılmıştı) ona bağlamam lazımdı. Kısaca Selim örgüt içindeki antidemokratik uygulamalara karşıydı, ben de onunla örgüt arasında uzlaşmacı bir rol oynadım. Örgütün ku­ruluşunda da bu rolü oynamıştım, şimdi on iki yıl cezaevinde yatıp çıktıktan sonra da eşime bu oyunu oynuyordum. Bunu ülkemi kurtarmak için yapıyordum, yeter ki kurtaralım da diktatörümüz de olsun mantığı vardı bende. Adamın anlattık­ları beni epey etkilemişti, bu kadar emek verdiğimiz mücade­le ve örgütün gerçekten Selim ‘ler tarafından çarçur edileceği­ne inanmıştım. Bundan hareketle Selim’e saldırıyorum. Ve bu örgüt içinde nice yiğitlerin yok edildiğini biliyorum. Selim’in öldürüleceğine inanmışım, bunun önüne geçmeye çalışıyo­rdum. Görünüşte evliliğimi, sevgimi öldürüyorum, Selim’i kurtarmaya çalışıyorum. Ama sevgimin bir yerlerde saklı kal­dığını kimselere söyleyemezdim ki. Yani PKK’nin birbirleri­ni seven veya evli olanların başına ne getirdiğini biliyorsunuz. Böyle bir ikilem yaşıyordum. İlk karşılaşmamız bir felaketti, Selim bunu kendi kitabında(18) anlattığı için tekrar etmeyece­ğim. Kısaca bilerek yapmadım, bu davaya inanıyordum ve sevgimi de öldürmemiştim. Selim’e boyun eğmesini söyledim ama o boyun eğmedi.Tüm bunlar eşimin kitabında var.

Buna rağmen bizi tutukladı. Beni, Sakine’yi, Cahide’yi(19) bir odaya kapattılar. Bizim birbirimizle konuşmamızı yasaklaya­rak. Ve biz üçümüz Diyarbakır cezaevinde aynı cezaya çarp­tınldığımızda birbirimizle konuşabilmiş, ama burada konuşa­mıyorduk. Birgün Apo beni yönetim binasına çağırdı ve şun­ları söyledi:

Senin evliliğin küçük burjuva ve feodal bir evliliktir.
Onaltı yaşında aşk olmaz. Selim diye biri seni kandırdı.
Selim ve Sakine diyorlarki Aysel’i biz yarattık.
Oysa seni ben yarat­tım. Benden olmasaydı kim bilir sen ne olacaktın?”,
dedi.
Bu­nun bir talimat olduğunu vurguladı. “Ve özeleştirini bu şekil de yazacaksın” diye bağırdı. Ben de bu içerikte bir özeleştiri yazarak verdim, beni bıraktılar.

Selimm sadece evliliği değil kendi açısından arkadaşlığı da bitirmiş, ama ben olaya öyle bakmıyordum. Zaten kendisine de onun düşündüğü gibi düşünmediğimi bildirmiştim.

Hastaydım, tedavi olmam için beni Avrupa’ya gönderece­ğini söyledi Apo. Selim’ e veda etmeye gittim, bana elini ver­medi.
“Sen Diyarbakır cezaevinde direnen asil kız değilsin ar­tık. Adi bir yaratıksın.” dedi.
Çok üzülmüştüm. Ona gerçeği, yaşadıklarımı, tanık olduklarımı anlatamamıştım.
Yüreğimde büyük bır acı duyarak Bekaa’dan ayrıldım.
Orada tanık  ol­duklarımı size anlatamayacağım.

Beni aldı Şam’a kendi evine götürdü. Şam’da kaldığım bir kaç günde onun daha değişik durumlarına da tanık oldum. Orada tüm inancım kayboldu. Bir bayana tecavüze yeltendi. Aslen Bingöllü, Avusturya’dan katılmış, onaltı onyedi yaşla­rında güzel bir bayandı. Bir ara başka bir odadan dehşet için­de bağırarak kaçtı, benim arkama saklandı. “Aman Allahım ben nereye gelmişim“, diyordu. Yanımda bulunan bayanlar (ki çoğunluğu şimdi buralardadır) onu ikna etmeye çalışıyor­lardı. Başkanın kendisini çağırdığını söylüyorlardı. Tekrar gö­türdüler, bu kez tekrar aynı tepkiyi gösterdi, oraya buraya, tu­valetlere kaçıp bağırıyor, ağlıyordu. Arkama geçti “beni kur­tar bu canavardan “ diye yalvarıyordu. Kurudum kal­dım, hiçbir reaksiyon gösteremiyorum, aklımı yitirmiş gibi ol­dum. Kız, yakamdan tuttu ve bana “sen hala ne olduğunu an­lamıyor musun?” dedi. O an daha önce Bekaa’da tutuklanan kızların anlattıklarını, yapılan dedikoduları hatırladım ve bun­ların yalan olmadığını anladım. Bunları hep düşmanın psiko­lojik savaş propogandaları olarak kabul etmiştim, meğer doğ­ruymuş. O gece o kız gelip yanımda yattı.

Sabaha kadar iki-miz de ağlarnıştık. Sömürgeciler bizim ırzımıza geçmesin di­ye veya yaptıklarının intikamını almak için silaha sarılmıştık. Bu gün de bu adam Kürdistan “Bağımsızlık Savaşının Önde­ri! “ olarak bizim ırzımıza geçiyor. Sonra kızı ikna etmiş olma­lılar ki onun odasında olduğunu öğrendim. Bir ara gidip ken­disine bunları söylemeyi kafama koydum; kapıyı açacakken, geçmişte söylenenleri hatırladım, diğer bayanlar bana anlat­tıklarında ben inanmış mıydım, şimdi tanıktım. Bunları ken­disine anlattığım anda beni yok edecek, sonra eşime diyecek ki senin karın fahişeydi, bu yüzden öldürdüm. Vazgeçtim, ora­da inançlarımı da yitirdim. Fakat bunları kimseye söyleme­dim, söyleyemezdim de.

Buraya (Avrupa’ya) geldim ve en sivri Apocuydum, ken­dim için söylüyorum tam bir sahtekar olmuştum. Eski dürüst Aysel yoktu artık, halkıma yalan söyıüyordum. Hastalık baha­nesiyle ayrılmak istediğimi söylesem, ayrılsam ayrılamıyo­rum. O dönem için PKK’ye sağ girilirdi, ama ayrılmak istedi­ğiniz zaman sağ kalamazdınız.

Sonraları Selim de buraya geldi, karşılaşmamızda gene ba­na hakaretler etti, bir seferinde Bekaa’da neden öyle davran­dığımı öğrenmeye çalıştı ama söyleyernedim. Sadece kendi­siyle evlenmekle töremizi çiğnediğimi, bu nedenle aileme acı­lar yaşattığımı, ilişkimizin bittiğini aileme, ailelerimize bildir­memesi ricasında bulundum. Yaşadıklarımı, gördüklerimi izah edemezdim. Sınıf arkadaşımı, okul arkadaşımı, dava ar­kadaşımı, cezaevi arkadaşımı, eşimi tanıyorum. Geçmişte de PKK’nin antidemokratik uygulamalarına karşı çıkmıştı. Ve yakalandığında görevsiz olarak yakalanmıştı aslında. Yaşa­dıklarımı, tanık olduklarımı anlatırsam, bunu açıklayacak, tavır alacak ve onlarda bizi öldürecekler. O kızlar bize anlattıkla­rında ben inanmamıştım, biz de kimseyi inandıramazdık.

Kadın olarak psikolojim sarsılmış, hislerim zedelenmiş, çok yıpranmıştım. Onların içinde kalarak sağlıklı bir değerlendir­meye varamazdım. Bir yandan da ihanet ve fahişe damgasıyla karşı karşıyasın. Kadınım, dilim yok, pasaportum yok, param yok. Kime gitsem kime anlatsam, kimse bana sahip çıkmaz.

Bu PKK’yi, Apo’yu biz yarattık. Hepimizin şu veya bu şe­kilde payı vardır. Kimse ben yapmadım, görmedim diye ken­disini aklamaya çalışmasın. Bilerek veya bilmeyerek, biz bu hareketi yarattığımızda Kürdistan davasına inanmıştık, bu ca­navarı yaratırken bir gün halkımızın başına bela olacağını hiç­bir zaman düşünmedik. Burada olup bitenlerde kendi payımı, sorumluluğumu da görüyorum. Söz söyleme hakkımız olma­sa da onaylamışız. Marksist, Leninist, Stalinist örgüt anlayışı bize bunları yaptırdı. Kişi haklı olamaz, kişinin kişisel hakla­rı yoktur, parti haklıdır, partinin hakları var. Biz buna inandık, bundan ötürü başımıza bunlar geldi. Anılarımda kendi payıma düşenleri yazacağım.

Selim, tekrar Bekaa’ya gideceğini, Apo’nun Kürtler’i kur­tuluşa değil, uçuruma götürdüğünü söyleyeceğini, her tür eleştiriyi yapacağını, bu yüzden öldürüleceğini, sen benim mezarımın bile nerede olduğunu bile bilemeyeceksin, beni bir hain olarak tanımlayacaksınız, dedi ve Suriye’ye gitti. O za­man kesin öldürüleceğini biliyordum, kalbimde patlamaya hazır bir bomba taşıyordum artık.

Bir gün oradan telefonla aradı, kaçtığını söyledi, kitabında yazdıklarını kısaca izah etmeye çalıştı. Buna rağmen partiyle uzlaşması tavsiyesinde bulundum.

Eğer bir adalet mekanizması olsaydı, kendi düşünceleri­mi anlatabilseydim açıklardım, isterlerse bir saat sonra beni kurşuna dizsinier. Fakat böyle bir organ yok. Türk mahkeme­lerinde siyasi savunma yapınca kahraman ilan edildik, ama Apo’nun mahkemelerinde tek bir söz söyleyernem, bunu sen de biliyorsun, beni öldürüp hain ilan edecekler, kimse de ne­reye gömüldüğümü bilemeyecek. Bir kitap yazıyorum, bura­ya basını çağırıp yazdıklarımı gazetecilere verip üzerime ben­zin döküp yakacağım. “ dedi.

– Hayır, kendini yakma, bu andan itibaren örgütle siyasi yaşamıma noktayı koydum, dedim.

Cevabı da acıydı: “Senin örgüte ne tavır takınacağın beni ilgilendirmez”

1993 ‘te Selim tavır aldığında artık ben de bir kararla karşı karşıyaydım. Biz cezaevindeyken PKK’nin öldürdüğü kendi üyeleri hakkında bir sorumluluğumuz yoktu. Alınan kararları bozma gücümüz de yoktu. Ama şimdi ya yoldaş katline onay vermeye devam edecektim, ya da bu durakta ayrıımam gere­kiyordu. Buradaki sorumlu Mustafa Karasu ve Kani Yılmaz’! aradım, kararımı bildirdim:

Sizinle geçen on beş yıllık siyasi yaşamıma nokta koymak istiyorum. Bu güne kadar katlandım, Selim’in olayı benim için bardağı taşıran damla oldu. çetin Güngör öldürüldü ajan­dır, parti haklıdır dedik, Mehmet Şener’ öldürüldü aynı şekil­de, hiç kimse haklı olmadı. Eğer ben yirmi yıl savaşıyor ve düşüncelerimi açıklayamıyorsam, bu nasıl demokrasi ve öz­gürlük uğruna bir mücadeledir? Kendim özgür değilsem ne­yin savaşını veriyorum. Geç de olsa şimdi haykırmak istiyorum, Leyla Zana bile dokunulmazlığı kaldırılmadan yargılan­madı. Yüzbin kişinin oyunu alan Selim neden sorgusuz sualsiz tutuklanıyor? Yalan ve komplolarla bugüne geldik. Artık suçlara ortak olmak istemiyorum. Örgütle hareket etsem Se­lim’in ölümünü bana yaptıracaksınız, bunu yapmak istemiyo­rum. Bir şeylerden kuşkulanan herkese ajan dediniz nereye kadar sürecek bu dedim.

Bu tavrımı alırken ağır bedeller ödeyeceğimi de biliyor­dum.Beni kaçırmaya, Apo’nun yanına göndermeye çalıştılar. Rapor yazmarnı söylemişlerdi, rapor da yazmadım. Epey pe­şime düştüler, Selim gelene kadar bir eve kapattım kendimi. Selim geldikten sonra da, önce yazdıklarını dinlememi, sonra anlatmann söyledi. Öyle yaptık. Ve ağladım, bildiklerimi içi­me gömseydim yaşayamazdım. Artık bunun yaşam olup ol­madığını da okuyucuların yorumuna bırakıyorum.

Ayrıldıktan sonra yaşadıklarımız başlıbaşına uzun bir hikaye. Onbir yıl sonra kendi geçmişime daha farklı bakıyorum.

Bana göre PKK tartışılmalıdır. Başından beri bu partinin insa­ni olmayan, yanlış uygulamaları vardı. Gelinen noktanın to­humları o zaman atılmıştı. En basit örneği evlilik olayıdır. Tek parti, tek lider anlayışı yanlıştır. İnsanların birbirine aşık ol­malarına yasak konuldu. Diğer siyasetlerle olan çatışmalar yanlıştı.

Bugün inanıyorum, çok soylu inançlarla, amaçlarla bu da­vaya katıldım. Onur duyduğum, gurur duyduğum çok güzel şeyler yaptığıma inanıyorum. Direkt olarak herhangi bir arka­daşımın kanı yok ellerirnde ama, suç pratiğinin ortaklığını yaptım. Sorumluluğum ve suçum olduğunu biliyorum. Biz kadınlar özgürlük adı altında ucubeleştirildik. Kendi kimliği­mizden, cinsel kimliğimizden çıkarıldık, hiç bir ölçüye kon­mayacak şekle getirildik. Apocu görüşün kadın tarifinin normal birölçüsü yok. Söylernde özgür kadın yaratıldı veya ya­ratılmasına çalışıldı, ama uygulamada iradesiz, kişiliği olma­yan bir kadın tipi yaratıldı. Beceriksiz, yeteneksiz bir kadın ti­pi yaratıldı. Babalarımızın evinde, kocalarımızın evinde, aşi­retimizde daha özgürdük. Geldiğim Alevi kültüründe kadınla­ra büyük değer verilir. Apocuların çizdiği kadın tipi ise hiç bir kategoriye girmeyen bir ucubedir.

Konuşmalarımın arasında belirttim; PKK’ den ayrılmamız başlıbaşına bir süreç. Hele benim için. Ayrılıyoruz hakkımız­da iddialar var, hakkımızda ölüm kararı alınıyor, bu iddialara yanıt verme hakkımız da yok, olanaklarımız da. Tüm olanak­lardan yoksunuz. Avrupa’da yaşıyorsun, hiç bir ekonomik gü­cün de yok. Eşimle birlikte bir karar aldık. Düşüncelerimizde haklıyız, bu mücadele tasfiye ediliyor, bu adam bir diktatör, bir ırz düşmanı, herşeyi kendi çıkarları için kullanıyor; Kürdistan gibi bir ideali yok, bir gün yakalanırsa tüm değer­lerine küfür edecek. Size tuhaf gelecek ama biz anasının değil de babasının Türk olduğunu söyleyeceğini tahmin ediyorduk. Sonuçta uçakta getirilirken anasını inkar etti. Aldığımız karar­da kendimizi bir eve hapsetmek de vardı. Onun uygulamala­rına karşı çıkanlar ya onun tarafından öldürüldüveya, yaşa­dıkları koşullardan dolayı şu veya bu devletin polisine teslim olup itirafçı oldular. Biz bu durumlara düşmeyeceğiz. “Ben olmasam, siz bir tas çorbaya sahip olamazsınız” iddiasının ak­sine PKK ‘ye karşı çıkılabileceğini ispata çalıştık. Bu karar gereği Selim kendi kitabını yazacak, siyasal kimliğimizi koru­yarak hiçbir siyasal güce sığınmadan mücadele edecektik.

Bu onbir yıl içinde sürekli yer değiştirdik. Almanya’ da ora­dan oraya tam on kentte ev tuttuk. Bunun, yani başkaldırma­nın, yanlız yaşamanın insanda yarattığı psikolojik etkiler var­dır. Onlar hep Alman ve Fransa devletlerinin ajanı olduğumuzu, bilmem ne kadar para aldığımızı söylediler, yazdılar, çiz­diler. Bizim bunlara yanıt verme ve aslında imkansızlıklarla mücadele ettiğimizi anlatacak olanaklarımız da yok. Düşünce­lerimizi hiç bir şekilde bu halka anlatamıyoruz. Bunlara karşı direniyoruz, ama psikolojik tahribatlar oluştu bende. Sadece eşimi görüyorum, oysa kadın olarak benim bayan arkadaşlara da ihtiyacım var. Dertleşebileceğim bir bayan arkadaşım da olmalı, ama yok. Sosyal yaşamdan da tecrit olmuşuz. Hep dü­şündüm Türk devletinin tüm işkencelerine boyun eğmeye n ben, bu Apo’ya nasıl boyun eğdim? Bu sorunun yanıtını bul­malıydım. Okumalı, kendimi yetiştirmeliydim, neden bu du­ruma düştüğümüzün yanıtını bulmalıydım. Büyük zorluklar yaşadım, çok acılar çektim. Yalnızlığın insanda ne gibi etkiler bıraktığını okumuştum. Bunları yıkmak için bazen Almanla­rın yaptığı festivaller vardı, gidip kalabalıklara karışmaya ça­lışıyordum. Eşimle bu kalabalıklara katılıyorduk ama sonuçta bakıyordum, ikirniz gene bir köşede yalnız kalmışız. Kalaba­lıkların içinde yalnızlığı yaşıyorduk sonuçta. İnsanlarla ilişki­lerimiz sınırlı, bir bayan olarak kadınlarla ilişkilerim sınırlı. İçimdekileri birileriyle paylaşmak, tartışmak istiyorum, ama kadın arkadaşım yok.

Eşimin çevresindekilerden bayanların arasına girmek, gülrnek istiyorum ama aradığımı bulamıyor­dum. Onlar beni anlayamazlardı, anlamıyoriardı. Bazen anla­tıyordum bazılarına ürperiyorlardı. Biz merak ediyoruz acaba sen nasıl öleceksin, diyorlardı. Yalnız kaldığımda hep kendi geçmişimi bir filim izler gibi izliyordum, film bittiğinde ise bu kez acaba yaşıyor muyum diye kendime soruyordum. Uzun süre normal bir ortamda yaşayamıyacağımın korkularını yaşa­dım. Toplum içine girdiğimde acaba beni bir deli olarak mı ta­nıyacaklar korkusu yaşadım. On yıllık yalnızlık insanın farklı olmasına neden oluyor. Ağladığım, kafamı duvarlara vurduğum anlar çok olmuştur. Bugün sahip olduğum düşüncelerime geçmişte neden sahip olmadığıma hayıflanıyordum hep. Be­yinlerimiz esir, gözlerimiz kör, dilimiz lal edilmişti.

Bu bana çok büyük acılar verdi. Eşim gerçekten zor bir dönem yaşıyor­du. Halkıma bunları nasıl anlatır, ulaştırabilirim mücadelesini verirken bunalıyordu. Bir görevim de ona moral destek ver­mekti. Ben ona güç vermeye çalışıyordum ama benim de ihti­yacım vardı ve bana yardımcı olacak kimse yoktu. Yeri geldi­ğinde kapıyı kitleyip ya kendimi, ya eşimi veya ikimizi birden hapsediyordum. Hep yer değiştirdik, ekonomik olarak çok bü­yük zorluklar yaşadık. İsteseydik çevre itibariyle büyük mad­di destekler alabilirdik. Tüm teklifleri red ettik, kendi ayakla­rımızın üstünde durmayı öğrenmeye çalıştık. PKK’den ayrıla­rak, karşı çıkarak kimse yaşamamıştır. Biz bunu gerçekleştirip insanlarımıza yol açmalıydık, bunun arkası gelmeliydi. Neler yapılabileceğini birçok insanla konuştuk, ancak hepsi de sus­mamızı öneriyordu. Biz ise sesimizi çıkarmayacaksak, neden bu tavrı aldığımızı söyıüyorduk. Bazı Alman bayan yazarlar, gazeteciler benimle görüşmeye gelmişlerdi. Kısaca bazı şey­leri anlatıp sohbet esnasında gülmüştüm. “Çektiklerine rağ­men gülmeyi nasıl beceriyorsun” diye sormuştu biri. On yıl kadar gülmeyi, insan olduğumu unutmuştum.

Kadınlar daha hassas, daha duygusaldırlar. PKK’ de ise taş­laştırılmış, sahte bir tip yaratılmış, yaratılmaya çalışılmıştır. O sahteliği yıktı ğı ma inanıyorum.

İçimdekileri kimseyle paylaşmadığım için sağlığıma da olumsuz etkisi oldu. Bir dönem sağlığımı yitirmeyle karşı karşıya kaldım. Apocu kadın duygudan, aşktan uzaklaştırıl­mıştır. İçi boş bir kabuk tip yaratılmıştır. Duygularımızla, sev­gilerimizle her şeyimizle oynanmış. Gördüğüm işkencelerden ötürü çocuk yapamıyorum, hep anne olmanın hayalini kurdum. Ama hiç bir zaman anne olamayacağımı biliyordum. İş­te bunun özlemini duyduğum anda bana bir hediye geldi. İki yaşında bir kız çocuğu, anne ve babası gerilla, babası gerilla­dan ayrıldı, annesi dağda ve ben annesi oldum. Sanki ben do­ğurdum onu, öyle bir annelik yaşıyorum. Belki de doğuranlar­dan daha fazla bir duygu yaşıyorum şimdi. Gılgameş Desta­nında Enkido olayı var. İşte onun gibi. Başka bir dünyanın, çocuk dünyasının, anne dünyasının varlığının farkına vardım. Geldiği ortam itibariyle biz onu kurtardık, o da bizi.

Sevgi bizde bir tabuydu, tartışılmayan. Toplumsal yaşamı­mızda yapılan şakaların çoğunluğu cinsellik üzerinedir. Dün­yanın her yerindeki doğa kanunu PKK’de farklı bir hale geti­rildi. Sevgi, nefret edilmesi gereken bir tabu haline getirildi. Bugün PKK ‘nin bu hale gelmesinin birçok nedeni vardır, bir neden de sevgiyi yasaklamasıdır. Sevgi, aşk, varolmanın ge­rekçesidir her yerde, bizde ise ölüm gerekçesi olarak kullanıl­dı. Sevgi red edilince canavarlıklar ortaya çıktı. Sevginin ya­saklanması arkadaş katili, çocuk katili olmaya neden oldu. Aşkı ve sevgisi olmayanların nasıl canavarlaştığını hep bera­ber gördük. Ucube, sahte bir kişiliğin ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinden biri de aşkın ve sevginin yasaklanması­dır. Bana göre bizim gibi o mantıktan gelenlerin terapiye, re­habilitasyona ihtiyaçları var. Bir kere hastalıklıyız, insan ol­mamız gerekir. İnsan olabilmek için de sevmek lazım.

Korkarım düşüncelerimi sistematik olarak anlatamadım.

Geriye baktığımda Kürdistan için inandığım düşüncelerden yana bir tereddütüm yok. Kürdistan için bir kadın olarak silah alıp dağlarda sadece sömürgeciliğe karşı değil, erkek ağırlıklı bir grubun içinde kendini korumak, başlıbaşına büyük bir olaydır. Bunun gurur duyulacak yanları var. Bunu yaparken bu halkıma bilerek zarar vermeyi hiçbir zaman düşünmemiştim. Halkımın özgürlüğü için bu mücadeleye katıldım. Sonuç ­ta hatalarım da vardır elbet. Özellikle bu suç pratiğinin ortak­larındanım. Davamızda son derece haklıyız ama ortaya çıkar­dığımız örgüt konusunda durup düşünmemiz gerekiyor. Ço­cukluğumda ve kuruluşunda katıldığım bu PKK tartışılmalı­dır. Hatalarıyla ve sevaplarıyla. Geçmişte yenilen atalarımızı, hep birlikten yoksun oldukları için eleştirdik. Yaşadıklarımızı, gördükleilmizi, tanık olduklarımızı doğru bir şekilde gelecek kuşaklara aktarmalıyız.

Beni yürekten yaralayan, derin acılara boğan bir konu da­ha var. Yirmi beş yıl halkımız için mücadele ettiğimi sanıyo­rdum, ettiğimizi sanıyoruz, fakat bakıyorum ki bir insanın dik­tatörlüğünü inşa etmek için bunca acıları çekmişiz, çektirilmi­şiz. Buna alet olduğum için üzülüyorum. Yaşadıklarımızı ya­zıp değerlendirmesini halkımıza bırakmak zorundayız. Bizi affeder mi etmez mi, halkın vicdanına kalmış. Yaptıklarımızı bilerek yaptığımıza inanmıyorum. Yanlışı gördüğüm anda tavrımı koymuşum kendimce.

Bu gün sahip olduğum düşüncelere on beş, yirmi yıl önce sahip olmadığım için de üzülüyorum. Bu mücadeleye katıldı­ğımda insandım, kadındım, onurum ve gururum vardı. Başım dikti, süreç içinde başımı önüme eğdiren, utandığım durumla­rım oldu. Çok şey de kaybettim. Kaybettiklerimi kazanma savaşı veriyorum. Kadın olarak girdim ama, kadın olarak çık­madım. Sonuçta herkes kadının kendisine bakması gerektiği­ni söyler, yazar. Bizde kadının narin yapısı önce yok edildi. Gülüşünle, oturuşunla, yürüyüşünle, giyiminle kadınlıktan uzaklaştırılıyorsun. Şimdi onbir yıldır bunları geri kazanmaya çalışıyorum. Kendi irademle çözmeye çalışıyorum. Başarıp başarmamak konusunda net değilim. Bir başlangıç yaptığıma inanıyorum. Gerisini getirmeye çalışacağım.

Beni kendi halkımın kurtuluşu için bir insanın veya bir ka­dının yapması gereken her şeyi yapmaya çalıştım. Belki hiç bir kadının katlanamayacağı zorluklara da katlandım ama hal­kımı kurtaramadım. Şimdi küçük kızımı kurtarmaya çalışıyo­rum. O, Sorani biliyor, Kurmanci biliyor ve Zazaki biliyor. O, başlı başına bir Kürdistandır. Onu yetiştirmeye çalışıyorum. Ve umut ediyorum ki benim başaramadıklarımı o başarır.

Dip notlar:

(1) Cuma Tak Dersim de öğretmen okulunda okurken Kürdistan devrimcileri grubuna katıldı. Öğrenci önderiydi, 1979 yılında Siverekte M. Celal Bucak ‘a karşı PKK nın geliştirdiği silahlı mücadelede yer aldı bir çatışmada dört arkadaşıyla birlikte yaşamını yitirdi.

(2) Seyfettin Zoğurlu, Cuma tak gibi Dersimde öğretmen okulunda okurken Kürdistan devrimcileri grubunu oluşturdu. 1978 Kasım evinde PKK onun evinde kuruldu. !2 eylül darbesinden önce yurt dışına çıktı. Bekaa da İsrail Filistin lilerin savaşında israil ‚e esir düştü. Oradan kurtulunca, kendisi gibi sürgünde olan eşini bilinmez ! bir nedenden Suriye’ de öldürdü, Kürdistan dağlarında intihar vari bir olayda öldürüldü. PKK nın en önemli elemanıyken sonradan kimseler adından bile söz edemedi.

(3) Mazlum Doğan: PKK kurucularından. 1979 yılında yakalandı. Diyarbakır Cezaevinde 21 Mart 1982 yılında baskıları protesto amacıyla kendini astı.

(4) Yıldırım Merkit Dersim’ de PKK ye katıldı. Merkez komite üyesiyken tutuklandı. Diyarbakır cezaevinde kendisine yapılan işkencelere dayanamadı, itirafçı oldu. Pişmanlık yasasından yararlanarak tahliye edildi. PKK tarafından öldürüldü.

(5) Şahin Dönmez: PKK kurucularından olan Dönmez, 1979 yılında yakalandı ve itirafçı oldu. Diyarbakır cezaevinde bir çok işkenceli sorguya katıl¬dığı söylenir. Burada Genç Kemalistler Birliğini kurdu. Tahliye edildik¬ten sonra 3 Nisan 1990 günü İstanbul Küçükçekmece ‘de PKK tarafından öldürüldü.

(6)) Hayri Durmuş: PKK Kurucularından, Diyarbakır Cezaevinde iken 14 Temmuz 1982 gerçekleşen ölüm orucunu örgütleyen, bu eylemde hayatını kaybeden PKK MK üyesidir.

(7) Gönül Atay Ankara Tuzluçayır mahallesinde PKK ye katılan ilk bayanlardan biridir. 12 Eylül Öncesi tutuklanarak Diyarbakır zindanına konuldu, işkence ve baskılara karşı direndi, 59 gün ölüm orucunda kaldı. Rıza Altun olarak bilinen PKK merkez komite üyesinin nişanlısıydı. Tahliye olunca Şam ‚ a giderek burada PKK ye yeniden katıldı. Öcalan’ın şamda ki evinden kaçarak Türk konsolosluğuna sığındı, Şamdan Türkiyeye getirildi, kayıplara karıştı.

(8) Haydat Karasungur 1976 larda Bingöl de PKK örgütüne katıldı 12 Eylülden sonra Diyarbakır ve Bingöl bölgesinde gerillaların komutanıydı. Üçüncü kongreden sonra tasfiye edilmek istendi, büyük çelişkileri yaşarken Türk askerleri etrafını kuşattı askerlerle çatışmaya girmeden üstündeki yanıcı sıvıyla kendisini yaktı.

(9) Osman Öcalan Libyada işçi olark çalışıyorken PKK içinde iktidarı ele geçiren Abisi Abdullah Öcalan tarafında Bekaaya çağrıldı. Öcalan’ın emriyle gerilla komutanı oldu. Güney Kürdistan a yollandı İran istihbaratının güdümüne girerek oradan PKK yi yönlerdir. Öcalan İmralıya gidip çıkça Türk devletiyle çalışmaya başlayınca, Osman görevli olarak güney Kürdistanda çok yönlü faaliyetler yürütmektedir.

(10) Dr. Baran: Dersim eyalet sekreteri iken, 1994 .Mart ayında şaibeli bir şe¬kilde intihar ettiği söylenir. Öldürülmesi üzerindeki sır perdesi aralanmış değildir.

(11) Ozan Mizgin: Mardinlidir. Küçük yaşta PKK’ye katıldı. Mardin bölgesi yönetiminde bulundu, 4.Kongrede soruşturmaya alındı. 1992 yılında  Garzan eyalet koordinatörüyken

(12) Cahide Çelik: Yurt dışına çıkan ilk grubun içide yer aldı. Guney Kürdistan ‘da kaldı. Boğaz kanserine yakalandı, ağabeyi Selahattin Çelik’ ın durumundan ötürü tedavi edilmedi ve 1992 yılında öldü.  Batmanlıdır. Çatışmada öldürüldüğü söylendi.

(13) Reyhan (Rıxana Yezidi): Seksenli yıllarda Avrupa’dan PKK ‘ye katıldı. 1989’da b
ayanların sorumluluğuna getirildi. 1994 yılında örgütünden ayrıldı. Avrupa’da yaşıyor.

(14) Sarı Baran Dersimlidir KDP kökenlidir darbe öncesi PKK ye katıldı, Bekaa da gerilla eğitimi gördü, !984 yılında silahlı mücadeleyi başlatan komutanlardan biridir. PKK Merkez komite üyesi ikem M. Cahit Şener ile birlikte Öcalan diktatörlüğüne karşı çıktı PKK/ Vejin adlı örgüt kurdu, uzun yıllar Kürdistan dağlarında kaldı. şu anda Avrupa’da ya

(15) Cemil Bayık: PKK kurucularından, kuruluş kongresinde Öcalan’ ın yardımcılığına getirildi, Cunta döneminde yurt dışına çıktı. Kuruluşundan bu yana hep merkez komitede yer aldı. Yaşıyor:

(16) Sakine Cansız (Polat): Grup aşamasında PKK’ye katıldı, 1979 yılında yakalandı, Diyarbekir cezaevindeki direnişiyle ün yaptı. 91 yılında Bekaa’ya gitti. Mehmet Şener’in öldürülmesinden ötürü muhalefet etti, uy¬gulamaya alındı ve teslim oldu.

(17) Mehmet Şener: PKK kurucularından. i 2 Eylül döneminde yakalandı, uzun yıllar Diyarbakır cezaevinde kaldı, oradaki örgüt temsilcilerinden ve direniş örgütleyicilerinden biriydi. 1990’da bırakıldıktan hemen sonra Bekaa’ya git¬ti. Partideki değişikliklere ve Öcalan iktidarına muhalefet etti. 4.Kongrede yer aldı ve Suriye çalışmalarının (Ocalan ilişkilerinin) soruşturulmasını, finans konularının Ocalan’dan alınarak MK’ya devredilmesini kongreye önerdi, bu öneriler kabul edildi. Öcalan bu durumu tehlikeli buldu ve soruşturmaya aldırdı. MK Politbüro üyesi iken Sarı Baran ile birlikte PKK ‘den ayrılarak KDP bölgesine geçti. Burada PKK Vejin örgütünü kurdu. 199 i ‘de Suriye’nin Kamışlı kentinde Suriye Muhaberatı ve PKK’lilerce öldürüldü.

(18)  Selim’in Kitabı: Selim Çürükkaya, PKK’nin kurucularından olup,1979- 1991 arası Diyarbakır cezaevinde yatıktan sonra Bekaa ‘ya gitti. 5 Temmuz 1993 ‘te Bar Elias kampında PKK ‘den kaçarak Avrupa’ya yerleşti. Apo’nun Ayetleri adlı kitabı, İsveç’te Gotap Matbaasında basıldı. Bu kitapta yazılan­lardan ve yazarının başkaldırısından ötürü, PKK tarafından kara listeye alın­dı. Çürükkaya, şimdi Almanya’da yaşıyor.

https://www.madiya.net/index.php?option=com_content&task=view&id=385&Itemid=1

(19) Cahide Şener Siverek te doğdu PKK örgütüne katıldı. 12 eylül darbesiyle tutuklandı. Diyarbakır zindanında yıllarca kaldı, işkencecilere karşı direndi ölüm oruçları açlık grevlerine katıldı. Tahliye olunca tekrar PKK ye katıldı önce türk devleti tarafından ardından PKK tarafından tutuklandı korkunç olaylar yaşadı. Şu anda avrupada yaşıyor.

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu