
PKK, Gazeteci ve Yazar Günter Wallraff’ı Hedef Alıyor
Kürt İşçi Partisi PKK, gazeteci ve yazar Günter Wallraff’ı sert şekilde eleştiriyor. PKK, Wallraff’ın PKK lideri Abdullah Öcalan ile yaptığı bir röportajı öyle bir şekilde çarpıttığını iddia ediyor ki, sanki Öcalan özellikle kötü niyetli biri gibi gösterilmiş. Wallraff bu iddiayı reddediyor.
Soru: Sayın Wallraff, PKK, geçen yıl Aralık ayında Abdullah Öcalan ile yaptığınız görüşmenin değerlendirmesinden pek memnun görünmüyor. PKK’nın Almanya’daki sözcüsü olarak bilinen İran-Kürt kökenli yazar Ali Ghasi, Frankfurter Rundschau gazetesinde şöyle demiş: “Günter Wallraff’ın söylediği her şey uydurma ve yalandır.”
Günter Wallraff: Ali Ghasi herhalde bunu o anki öfkeyle söyledi. Ama aslında doğruyu bildiği halde böyle konuştu. Çünkü o da çok iyi biliyor ki, Öcalan’ın söylediği ana cümleler yalnızca yayımlandığı şekilde değil, aslında Öcalan çok daha ağır şeyler de söyledi.
Örneğin Abdullah Öcalan, kendi Kürt halkı hakkında da şöyle söyledi (PKK’nın kendi yayın organlarından birinden alıntı yapıyorum):
“Siz son derece yozlaşmış, sefil insanlarsınız ve ancak öldürülerek ortadan kaldırılmaya uygunsunuz.”
Başka bir yerde de şöyle demiş:
“Bizim bizden ayrılanları ajan provokatör olarak vurduğumuz söyleniyor. Biz her zaman dedik ki: Bu meşru müdafaadır. Bizi yok etmek isteyenler, ister Batı’da ister Doğu’da olsun, onlardan önce davranırız!”
Bunların hepsi yazılı, hepsi PKK tarafından onaylanmış.
Ama Ali Ghasi’yi biraz da anlamak lazım. Sonuçta bu görüşmeyi mümkün kılan kişiydi ve şimdi onun üzerinde büyük baskı var. O, insani amaçlar taşıyan girişimlerinden ve barış görüşmelerinin başlaması umudundan PKK’nın bir gün toplumda yeniden kabul göreceğini bekliyor. Birileri ona “PKK’nın koyun postundaki adamı” demişti. Onu aynı zamanda bu örgütün ‘ahlak bekçisi’ olarak da tanımlayabiliriz. Ali Ghasi uzun vadede PKK’nın Almanya’daki sürekli diplomatik temsilcisi olmak istiyor, bu yüzden de hareket alanı çok sınırlı.
Soru: Hem Die Zeit gazetesinde hem de Çürükkaya’nın PKK kitabında yayımlanan röportajınız, sanki kesintisiz bir sohbet havası veriyor. Ancak size, bu konuşmanın aslında montaj olduğu ve bu durumun açıkça belirtilmediği suçlaması yapılıyor.
Günter Wallraff: Röportajın giriş kısmında açıkça belirtiliyor: Bu “alıntılar”, “Çürükkaya’nın kitabı ile ilgili olan bölümler” ve görüşmenin sadece bir kısmı PKK savaşçılarının önünde gerçekleşti.
Peki, montaj ne demek? Söyledikleri cümleler aynen o şekilde, birebir söylendi. Ama tabii Öcalan çok daha fazla konuştu, Tanrı’dan da dünyadan da bahsetti. Ben ise, Çürükkaya’nın kitabı ile ilgili olan ve bu bağlamda önemli olan kısımları yayınladım.
Bir ön görüşme vardı, bir masa sohbeti vardı ve ardından PKK savaşçılarının önünde yapılan asıl görüşme vardı. Öcalan’ın söylediklerinin büyük bölümü PKK’nın Köln Kürdistan Enformasyon Bürosu tarafından bile reddedilmedi. Ayrıca onların hazırladığı metin çok kötü bir çeviriydi.
Ancak görüşmenin sonunda, Öcalan bizi arabaya uğurlarken, daha önce kaldırdığı Çürükkaya hakkındaki infaz emrini tekrar onayladı. Şöyle dedi:
“Eğer bir kaza olursa ben sorumlu değilim.”
O anda Kürdistan Enformasyon Bürosu’ndan kimse orada değildi. Ali Ghasi oradaydı ama birkaç adım uzakta durmuştu. Duyduysa bile bunu asla kabul edemezdi, çünkü bu onun misyonuna çok büyük zarar verirdi. Ancak gazeteci Helmut Oberdiek bu sözleri net bir şekilde duydu ve arabaya biner binmez bu konuyu konuştu. O sırada orada bulunan Yeşiller Partili politikacının da bu sözü duymadığı söyleniyor ki bu doğru, çünkü o hiç Türkçe bilmiyordu.
Soru: Röportajda geçen ve tartışmasız şekilde söylendiği belirtilen şu cümle var: Çürükkaya “bizim en kutsal değerlerimize saldırmış” deniyor. Ancak bu sözün Öcalan’a değil, PKK üyesi Sakine Cansız’a ait olduğu, sizin röportajınızda ise Öcalan’a atfedildiği iddia ediliyor.
Günter Wallraff: Öcalan bunu başka bir yerde, aynı anlamda söyledi. Yani ona burada kesinlikle kendi görüşü olmayan bir şey yüklenmiş değil. Bu noktada gerçekten küçük bir yanlış atıf var, cümle farklı bir bağlamdan alınmış olabilir ama içerik aynıdır.
Soru: Köln Kürdistan Enformasyon Bürosu, röportajın bazı bölümleri için sizin verdiğiniz versiyondan oldukça farklı çeviriler sundu. Örneğin siz, Öcalan’ı şu sözlerle aktarıyorsunuz:
“Benim tarzım kutsal İsa’ya benziyor.”
Ancak diğer çeviride şöyle deniyor:
“Günter, sen diyorsun ki ben İsa’ya bağlıyım. Onu burada yaşayanlarda görebilirsin.”
Günter Wallraff: Öcalan, bunu aynen benim röportaj metnimde yazdığı gibi söyledi. Bunu gazeteci Helmut Oberdiek, yeminli bir beyanla da onayladı. Diğer çeviri ise baştan savma, özensiz ve oldukça bozuk bir çeviri. Cümleler parçalanmış ve bağlamından koparılmış. Öcalan bizim görüşmemizde birkaç kez kendisini İsa ile kıyasladı. Hatta bana, bir Alman PKK savaşçısının motivasyonunu anlatırken şöyle dedi:
“O diyor ki, ben kutsal İsa’ya bağlıyım, mesele budur. Bu kişi bunu gerçekten yaşıyor.”
Ayrıca başka bir röportaj metni daha var – İsveç gazetesi Dagens Nyheter’in genel yayın yönetmeni Arne Ruth, bu röportajı Türkçeden İsveççeye çevirtmişti. Ufak çeviri farklılıkları dışında, içerik benim versiyonumla aynıdır. İsveç’te de PKK bu röportaja karşı çıktı ve Arne Ruth’u kendi yayın organlarında Mossad ajanı ilan etti. Oysa Arne Ruth, son derece dürüst bir gazetecidir ve insan haklarına bağlı birisidir. Zaten Ruth, Yaşar Kemal’i İsveç’e davet eden kişiydi.
Soru: Abdullah Öcalan, sizinle yaptığı görüşmenin sonunda sizi başka görüşmelere de davet etmişti. Bu davet hala geçerli mi?
Günter Wallraff: Sanmıyorum, çünkü ben “uygun şekilde” davranmadım ve kendimi kullanılmaya da izin vermedim. Öcalan hep insanların kendisini “analiz etmesini” ister – bu onun klasik bir söylemidir – ama ben onu muhtemelen onun alışık olmadığı bir şekilde analiz ettim. Yani aslında görüşmeyi sürdürmek isterdim, fakat bunun şu anda mümkün olduğunu sanmıyorum.
Soru: Böyle bir görüşmeden beklentiniz neydi?
Günter Wallraff: Ben Öcalan’a, açık bir hedefle gittim: Selim Çürükkaya hakkındaki infaz emrini kaldırmak. Görüşmenin başında sanki bu mümkün olacak gibi görünüyordu ama görüşmenin sonunda bu karar tekrar geri alındı. Ben Öcalan’a baskı yapmaya devam edeceğim, ta ki bu ölüm tehdidi tamamen ortadan kalkana kadar! Bu konuda Selim Çürükkaya’ya da söz verdim, aynı zamanda ifade özgürlüğüne karşı olan bu tehdide de karşı çıkıyorum. Bunu bir meslek dayanışması olarak da görüyorum – eğer bunu daha fazla insan yapsaydı, belki de bu iş çoktan çözülmüş olurdu.
Soru: Siz infaz kararının kaldırılmasını “en azından bir küçük başarı” olarak görüyorsunuz. Peki başka ne amaçlıyorsunuz?
Günter Wallraff: Kendini her şeyin ölçüsü olarak gören ve sekter liderlerde ya da Stalin döneminin kişisel kültlerinde gördüğümüz türde bir kibir ve otoriterlik sergileyen birine, onun kendi adamlarının önünde açıkça karşı çıkmak, ona boyun eğmeme ritüelini bozmak, belki onu değiştirmez ama onu düşünmeye sevk edebilir. Belki bu, onda küçücük bir özeleştiri kıvılcımı başlatabilir. Bu da bir başarı olurdu. Eğer böyle bir ihtimal varsa, bu şans kullanılmalı – bu, siyasi kültürün bir gereğidir.
Soru: Şimdiye kadar gösterdiğiniz çabalar pek de büyük başarı getirmedi. PKK çevrelerinden size yönelik eleştiriler, metin manipülasyonu suçlamalarının çok ötesine geçti. Sizi Türk devletiyle iş birliği yapmakla suçluyorlar.
Günter Wallraff: PKK, Aralık ayında gerçekleşen görüşmeyi aslında tamamen farklı bir şekilde hayal etmişti. Bu yüzden şimdi beni karalamaya çalışıyorlar. Kendi komplocu zihniyetlerini gizlemek için bana, aslında kendilerinin yaptığı şeyleri atfediyorlar. Örneğin, şimdi kendi yayınlarında benim Türk istihbarat ajanı olduğumu, Türk devletiyle en iyi ilişkilere sahip olduğumu iddia ediyorlar. Oysa benim Türk devletiyle hiçbir resmi ya da gayriresmi ilişkim yok. Ama Öcalan gibi, başka bir devletin (o dönemde Suriye’nin) kontrolü altında bir ajan gibi hareket eden biri, sanırım başkalarının da ancak bir yerlerden görevlendirildiyse böyle bir risk alabileceğine inanıyor. Kendi dünya görüşleri dışında başka bir açıklama kabul edemiyorlar.
Asıl iğrenç olan ise, aynı şekilde Selim Çürükkaya’yı da bilerek ve isteyerek karalamaya devam etmeleridir.
Soru: PKK, Çürükkaya’ya tam olarak neyi suç olarak yüklüyor?
Günter Wallraff: PKK’nın yayın organlarında onun (Selim Çürükkaya’nın) bir “itirafçı” olduğu, Alman makamları tarafından pasaport, para ve yüz değiştirme (estetik) imkanları sağlanarak ona yeni bir kimlik verildiği iddia ediliyor. Bu şekilde ona iftira atılıyor ve böylece infaz emri hâlâ yürürlükte tutuluyor. Bu bir suçtur ve PKK’nın bütün politikasını itibarsızlaştıran bir yaklaşımdır. Gerçekte durum bunun tam tersidir, ben bunu bizzat araştırdım ve ikna oldum: Selim Çürükkaya ve eşi, Almanya’daki davalarda ifade vermeyi reddettiler ve bu nedenle her ikisi de zorla tutulmaya (Beugehaft) alındı.
Daha sonra Selim, Hamburg’daki bir dava kapsamında polis zoruyla mahkemeye çıkarıldı ve duruşma salonunda kendisini izlemeye gelen bir grup Kürt’le karşı karşıya kaldı. O gün Çürükkaya’nın ifade vereceği söylentisi yayılmıştı. Fakat Çürükkaya davanın esasına ilişkin hiçbir şey söylemedi, sadece genel bir açıklama yaptı ve bu da davanın sonucunu etkilemedi. Onun temel anlayışı, başkalarının da kendi başlarına sorumluluk alarak hareket etmeleri ve eleştirel bir tutum geliştirmeleri gerektiği yönündedir; ancak böyle bir demokratikleşme süreci başlatılabilir.
Duruşma sırasında ona mahkeme salonundaki kişileri tanıyıp tanımadığı soruldu. Aslında orada bazılarını tanıdı, hatta suç işlemiş olanları da fakat buna rağmen kimseyi teşhis etmedi.
Herkes onun mahkemede kimseyi suçlamadığını biliyor, buna rağmen hâlâ ona “itirafçı” damgası vuruluyor ve ölüm tehdidi sürüyor.
Soru: Selim Çürükkaya’nın şu an durumu nasıl?
Günter Wallraff: Özgürce hareket edemiyor. Alışverişe bile gidemiyor. Eğer yakalanırsa, tıpkı başına gelen diğer arkadaşlar gibi, her an öldürülme tehlikesi var.
Çürükkaya kitabında da çok açık bir şekilde Kürt özgürlük mücadelesine nasıl baktığını ortaya koydu. Türk devletine karşı tavrı da oldukça net: Kardeşi kısa bir süre önce dağlarda askerler tarafından öldürüldü. Eşinin kız kardeşi ise – PKK’yla ve direnişle hiçbir ilgisi olmayan, hatta başından beri bu işin tamamen dışında kalmak isteyen biri – 1992 yılında Tunceli’deki yerel askeri komutana çağrıldı. Ona, o zamanlar PKK komutanı olan kız kardeşi hakkında sorular soruldu. O da dürüst bir şekilde, hiçbir temasının olmadığını söyledi. İki hafta sonra ise cesedi bir mezarlığın önünde bulundu: işkence edilmiş, kafa derisi yüzülmüş, burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gerçekleştiren Türk ölüm mangalarıydı ve amaçları halkı korkutmaktı.
Soru: Sizin desteklediğiniz Çürükkaya’nın kitabı “PKK – Abdullah Öcalan’ın Diktatörlüğü” Öcalan’ın despotizmini oldukça sert bir şekilde ortaya koyuyor. Ancak kitabın yazarının rolü – ki Çürükkaya sadece sıradan bir üye değil, PKK’nın kurucu üyelerinden ve üst düzey bir yetkilisiydi – bir şekilde belirsiz kalıyor. Çürükkaya kendisini anlatırken bazı şeyleri eksik bırakıyor veya çelişkilere düşüyor gibi görünüyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Günter Wallraff: Bunun üzerine onunla konuştum. Bende bıraktığı izlenim şu: Hâlâ bir şokun etkisinde. Hem Türk hapishanelerinde geçirdiği on bir yılı hem de sonrasında liderin karargâhında ve eğitim kamplarındaki zamanı henüz tamamen aşabilmiş değil. O zamandan beri neredeyse sürekli bir izolasyon içinde yaşıyor ve daha henüz kendi geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşebilmiş değil.
Bence belki ikinci bir kitap yazacak ve orada bu konularla daha doğrudan yüzleşecek. Güvenli bir ortamdan birine her şeyi birden anlatmasını talep etmek haksızlık olur. Bu konuda hüküm vermem.
Bu kitabın en büyük önemi, bir tabuya ilk kez dokunması, bir kamuoyu oluşturmaya çalışmasıdır – bunu yaparken ne taraf değiştiriyor ne de kendisini kullandırıyor.
Bana gelen mektuplar ve yürüttüğümüz tartışmalar var, özellikle sol çevrelerden ve dayanışma çalışmaları yapanlardan, şimdi bu insanlar daha sorgulayıcı bir yaklaşım geliştiriyor ve şunu diyorlar: “Bunların hiçbirini bilmiyorduk, bunları hiç hesaba katmamıştık. Kendimizi bu kadar edilgen ve otoriteye bağlı bir şekilde davranmaya devam etmemeliyiz.”
Şimdi kendi ideolojik olarak yakın hissettiğimiz insanları da tartışmaya zorlamalıyız, bize ezber cümleler verildiğinde bunları artık kabul etmemeliyiz.
Hâlâ çok kişi şöyle savunuyor: “Eğer bildiklerimizi kamuoyuna açıklarsak, bu düşmana yarar.” Bu yüzden hâlâ mesafeli bir yaklaşım var.
Ancak genel olarak sorun şu ki: Kitap daha geniş bir çevrede tartışılmıyor. Görmezden geliniyor. PKK eleştirisi hâlâ büyük oranda tabu olmaya devam ediyor. Bunun bir kısmı bağımlılıktan, bir kısmı korkudan, bir kısmı cehaletten ya da taktiksel sebeplerden kaynaklanıyor.
Ben bunu şu ana kadar yaşanan en temel açmaz olarak görüyorum.
Soru: Bu sizi gerçekten şaşırtıyor mu? PKK’nın yöntemlerinde acımasız olduğu uzun zamandır biliniyor. Ancak bu, sol çevrelerin geniş bir kesimi tarafından hep hoş görüldü, çünkü Kürtlerin “ulusal kurtuluş mücadelesi” bir şekilde her şeyi meşru kılıyordu.
Günter Wallraff: Bu, Pol Pot dönemindeki duruma benzer bir durumdu. O zaman da bir sır değildi ve sol çevrelerde de biliniyordu ki yüz binlerce – şimdi biliyoruz ki iki milyon – insan katledildi. Buna rağmen sol çevrelerde neredeyse hiç kamuoyu önünde eleştiri yapılmadı, kitlesel protesto gösterilerinden ise hiç bahsetmeye gerek yok.
Burada da – daha küçük ölçekte, çünkü Öcalan henüz iktidarda değil – görünüşe göre bundan hiçbir ders çıkarılmamış. İşte asıl ürkütücü olan da bu. Orada bir düşünce tembelliği, bir düşünce yasağı hâkim ve insanlar ideolojik ve dogmatik bir kalıp düşüncenin içine hapsolmuş durumda. Bu da gösteriyor ki böyle davrananlar aslında olgun bireyler değil, temelde otoriter kişiliklerdir. Önce kendilerini özgürleştirmeleri ve gerçekten yetişkin olduklarını kanıtlamaları gerekiyor.
Soru: Bazı sol dayanışma gruplarının yanı sıra, CDU’nun sağ kanadından Heinrich Lummer da Öcalan’a destek veriyor. Bu garip ittifakı nasıl açıklıyorsunuz?
Günter Wallraff: Öncelikle insanı ürperten koalisyonlar ortaya çıkabiliyor. Ama derinlemesine düşündüğünüzde, belki de burada bir tür tutarlılık ve sonuç var. Lummer’ın her zaman açık bir milliyetçi olduğunu ve kendi çevresinde bir tür köktendinci olduğunu düşünürsek, bazen insanlar belli önyargılar üzerinden bir araya gelebiliyor ve bir noktada birbirlerinde bir ruh akrabalığı bulabiliyorlar – ama burada bir fikir akrabalığından söz etmek mümkün değil tabii.
Bu durumu daha da tedirgin edici yapan şey, aynı şekilde mesela Gauweiler’in şimdi Ayetullahlar için “yüreğini” keşfetmesi.
Burada birbirini bulan “doğru” insanlar var ve kültürel farklılıkların ötesinde garip koalisyonlar ortaya çıkıyor. Şimdi hâlâ bununla dalga geçebiliriz, “bunlar zaten marjinal, ciddiye alınmayacak tipler” diyebiliriz. Ama bana göre bunlar, gelecekte oluşabilecek yeni ve tuhaf siyasi oluşumların habercisi olabilir.
Tabii Lummer’ın burada istihbarat çıkarlarının olup olmadığını ve bu görüşmeleri BND (Alman İstihbarat Teşkilatı) adına mı yürüttüğünü bilmiyorum. Ama böyle Alman milliyetçisi bir adamla Kürt milliyetçi bir liderin “ırksal” önyargılar üzerinden buluşması insana tüyler ürpertici geliyor.
Öcalan, Kürtlerin Federal Almanya’yı “kirlettiğini” ve buna karşı “haklı bir şekilde” bir ırkçılığın geliştiğini söylediğinde, bunu Lummer daha iyi ifade edemezdi.
Soru: Bir süredir polis koruması altındasınız. Neyden korkuyorsunuz?
Günter Wallraff: Hiçbir şeyden korkmuyorum. Onlara karşı korku göstermek en kötü şey olurdu çünkü şimdiye kadar insanları korkutarak sindirdiler, geri çekilmeye zorladılar. Eğer kimse korkmazsa bu tehditler bir işe yaramaz ve sonuçta boşlukta kalır.
Bunu gerçekten vurgulamak istiyorum, tamamen içten ve taktik bir sebep olmaksızın: Sadece korku göstermiyorum, gerçekten hiç korkum yok. Normal hayat ritmimi de sürdürmeye devam ediyorum.
Soru: Yine de polis koruması altındasınız?
Günter Wallraff: Evet, bu tamamen bir önlem. Daha önce çok daha ciddi tehditler almıştım.
Örneğin, Portekiz’in eski devlet başkanı Spinola’nın darbe planlarını ifşa ettikten ve Franz-Josef Strauß’un destek verdiği ortaya çıktıktan sonra, Willy Brandt bu skandalı parlamentoda gündeme getirmişti. Önce yazılı tehditler aldım, ardından çalışma ofislerim aşırı sağcılar tarafından kundaklandı.
Şu anda kendimi Selim Çürükkaya kadar ciddi bir tehdit altında görmüyorum. Onun durumu çok daha tehlikeli, çünkü hâlâ PKK tarafından açıkça “hain” olarak damgalanıyor.
Benim öldürülmem kendi davalarına zarar verir, onlara bir fayda sağlamaz. Bu yüzden tehditlerin doğrudan Öcalan’dan geldiğine inanmıyorum.
Konu ben değilim, yakında tekrar ortadan kaybolacağım ve kimliğimi gizleyeceğim – bu en iyi koruma. Ailem için de güvenlik imkanları mevcut. Bu arada: Onlara pek çok şey söylenebilir ama örneğin çocuklara veya eşlere zarar verme – yani “aile boyu ceza” (sippenhaft) – PKK’nın tarzı değildir.
Soru: Bir dergide hakkınızda yazıldı ki size yönelik tehditler aslında uydurma, siz sadece bu şekilde gündeme gelmek istiyorsunuz.
Günter Wallraff: Bunte dergisi, bu tehditleri kitabımın reklamını yapmak için kullandığımı iddia etti. Oysa bu olayın Selim Çürükkaya’nın kitabıyla ilgili olduğunu bile bilmiyorlardı. Bu tür insanlar hep olur, kendi kötü niyetlerini başkalarına yansıtırlar ve onları bu şekilde suçlarlar. Ben ne yaparsam yapayım, onların gözünde değişmez.
Ben burada tamamen kendimden soyutlanarak, bir meslektaşa dikkat çekmek ve hakkında kimsenin konuşmadığı bir kitabı gündeme getirmek için çaba sarf ettim. Bunu da en ufak bir maddi kazanç gözetmeden yaptım. Hatta bana zaman kaybettirmekle kalmadı, maddi olarak da bir yük getirdi. Selim Çürükkaya ve eşi Aysel uzun bir süre benim yanımda kaldı, hatta onları gizlemek zorunda kaldım. Kitabın çevirisi için ilk ödemeleri ben yaptım ve iki yıl boyunca bu riski üstlenecek bir yayınevi aradım.
Sonra tehditler gelmeye başladı ve polis gelip, saldırı ihtimalinin ciddi olduğunu söylediğinde, ben bunu kamuoyuna duyurmadım. Hakkımda abartılı ve benim onaylamadığım haberler çıktı ve ben bunları hep düzelttim. Her zaman şunu açıkça ifade ettim: Burada mesele benim güvenliğim değil, mesele Selim Çürükkaya’nın güvenliği. Bu yüzden bana yöneltilen bu tür suçlamalar tamamen temelsiz. Süddeutsche Zeitung da bana “talk showlarda haçlı seferine” çıktığımı iddia etti. Oysa sadece bir talk show’a katıldım, o da kitabın çıkışından önce çoktan planlanmıştı: “Willemsens Woche”. Orada genel olarak çalışmalarım konuşuldu ve bu kitap da gündeme geldi.
Soru: PKK’ya yönelik sert eleştirileriniz, şimdiye kadar Türkiye’nin Kürt bölgeleri için barış perspektifi adına yaptığınız çalışmaları nasıl etkiliyor?
Günter Wallraff: PKK’nın bu siyasi mezhep memurlarının tüm karalama ve iftira girişimlerine rağmen, ben hâlâ bir barış arabuluculuğu için çaba harcıyorum. Çünkü Öcalan bu konuda ciddiye alınmalı. Bu noktada elini uzatıyor, ön koşulsuz olarak rehin alınan askerleri ve köy korucularını serbest bırakmayı teklif ediyor. Ancak Türk hükümeti burada tamamen inatçı bir tavır sergiliyor. Kendi insanlarını ölüme terk etmeyi, müzakere etmeye tercih ediyorlar. Türk hükümeti bu konuda daha da fazla baskı altına alınmalı.
Almanya açısından ise: Ben hâlâ PKK yasağının kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yasal bir parti, kamuoyundaki tartışmalara çok farklı bir şekilde katılabilir. PKK’nın uzun vadeli bir demokratikleşmesi açısından bu, olumlu bir gelişme olurdu.
Soru: Çürükkaya’nın kitabının tanıtımında bu yıl Türkiye’ye gidip baskı altındaki yazarları destekleyeceğinizi söylemiştiniz. Bu gezi şu sıralarda gerçekleşecekti. Son anda korkup vaz mı geçtiniz?
Günter Wallraff: Hayır, tam tersine. Her şey hazırdı. Yeşiller Partisi’nden Cem Özdemir de bizimle gelecekti. Kürt bölgelerine, özellikle de Dersim’e, bugünkü adıyla Tunceli’ye gitmek istiyorduk. Seyahatten bir gün önce bize ülkeye girişimizin reddedildiği bildirildi. Gerekçe: Güvenliğimizin sağlanamayacağıydı – bunun ne anlama geldiği belirsiz. Bu sözde tehlikeyi bahane olarak görüyorum. Bence Türk ordusu bölgede yeni bir askeri operasyon başlatmış olduğu için orada tanık istemiyor. Ama bu beni istediğim yere gitmekten alıkoymayacak. Sadece bu bir dahaki sefere önceden duyurulmadan yapılacak.
Soru: Türkiye’de iç siyasi durum giderek sertleşiyor. Başbakan Erbakan’ın İslamcı hareketi ile Türk ordusu arasındaki çatışma daha da keskinleşiyor. Türkiye için nasıl bir gelecek görüyorsunuz? Sizce demokratik bir gelişme için bir umut var mı?
Günter Wallraff: Ben bir kâhin değilim. Durum o kadar karmaşık, kilitlenmiş ve umutsuz ki burada yapılacak her tahmin sadece falcılık olur. Muhtemelen şu anda kaos yasaları işliyor, yani bu tür durumlarda genelde beklenmedik şeyler olur. Her şey mümkün: Bir askeri darbe de olabilir, İslamcıların ileride iktidara gelmesi de.
Daha İslamcılar bu kadar güçlü görünmezken bile, ben şunu söylemiştim: Bizde de zamanında Naziler tamamen yasal yollarla seçimle iktidara geldiler. O zamanlar Erbakan’ın yakında seçmenlerin üçte birinin desteğine sahip olabileceğini söylemiştim. Erbakan’ı Hitler ile kıyaslamak istemiyorum ama yapısal benzerlikler var. O dönemde Türk aydınları bana aşırı tepki verdi ve “Abartıyorsun, onlarla bir şekilde uzlaşırız” dediler. Bugün aynı insanlar artık farklı düşünüyor.
Ben hâlâ önümüzdeki yıllar için İslamizmi en büyük tehdit olarak görüyorum. Bu sorun Kürt sorununu da gölgede bırakacak. Türk ordusu tarafından köylerinden ve yaşadıkları bölgelerden zorla çıkarılan milyonlarca Kürt – bunlar tamamen yerlerinden edildi – İslamcıların kucağına itiliyor. Bu insanlar köksüz ve yoksullaştırılmış bir şekilde kurtuluş vaatlerine kapılabilir. İslamcılar bunu yerelde aşevleri ve komşuluk yardımları ile kendilerini sevdirmeyi başararak kullanıyor. Sonrasında ise kapan kapanıyor.
İslamcılar hangi yerde iktidara geldiyse, zamanla halkın desteğini kaybediyorlar ama o zaman da artık çok geç oluyor. Erbakan açık açık şöyle demişti: Hükümeti biz alsak bile, tamamen demokratik bir şekilde halk oylaması yaparız: Seçimler devam etsin mi etmesin mi? Eğer çoğunluk seçimlerin kaldırılmasını isterse, bir “İslami Tanrı Devleti” olurdu ve bu da demokratik bir çözüm olurdu.
Diğer yandan, Türkiye’de laik güçlerin toplumda İran’dakinden çok daha güçlü şekilde kök salmış olduğunu da görüyorum.
Soru: Yükselen İslamcılığı eleştirince, çok kolay bir şekilde mevcut Türk ordusunu meşrulaştırmakla suçlanmak gibi bir tehlike ortaya çıkmıyor mu?
Günter Wallraff: Buna karşı uyarıda bulunmak gerekiyor. Türk ordusunun laik Türkiye’nin savunucusu olduğu inancı tamamen yanlış. Alt rütbeli subaylarda, özellikle sıradan askerler ve polis teşkilatında İslamcılar zaten çoğunluğa sahip. Ayrıca ordu, toplumun temel demokratikleşmesini engelliyor ve bu da İslamizme karşı en iyi koruma olurdu.
Ben Türkiye’yi “askeri demoktatura” olarak adlandırıyorum çünkü son söz yine ordunun oluyor. Bazıları bunu “daha küçük bir kötülük” olarak görüyor ama bu hesap kesinlikle yanlış. Kim bu yolu seçerse, bir de gidip Cezayir’e baksın, orada ne oldu.
Ben tam tersini savunuyorum: Eğer ordu bugün Kürt savaşını sona erdirseydi ve böylece serbest kalan yaklaşık yılda 10 milyar dolarlık bütçeyi eğitime, sosyal yardımlara ve iş imkanlarının artırılmasına harcasaydı, İslamizm ciddi şekilde zayıflatılırdı.
Tüm bütçenin yaklaşık yüzde 50’si orduya gidiyor ve bu da onların üstün konumlarını meşrulaştırıyor. Bu nedenle öncelikli sorumluluk askeriyede ve onların siyasi destekçilerinde. Mevcut açmazın asıl sorumluları onlar ve İslamizm bundan faydalanıyor.
Günter Wallraff:
Evet, bu durum beni çok etkiledi. Selim Çürükkaya gibi biriyle karşı karşıya kaldım; PKK içindeki suçlara karşı cesurca sesini yükselten bir insan — büyük kişisel riskler altında. Kendi içinden biri, yaşanan haksızlıkları ifşa edecek cesareti gösteriyorsa, benim desteklemem gerekir. Bu benim deneyimlerimden çıkan bir sonuç: Yanlış bağlılıklara kapılmadan, her zaman insan hakları ve demokrasi için mücadele edenlerin yanında olmak gerek.
Benim için bu bir ulusal mesele değil, temel bir insanlık sorunu. Baskı gören insanları destekliyorum ister İslamcı rejim altında olsunlar, ister askeri yönetim altında ya da PKK gibi bir örgütün içinde. İşte bu yüzden, Selim Çürükkaya gibi, sesleri duyulmayan yazarları destekliyorum.
Günter Wallraff: Kesinlikle. Benim izlenimim, bu İslamcı başarıların bir kısmının, Batı tarafından terkedilmiş ve aşağılanmış ya da en azından aşağı değerli görülmüş olmanın sonucudur. Bu yüzden, entelektüeller bile birdenbire diyorlar ki: “Artık Batı ile işimiz yok, kalkınma yardımı da istemiyoruz, kendi geleneğimizi yaşamak istiyoruz.” Örneğin, Afrika’dan bazı entelektüellerle karşılaştım, bana bunu açıkça anlattılar ve beni de bu yönde etkilemeye çalıştılar. Bunların arasında eski Maoist olan ve Çin’de yetişmiş, ardından kesintisiz şekilde İslamcı hareketlerin içinde yer almış birisi de vardı. Bu bir kindarlık, kendini kapatma hali. Orada, kendini yenilemeyen, duraklamış bir gelenekle yüzleşiliyor. Ben büyük bir gelecek tehlikesi olarak görüyorum: Artan milliyetçilik, uluslararasıcılık ve dünya vatandaşlığı yerine, dini bir dayanak olarak kullanma ve kısıtlamalar getirme. Kim bu dini kurallara uyarsa — ki çocukluktan başlar — hayatın gerçek ilişkilerine dair pek yer kalmıyor. Bu, medeniyet düşmanı, ilerleme karşıtı ve geri dönüş niteliğinde bir tutumdur. Bu, Katolikliğin de zamanında yaşadığı şekillerin benzeridir. Böyle biçimler esasen yaşayabilir değildir, dolayısıyla bu hareketin de sonunun yakın olduğunu düşünüyorum. Ama ne kadar insan bundan zarar görecek ne yok edilecek ne kalacak? Bunu tamamen Batı’ya yüklemek ise çok basitleştirilmiş olur. Bu da ancak düşünce yasaklarıyla açıklanabilir.
Soru: Örneğin, Almanya’da ikinci veya üçüncü kuşak olarak yaşayan Türk gençlerinin birdenbire burada Türk milliyetçiliği ve İslam’ı keşfetmesi toplumsal dışlanmanın bir ürünü değil mi?
Günter Wallraff: Tabii ki, bu bir ezilen kimliği bilinciyle başladı. Almanya’da yaşayan Türkler hâlâ ırkçı şekilde aşağılama ve hor görülmeyle karşılaşıyorlar. Ve bu yaşam duygusundan dolayı, bu gençler için bir tutunma noktası oluyor; sanki bu kalan tek şey, sabit bir değer, koruyucu bir güç. Bu gençleri kolayca damgalamamak lazım. Bazıları sadece kendilerine sunulan bir teklifi kabul ediyorlar. Bu, spor ve boş zaman aktivitelerinden başlıyor; İslamcılar birçok şey sunuyor. Öncelikle kimsenin dini kurallara uyup uymadığına bakmıyorlar.
Soru: “Ganz unten” (En Altta) adlı çok satan kitabınızın ardından Duisburg’da bir Almancı-Türk entegrasyon projesi başlatmıştınız. Bu projenin son durumu nedir?
Günter Wallraff: Küçük çapta bir girişim başlattım: Duisburg-Neudorf’ta “Birlikte Yaşama” Vakfı. Bazı arkadaşlar da bunu seçti. Bir konut modeli, bir buluşma ve iletişim merkezi ortaya çıktı. Önceleri yabancı çocuklar için etüt dersleri verildi. İlk mezunlar şimdi Abitur yaptı. Semt eskiden sosyal bir sorun bölgesiydi, Almanlar arasında ciddi yabancı düşmanlığı vardı. Vakıf başarılı oldu, bugün bu küçük alanda yabancı düşmanlığı aşılmış durumda. Bu herkes için sadece avantajlı. Vakıf herkesin kullanımına açık, siyasi yönelimi ne olursa olsun. Burada İslamcı kadınlar bile tıbbi eğitim kurslarına katılıyor; ben erkek olduğum için oraya giremiyorum. Kürtler katkı sağlıyor. Kutlamalar, etkinlikler var, Aziz Nesin bile geldi, düğünler yapılıyor — ve Almanlar da misafir olarak katılıyor. Yani küçük çapta yaşanan ama büyük çapta mümkün olanı gösteren bir şey. Bu eski işçi mahallesi böylece korunmuş oldu, yok edilip basit binalar yapılması planlanıyordu. Önceden kaçınılan bir yer bugün tekrar canlanmış durumda. Bunu fazla büyütmek istemem. Küçük, yerel bir hikâye. Daha büyük çerçevede bir damla, ama yine de bir başlangıç.
Soru: Son zamanlarda Türkiye’deki siyasi durumlarla daha çok ilgileniyorsunuz. Türkiye’ye özellikle bu kadar yoğun ilgi göstermenizin sebebi nedir?
Günter Wallraff: “Ganz unten” kitabımla çok büyük bir başarı yakaladım ve bu benim için bir sorumluluk oldu; Almanya’da yaşayan Türk toplumu için uğraş vermek. Bu yüzden bazen benim kendi çıkarlarımın istismar edilme tehlikesi de doğdu. Bana çok şey öğreten bir anı: Bir cami cemaatinde büyük dinlerde hoşgörü ve dinlerin suiistimali üzerine bir konuşma yaptım. Hristiyanlığın belli geleneklerini sertçe eleştirdim ama İslam’ı da sakınmadım. Sonra, sadece kendi işlerine gelen kısımlar tercüme edildi. Türkiye’de bazı İslamcı gazeteler “İslam’a geçeceğim” diye yazdı. Ben kullanılmış bir aptal gibi gösterildim. Arkadaşlarımdan biri, İsveçli bir gazeteci, orada Salman Rüşdi’ye fetva konusunda anket yaptı — oradakilerin tamamı, bazen fanatik bir şekilde, fetvaya destek verdi. Bu benim için dönüm noktasıydı. Artık gözlerimizi kapatamayız ve başka kültürel farklılıklara bağlayıp kabul edemeyiz. İnsan hakları evrenseldir ve bu uğurda hayatlarını verenlere bağlıyız; karanlık dini yapılanmalara değil.
Soru: Bu durum Selim Çürükkaya’ya destek vermenizi de açıklıyor mu?
Günter Wallraff: Ja. Man ist offen und zum richtigen Zeitpunkt begegnet man den richtigen Menschen. Dann lasse ich mich drauf ein und dann spielt auch die Zeit keine Rolle, die das Ganze beansprucht. So ist es auch hier. Ich habe ein größeres Thema, mit dem ich mich eigentlich schon seit Jahren schwertue und langsam reinwachse, auch unerkannt, erst mal wieder beiseitegeschoben, um mich jetzt auf diese überschaubare Sache einzulassen und auch eine Art Hilfestellung zu leisten. Ich nutze da meine Bekanntheit, um jemandem die Beachtung zu verschaffen, die ihm zusteht. Das habe ich zurzeit für Selim Çürükkaya erst mal erreicht. Als ich ihn jetzt wiedertraf, schien er aus seiner psychischen Erstarrung schon ein Stück herausgekommen. Er hat jetzt auch Kontakte zu kurdischen Freunden, die ihn bisher auch missverstanden haben. Es sind jedoch noch zu wenige.
Günter Wallraff: Evet. İnsan açık oluyor ve doğru zamanda doğru insanlarla karşılaşıyor. Sonra buna kendimi bırakıyorum ve bu sürecin ne kadar zaman alacağı önemli olmuyor. Burada da durum böyle. Aslında yıllardır zorlandığım ve yavaş yavaş içine girmeye başladığım daha büyük bir meselem var, ama önce bunu kenara koyup, şimdi bu sınırlı meseleye odaklanmaya ve bir tür yardım sağlamaya karar verdim. Tanınmışlığımı, hak ettiği ilgiyi birine kazandırmak için kullanıyorum. Şu an için bunu Selim Çürükkaya için başardım. Onunla tekrar karşılaştığımda, psikolojik donukluğundan bir nebze kurtulmuş görünüyordu. Şimdi kendisini yanlış anlayan Kürt dostlarıyla da iletişim kuruyor. Fakat sayıları hâlâ çok az.
![]() 23.05.1997 |