Anılar 3
Selim Çürükkaya / Stockholm’de Hapis arkadaşım İhsan Şenr ile karşılaştım.
Diyarbakır cezaevınden tahliye olduğu, Batman’ı terk ettiği gün gibiydi. Yani hiç bozulmamıştı.cİçindeki yurtseverlik ayeşi hala yanıyordu…
Bana: „Haydi artık bir şeyler yapın!” dercesine bakıyordu.
Zaten merhabalaştıktan hemen sonra, ilk sorusu: “Ne zaman örgüt kuracaksınız?” oldu.
„İhsan”dedim „Otuz yıl önce bir tane kurduk. Amacımız bütün Kürtleri, Kürdistan’daki bütün aşiretleri, bütün aileleri, bütün sınıf ve tabakları, bütün dinler ve mezhepleri, bütün dilleri ve kültürleri ve Kürdistan‘ın bütün parçalarını birleştirmekti.
Bunun için akla hayale gelmedik çabalar harcadık.
Hala kimselerin anlatamadığı işkencelere maruz kaldık.
Karları, kışları, dağları yendik.
Coşkun suları, geçilmez engelleri geçtik. Açlıkların koynunda yattık, ölümü öldürdük. Eski inançların tümünün altına dinamitler koyduk. Ama vardığımız yeri biliyor musun?
Bacı kardeşin, kardeş ablanın, baba oğulun, torun dedenin düşmanı oldu.
İşte bunun nedenlerini anladığımız ve bunları yeniden birbirleriyle barıştırabildiğimiz gün, örgüt kitleselleşir.”
Bilmiyorum anladı mı beni İhsan? Anladıysa da O, somut şeyler istiyor. Dertleri çok, içi dolu İhsan‘ın!
İsveç‘e ayak uyduramıyor.
Ne yapsa içi rahat olamıyor, uykusu gelmiyor, ruhu doyum nedir bilmiyor.
Memleketini, toprağını özlüyor.
Bir evde rastladım İhsan‘a, bir arabada yitirdim. Sitemlerini yüreğime saplayıp ortalıktan kayboldu. Yüreği yaralı İhsan‘ın, istiyor ki hepimizin yüreği onun ki gibi yaralansın!
Gösterebilseydim yüreğimi ona, artık hiçbir ok için yer kalmadığını görüp, belkide rahatlardı, ama göstermeye gerek görmedim, binbir yarayla bezenmiş yüreğimi göstererek onun yüreğinde bir yara daha açmak istemedim.
Ya Mahmut‘la karşılaşmam!
Güya ben Stockholm‘u görmeye, güzeliklerini yaşamaya gelmişim!
Denizini
Adalarını
Soğuğunu
Uzun gecelerini
Alışveriş merkezlerini
Hiç görmedim bu kez
Gecmişte yaşadıklarım kâbus gibi her yerde karşıma çıktı.
Bunlardan biri de Mahmut‘tu.
1977 yılında Bingöl‘de, Bingöl taksinin hemen bitişiğinde bir kahve vardı.
Orada otururduk.
Tartışmalarımızı orada yapardık, Çin‘i Rusya‘yı Amerika‘yı orada tahlil eder, yıkmamız gerekenleri orada yıkar, yapmamız gerekenleri yine orada yapardık.
Hiç unutmam, öğle saatlerine yakındı. Kahvenin kapısından uzun boylu iriyarı Mahmut içeri girdi. Kafasından yanaklarına doğru kan akıyordu, ama onun umurunda bile değildi. Kahvenin orta yerine doğru yürüdü, rol yapan bir artist gibi bize döndü, kızgın bakışlarını üzerimizde gezdirdi, sol elini kaldırıp bize doğru salladı ve: “Burada boşu boşuna neye oturuyorsunuz, burada mı devrim yapacaksınız?” diyerek üzerimize bağırdı. Mahmut‘u yatıştırmak için uğraştık.
Sağlık ocağına götürüp kafasına dikiş attırdık.
Pansuman yaptırarak kafasını sardırdık. Bu ara kimlerin saldırısına uğradığını da öğrendik. Birkaç gün sonra Mahmud‘u sopalarla döven yedi kişi, sopalarla dövüldü. O dönemde kısasa kısas, şaşmaz kanunumuzdu bizim.
İşte bu Mahmud‘u 28 yıl sonra Stockholmde bir arkadaşımın evinde otururken, bu kez bir akşam üzeri kapıdan içeri girince gördüm.
Kafasında kan yoktu ama saçları dökülmüştü. Sarılarak öpüştük. Mahmut 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yakalanıp Elazığ’da cezaevine atılmış. Tahliye olunca Yunanistan’a kaçmış. Oradan bir yolunu bularak İsveç‘e ulaşmış. Dil öğrenmiş, Psikoloji eğitimi görmüş, küçük bir adada terapist olarak çalışmış. Birdenbire başına bir iş gelmiş. Mahmud‘un böbrekleri! Evet böbrekleri iflaz etmeye başlamış.
Gerisini onun kelimeleriyle anlatayım:
“Kendi evimin bir odasında diyaliz makinesi kurdum.
Hergün, günde beş saat kendimi bu makineye vurdum. Evim, cezaevime dönüştü. Ve bir makine sayesinde yaşamımı sürdüren bir mahkûma çevirdim kendimi. Bundan altı ay önce, iflaz eden iki böbreğimin yerine ölmüş birinin tek böbreğini taktılar bana. Ama iyi çalışmıyor, yan etkiler, yeniden makineye bağlanma mahkumiyeti ve korkusunu yaşıyorum!”
Bu Mahmud‘un hazin öyküsünün tesirinden henüz sıyrılmadan başka bir Mahmud‘un öyküsüyle karşılaştım.
Telefonum çaldı.
Hollanda’lı bir gazeteci, Stockholm’de olduğumu öğrenmiş ve benim aracılığımla Avukat Hüseyin Yıldırım‘la Röportaj yapmak istiyor.
Konu: 1987 de Hollanda’da katledilen Avukatım Mahmut Bilgili’ nin durumu. Hüseyin Yıldırım Avukat Mahmut Bilgili ile ilgili bildiğim öyküyü gazetecilere anlattı. Ama Hollanda’lı gazetecilerin İsveç eski Başbakanı Olaf Palme ile Av. Mahmut Bilgili’ nin ölümü arsında bir ilişki izinin peşine düşmeleri dikkatimi çekti. Bende bir gazeteci olarak başka bir olayın henüz bulunmamış ipuclarını bulmaya çalışıyorum.
Stockholm‘de. Öldürülüşünün gizini geç anladığımız için büyük felaketler yaşadığımız Çetin Güngör ile ilgili Sait Aydoğmuş ve İbrahim Aydın‘la konuştum. O günleri yeniden yaşadım. Ve Çetin Güngör‘ün demokrasimizin ilk şehidi olduğunu anladım. Baran’ı görünce düşlerim yine Kürdistan dağlarına gitti. O yiğit bir dağ kartalıydı. Hala bütün heybetiyle Stockholm’de yaşıyor. Dağa ayak uydurduğu, onlarla bütünleştiği gibi Stockholm‘e de ayak uydurmuş.
Tekniğin hiç olmadığı dağlardan inmiş, hiçbir eğitim görmeden, kendini evde yetiştirerek bilgisayar uzmanı olmuş!… Ve bir uzman olarak çalışıyor. Programlama ve teknik olarak bütün ince ayrıntıları öğrenmiş. O, dağdan hatıra kalan sakalıyla, yüzü ülkesine dönük kararlı bir dağ kartalı gibi kaldı hafızamın bir köşesinde. Yolculuğumun 12. gününde hemşehrim Kenan‘ın hoş sohbeti eşliğinde havaalanına kadar geldim.
Uçağa binerken:
„Elveda Stockholm
Elveda anılarım
Elveda acılarım
Elveda dostlarım
Ve arkadaşlarım„ dedim
8.02.2005