Zamanın kırptığı söyleşi
Selim Çürükkaya / Yaklaşık olarak yirmi gün önce Zaman gazetesinden Selçuk Tapuci e mail üzeri bana ulaşarak Diyarbakır cezaevi ile ilgili tam sayfa bir haber yapmak istediğini ve konuyla ilgili bilgi vermemi istedi. Hiç tereddüt etmeden evet dedim. D.Bakır cezaevini anlatmak benim en önemli görevlerimden biri olduğu için evet dedim:
Selçuk bey benim yazdıklarımı kullanarak Diyarbakır cezaevi ile ilgili bir haber yaptı. Ben burada Selçuk beyin yaptığı haberi, benim ona yazdıklarımı ve haber yayınlandıktan sonra kendisine yazdığım eleştiriyi birlikte yayınlıyorum.
Lütfen Okuyunuz ve Türkiyede gazeteciliğin ne durumda olduğu konusunda bir fikir sahibi olunuz!
Selçuk Tapuci imzalı Zaman gazetesinde yayınlanan haber:
“Diyarbakır Cezaevi, ‘Dante’nin cehennemi’ gibiydi”
Diyarbakır Cezaevi, adını, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan korkunç işkencelerle duyurdu. Adeta bir ‘işkence okulu’ idi. Öyle ki, The Times gazetesi tarafından 29 Nisan 2008’de ‘Dünyanın en kötü 10 cezaevi’ içerisinde gösterildi.
Cezaevinin en tanınmış işkencecisi Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın işkence tezgâhlarından birçok isim geçti. Bu kişiler arasında Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinden Ahmet Türk, Celal Paydaş, Mustafa Çakmak, Orhan Miroğlu, Selim Çürükkaya, Şükrü Gülmüş, Nurettin Yılmaz da yer aldı. 15’inci dönem CHP Şanlıurfa Milletvekili Celal Paydaş, işkenceler sonucu kalp krizi geçirdi ve 13 Aralık 1988’de, henüz 48 yaşındayken hayatını kaybetti. 1981-1989 yılları arasında işkenceye maruz kalan 34 kişi öldü, yüzlerce kişi sakat kaldı.
Burada en ağır işkencelerden geçen isimlerden ikisi de Kürtçülük suçlamasıyla mahkûm olan Selim Çürükkaya ile eşi Aysel Çürükkaya’ydı. Diyarbakır Cezaevi’ni ‘askeri bir esir kampına’ benzeten Selim Çürükkaya, hapishane yıllarını Dante’nin cehennemine benzetiyor: “Hani Dante’nin cehenneminde bu dünyada işlenen suçlara göre odalar mevcut ve her odada uygulanan bir azap çeşidi vardı ya.” diyen Selim Çürükkaya, Diyarbakır Cezaevi’nin de bu cehennem odaları ile dolu olduğunu söylüyor.
Verdiği bilgilere göre, 41 koğuşu olan Diyarbakır Zindanında bin ile 3 bin kişi arasında mahkûm vardı. Her bir koğuşta başka bir insanlık dışı manzara yaşanıyordu. Çürükkaya, cezaevinde kendisine yapılan bütün işkencelerin amacını, “Bize ‘Kürt değil, Türk’üz. Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına bağlıyız ve pişmanız’ dedirtmekti.” şeklinde özetliyor. Bu sözleri, zorla kabul ettirmek için kendilerine hayvanlara dahi yapılamayan işkencelerin yapıldığını ifade ediyor. Başına gelenleri duyan kardeşlerinin üçü, okudukları üniversiteleri terk ederek dağa çıkmış.
1991 yılında serbest kaldığında kendisine de aynı teklif gelmiş ama kabul etmemiş. Önce İstanbul’a gitmiş, sonra da kaçak yollardan Yunanistan’a kaçmış. Referandum sürecine ilişkin görüşlerini de açıklayan Çürükkaya, Türkiye’de demokratik özgürlükçü yeni bir anayasanın olması gerektiği düşüncesinde. “Değiştirilmek istenen anayasa maddelerini tek tek incelediğimizde daha önceki maddelere göre olumlu bulduğumuzdan dolayı referandumda ‘evet’ dememizin daha mantıklı olacağına inanıyoruz.” diyor.
Zaman Gazetesiden Selçuk Kapuci’ya Diyarbakır cezaevi ile ilgili anlattıklarım:
„Selçuk bey, Ben 1 Mayıs 1980 Günü Diyarabakır da tutuklanmadan önce çok güzel şiirler yazardım. Duygu yüklü bir insandım. Ama Diyarbakır cezaevinde üç yıl gibi uzun süren binbir işkence yönteminden geçtikten sonra, artık şiir yazamadığımı, duygularımın kalemden, yaşın gözümden akmadığını fark ettim. Nedenleri üzerinde çok düşündüm, Adorno’nun ‘Auschwitz’ den sonra şiir yazılmaz’ sözünü okuyunca ürpererek kendime geldim. “Vay!”, işte arayıp da bulamadığım yanıt budur işte diye mırıldandım. Diyarbakır cezaevi yaşandıktan sonra şiir yazılamaz diye düşünmeye başladım..
Gördüğünüz sistemli işkencelerden sonra her şeyiniz değişiyor.
Duygularınız, düşünceleriniz, hayalleriniz geçmişiniz, geleceğiniz….
Ve artık siz işkence görmeden evelki siz değilsiniz.
Bir kere korkunuz tamamen yok oluyor, yani sizi korkutanlar size öyle yapmışlarki; korkunuzu öldürmüşlerdir.
Ve siz işkence gördükçe haklı olduğunuzu, davanızın da kutsal bir dava olduğuna yavaş yavaş inanmaya başlıyorsunuz.
Öyle bir an geliyorki baştan sona inanç kesiliyorsunuz.
Ve onlar durmadan size işkence yapmaya devam ederler
Siz kendinizi çarmıha germek için götürülen İsa gibi hissedersiniz.
Yüzünüz kanamış, gözünüzün altı patlamış, ağzınızdaki bir kaç dişiniz sökülmüş, ayaklarınız sizi taşıyamaz haldedir, kollarınız sanki size ait değildir ..
Aldırmazlar onlar, gözleri karadır, aldıkları emirleri yerine getireceklerdir.
Ama siz inanç kesilmişsiniz, hiç bir acı ve zulüm size kar etmez artık.
Ve zebanileriniz size işkence yaptıkça küçülecekler
Evet küçülecekler ve neticede tükenecekler.
Nitekim böyle oldu Diyarbakır (c) ezaevinde.
Bir gün geldi onlara inanacak, onlara güvenecek, onlara siz haklısınız diyecek tek bir insan kalmadı.
Ve herkes ama herkes onları lanetledi.
Taslarını taraklarını, tezgahlarını, coplarını, kalaslarını, zulümlerini ve itlerini alıp gittiler.
Mahkeme, hak adalet hukuk mu dediniz?
İhsani’nin türküsündeki gibi “tüh yere!”(C) ezaevinde bize yapılan bütün işkencelerin amacı, mahkemelerin karşısında; “biz Kürt değil, Türküz, Atatürkün ilke ve inkilaplarına bağlıyız ve pişmanız” dedirtmekti.
Bu durumu daha iyi anlatabilmen için mahkemeye nasıl çıkarıldığımızı kısaca izah etmek istiyorum. Gece saat üçte komandolar bizi kaldığımız hücrelerden tek tek çıkarıyorlardı. Mahkemeye gidecek olan kişilerin tümünü hücrelerin ön salonunda tek sıraya diziyorlardı. Ellerindeki coplar, kalaslar, balta sapı, hortum zincir ve kürek sapıyla rastgele her tarafımıza vuruyorlardı. Bunlarla hınçlarını alamayınca, tekmelerini ve yumruklarını midelerimize çene altlarımıza sallıyorlardı.
Döve döve bizi bir kaç kez sayıyorlardı, ardından asker usulü el uzatmak, rahat hazırol yaptırmak istiyorlardı. İkide bir olmadı deyip işkenceyi arttırıyorlardı. Genellikle teslim olanları askeri marşlar eşliğinde askeri yürüyüşle ana koridora çıkarıyorlardı. Şafak söktüğünde onlarca grup aynı anda değişik marşlar söyleyerek anakoridora çıkınca; koridor mahşer meydanına dönüyordu.
Marş sesleri, hızla yere vurulan tutukluların ayak sesleri, zebanilerin tekme, tokat, sopa, cop, kalas sesleri, manzarayı daha da korkunçlaştırıyordu.
Bütün yürüyüşler bir müddet sonra (C) ezaevinin idare bölümünün bitişiğindeki bekleme salonunda son buluyordu.
Getirilen gruplar burada bekletiliyordu.
Bir müddet sonra zincir kelepçe seleri geliyordu.
Hepimizin yüzü duvara dönük ve tek sıra halinde diziliyorduk
Ellerimizin bilekleri arkadan kelepçeleniyor ve yirmi kişilik gruplar halinde birbirmize zincirleniyorduk.
Bu fasıl bitince tekrar rahat hazır ol komutu çekiliyor, “yerinde say marşa başla” deniliyordu.
Örneğin istiklal marşı bize okutuluyordu.
Marş eşliğinde bize kalaslar, joplar, tekmeler, yumruklarla vuruluyordu.
Biz istiklal marşının bir yerine geldiğimizde sesimizi yükseltiyorduk.
Bileklerimizde kelepçe kollarımızda zincir var ve biz şöyle haykırıyorduk:
“Ben ezelden beri hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış Şaşarım”
“Andımız” denilen yemini toplu halde okurken vücudumuza kafamıza yağmur gibi coplar kalaslar yumruklar iniyordu. Ve biz yeminin bir yerinde sesimizi yükseltiyorduk:
“Ey bu günümüzü sağlayan ulu önder Atatürk” diyorduk!
Daha var, sabah saat sekizde eğilebildiğimiz kadar bizi eğerek, gözlerimiz yere bakar şekilde bizi Ring denilen, her tarafı kapalı sadece ön tarafında bir insanın başından daha küçük bir delik bulunan araca bindiriyorlardı. Bizimle birlikte en az beş tanede komando bu araçlara bindiriliyor ve arka kapı kapanır kapanmaz zincirlerle birbirimize bağlı, kelepçeli ellerimizle bizleri yere yıkarak üzerimizde askeri yürüyüş yapıyorlardı. Ve mahkeme kapısında indiğimizde kendimizi Roma arenalarına sürülen gladyatörler gibi hissediyorduk.
Mahkeme salonununda kuralları var:
Uymayanlar müthiş cezalara çarptırılırlar.
Dinimize göre her insanın sağ ve sol omuzunda bir melek bekler, yaptığımız her şeyimizi yazar.
Mahkeme salonunda da her koğuşun bir asker gardiyanı var, kendine göre “vukuatı” not tutar.
Mahkeme salonu kuralları arasında ne mi var?
Herkesin elleri dizlerinin üzerinde olacak, gözleri „Adalet mülkün temelidir”vecizesinin „A” harfine bakacak, nizami, yani bir köle gibi oturulacak, sağa sola bakmak kesinlikle yasak, buruna sinek bile konsa kovulmayacak!
Komutan, (duruşma hakimini kastediyor) tarafından çağrılan kişi yerinden kalkıp „emredersin komutanım” deyip sanık kürsüsüne gidecek, kısa künyesini yapıp tekmil verecek, sorulan sorulara “evet” ve “hayır” dan başka cevap vermeyecek, fazla konuşanlar, Kürt’ lerden, millatan önceden bahsedenler domaltılacak.!..
Bu atmosferde başlardı adil (!) duruşmalar…
Beş asker bir sivil hakimin gözleri önünde bazen başımıza inerdi coplar:
„Hakim bey gözlerinizin önünde işkence yapılıyor” dediğimizde, hakim derdiki : „rahat durun vurmasınlar”
Mahkemeler, emir komuta zinciri içinde çalışmaya mahkumdu
Sanıklar zorla susturulmuş, ortalıkta kol gezen ölümdü.
Diyarbakır’da yargının temeli işkence ve zulümdü!
Buradan kurtulduktan sonra dağa mı çıktım diye sordunuz?
Ben daha oradan kurtulmadan önce başıma gelenleri duyan kardeşlerimin üçü okudukları üniversiteleri terk ederek dağa çıktılar.
Bir kardeşim, yapılan işkenceleri duyunca soluğu Almanya’ da aldı.
Eşim de benim gibi aynı cezaevinde tutukluydu ve aynı muamelelere tabi tutulmuştu.
1986 da tahliye olduğunda yarı ölüydü.
Hastahaneye kaldırdılar, ameliyat oldu, daha hasta yatağındayken soruşturmaya aldılar, „ya bizimle çalış, ya dağa çık” dediler
Dağa çıktı
Ben 1991, yani tutuklandıktan 11 yıl sonra tahliye oldum.
Dağa çıkmadım, İstanbul ‘a gittim, orada gazetecilik yapmak istedim.
Tutuklanmak istendim, yaşadığım bütün işkenceler gözlerimin önünden geçti.
Zira o zaman İstanbul polisi işkeceye aldığı gözü kapalı kişilerin önüne geçiyor, benim kaleme alıp yayınladığım „12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı” adlı kitabımı eline alıyor, „Şimdi Selim Çürükkaya’nın kitabının herhangi bir sayfasını açacağım, hangi sayfası şansına gelirse, sana okuyacağım ve orada anlatılan işkence yöntemini sana uygulayacağım” diyordu.
Tutuklanacağımı anlayınca dağa çıkmadım, kaçak yollardan Yunanistan’ a kaçtım. Kürtlerin hepsi dağa çıkmamıştı, çok azı dağa çıkmıştı, ama o zülümden o korkudan o vahşetten bir buçuk iki milyonu Avrupa’ ya kaçtı
Amerika’ya Avusturalya’ ya, Japonya’ya, Mersin’ Antalya’ ya Hanya ya, Konya’ ya milyonlar kaçtı, eğer imkanları olsaydı aya bile kaçanlar olurdu.
Kürtlerin bu dramını görmeden, bilmeden, bilince çıkarmadan
„Neden dağa çıkıyorlar?” demek , zulüm yapanların suç ortağı olmak gibi bir durumdur.
Ben Diyarbakır 7. kolordu sıkıyönetim mahkemesinde 3 yıl boyunca yargılandım.
Mahkeme beni örgüt üyesi olmak, örgütü sevk ve idare etmekten TCK nın 168/1 maddesinden 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırdı.
Mahkemede siyasi savunma yapmaktan ayrıca 8 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım. Bunun ardından savunmanın savunması yapmaktan ikinci kez 8 yıl ağır hapis cezası verdi.
Tam olarak 11 yıl hapis yattım. Turgut Özal döneminde çıkan kısmi aftan dolayı 1991 Nisan sonunda tahliye oldum.
Ben tahliye olduktan bir yıl sonra davam 1992 tarihinde yargıtay yüksek daireler kurulunda görüşülmüş, “örgütün vesair efradı” olmaktan yedi yıl hapis cezasını uygun bulmuşlar. O günkü infaz kanununa göre dört yıl yatıp çıkmam gerekiyorken ben 11 yıl yatıp çıkmışım ve ben çıktıktan bir yıl sonra hakkımda (adil!) karar verilmişti. Malesef bu (adil!) karar bile işlenen adaletsizliğin aynası olmuştur.
Selçuk Kapuci’ ya eleştiri
„Selçuk bey merhaba, benim size yazdıklarımla sizin gazeteye yazdıklarınız arasında farklar var. Örneğin “bana teklif geldi ben dağa çıkmadım” ifadesi size aittir. Bana ait olmayan ifadeleri ben söylemişim gibi yayınlamanız ahlaki değildir. Kaldı ki size Diyarbakır cezaevini çok çarpıcı anlattık. Arkadaşlarımın bana dediği gibi sizin amacınız Diyarbakır cezaevindeki işkenceleri anlatmak değil, Diyarbakır cezaevinide referandum da “evet” malzemesi haline getirmektir. Hükümet te sizin zihniyete sahipse akibetiniz hiç de iyi olmayacaktır.” Selamlar