Şemdin Sakık’ tan mektup 3
Birileri Selim Çürükkaya adına Cezaevindeki Şemdib Sakık'a mektup yazmış.
Selim Çürükkaya / Benim adıma birileri Şemdin Sakık’a mektuplar yazıp ona hakaretler ediyormuş, ben bu durumu daha önce kendi sayfamda açıklamış, bu güne kadar Şemdin Sakık’a mektup yollamadığımı söylemiştim. Geçenlerde Serçavan adlı sitede Şemdin Sakık’ın bana hitaben yazdığı üçüncü bir mektup’a rastladım. Nihayet Şemdin hakaret içerikli mektupların benim tarafımdan ona yollamadığımı anlamıştır. Serçavan sitesinde yayınlanan ve bana hitaben yazılan mektup bilgi içerdiği için kamuoyu ile paylaşmaya karar verdim:
“Sayın Çürükkaya, bir dostum, hakkımda yazılanları toplayıp bana gönderir; geçen yıl gönderdikleri arasında altında isminiz bulunan bir yazı vardı; aşağılayıcı, horlayıcı, hakaret içerikli cümlelerle doluydu, cevap vermezlik edemedim: Size hitaben iki mektup kaleme aldım, elimde adresiniz olmadığı için, www.semdinsakiktr.com sitesinde yayınladım.
Bu mektupları okumuşsunuz, “Şemdin Sakık’ın sözünü ettiği yazı bana ait değildir” diyorsunuz, öyleyse bir yanlışlık var, ya kazaen oldu ya da sizin de belirttiği gibi birileri beni feci halde yanılttı.
“Şemdin, bana ağır eleştiri ve hakaretlerde bulunmuş” belirlemesinde bulunmuşsunuz. Hâşâ, ben sizi sayan, seven biriyim; sizin gibi saygıdeğer bir insana hakarette bulunmak asla aklıma gelmez; haddi aşan sözler saffettiysem sizden özür diliyorum. Sözü edilen yazılar size ait değilse, mektupların muhatabı da siz değilsiniz; mektuplarımın muhatabı ağır ithamlarla dolu yazı kaleme alan ve altına imzanızı atan zattın, daha doğrusu yazısına sahip çıkmayan korkağın kendisidir. İnanın ki, o yazıyı kaleme alan kişinin başkası olduğunu bilseydim ya hiç cevap verme gereği duymaz ya da çok daha ağır üslup kullanırdım.
Aslında o mektupları; “Siz de mi! Kimi beni tanımadığı, kimi siyasi rant elde etmek için çiğneyip geçer, ya beni en iyi tanıyan siz neden böyle yapıyorsunuz?” düşüncesiyle yazmıştım. Bazen eleştirmiş, bazen serzenişte bulunmuştum… Sadece feryadımı dile getirmiştim, kesinlikle sizi incitmek, üzmek gibi bir niyetim olmamıştı. Sizinle bir-iki telefon görüşmesi dışında hukukum oluşmadığı halde, galiba kardeşlerinizle çok dar günlerde silah arkadaşlığı yapmış olmam, size en yakın arkadaş samimiyetiyle hitap etmeme neden oldu; bazı cümleleri de samimiyet adına kurdum. Yoksa size karşı kötü niyetim, düşmanlığım asla olmadı ve olmayacaktır da…
Sayın Çürükkaya, bazı insanlar büyük düşünürler, büyük düşünmenin eylemi büyük olur, büyük eylemin sonuçlarını değerlendirmek için yeterli zamana ihtiyaç duyulur. Çin devlet başkanına, “Fransız devrimi için ne düşünüyorsunuz” diye sormuşlar, “bir şeyler söylemek için henüz erken” diyerek cevap vermiş, hem de Fransız devrimi üzerinden yüz yıl geçtiği halde… İyi kötü, Kürtler için bir tarih yaptığımı biliyorum, o tarihi yazmak, özellikle beni yargılamak için henüz çok erken; zira süreç devam ediyor. Özellikle bazı insanların, “direnseydi, Kemal gibi, Mazlum gibi, Hayri gibi ölümsüzleşseydi” ya da sizin “dağda başka, cezaevinde başka olan adama adam demem” türündeki eleştirilerinizi zamansız buluyorum.
O mektupları yazmamdaki bir amaç da kendimi anlatmaktı; sizin “anormal”, benim “mücadelenin doğal bir sonucu” olarak gördüğümüz bu noktaya nasıl geldiğimi size açıklamak istedim. Galiba anlatamadım, sadece size değil, hiç kimseye anlatamadım kendi gerçeğimi… Belki de “neden” ve “nasıl”ları önemsemiyorsunuz, ilk sonuçlara bakarak yargıda bulunmayı daha doğru buluyorsunuz. Takdir sizin, ama bunun doğru bir yöntem olduğunu sanmıyorum.
Yine de sizi yakalamışken bazı konulara ilişkin görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım. Ne de olsa, görüşlerimi paylaşabileceğim ne bir sürü avukatım, ne ziyaretçilerim, ne de volta arkadaşım var…
Sayın Çürükkaya, 1980 Askeri Darbesi sonrasında dağa çıktığımda askerlik ve savaş adına bir tabanca ve Mao Zedung’un kitaplarından edindiğim birkaç askeri bilgi kırıntısı vardı elimde. O bilgiler de, Kürt eşkıyalarını anlatan hikâyeler kadar işime yaramadı. Doğrusu hem teorik birikim, hem pratik deneyim hem de teknik donanım olarak çırılçıplaktım. Araziye, iklime, topluma, düşmana ve en fazla da üvey kardeşlerime karşı amansız bir mücadele vererek hayatta kalmaya çalıştım. Tam iki yıl, tek başıma yakalanmama ya da öldürülmemek için mücadele verdim. Zaman içinde bu olgulara katlanmayı, ardından onlardan yararlanmayı acı tecrübelerle öğrendim; önce kaçmayı ve gizlenmeyi, sonra mevzilenmeyi, örgütlenmeyi ve giderek saldırmayı… Tecrübeyle edindiğim donanım kendimi yaşatmaya, hatta mücadele geliştirmeye, bir düzine militana yöneticilik yapmaya yeterliydi, ama hepsi o kadar. Bir savaşa komuta etmek için çok yetersizdim; teorik birikimim sığ ve dardı… Ama hayatın kazandırdığı sezgiler güçlüydü; aylar, hatta yıllar sonra başıma gelebilecekleri sezebiliyordum.
Yıl 1993. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Jandarma İstihbarat Komutanı Cem Ersever, 7. Kolordu Komutanı Bahtiyar Aydın, Dersim Alay Komutanı, Mardin Alay komutanı ve birçok subay suikasta kurban götürüldü. Kürt sorununa barışçı çözüm arayışı içinde olan ekip tasfiye edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı şüpheli bir ölümle hayata veda etti. Örgütün ilan ettiği tek taraflı ateşkesin bozulmasını ve vahşi bir savaşa kitle desteği sağlamak amacıyla Bingöl’de 33 asker katlettirildi. Reformcu Özal yerine statükocu Demirel, başbakanlığa da savaş tanrıçası Çiller getirildi. Ve ardından Kürt kıyımı başladı. 1993’te hazırlığı, 1994 ve takip eden yıllarda da uygulaması yapılan bu yıkım hareketi Kürtler açısından 12 Eylül ayarında bir darbeydi. Bence Kürtler açısından 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden de tahripkâr bir darbeydi.
Türkiye dağlarında en az on bin silahlı militan, on binlerce milis silahlı mücadele yürütüyor. Halk silahlı militan kalabalığına bakarak “bağımsız Kürdistan an meselesi” havasında, gerilla komutanları kurtarılmış bölge, hatta küçük bir cumhuriyet ilan etme tasarısı içinde. Öcalan hazretleri peş peşe cumhuriyet ilan edip duruyor; kâh Zap Cumhuriyeti, kâh Botan-Behdinan Savaş Hükümeti kuruyor…
Ben ise silahlı mücadelenin gidişatını farklı görüyorum. Türk Ordusu’nun iç temizlik hareketi, Demirel’in Cumhurbaşkanı ve Çiller’in Başbakan olması; özellikle 1993 hazanında Diyarbakır-Bingöl-Muş üçgeninde gerçekleşen devasa operasyonun yol açtığı yıkım ve aynı günlerde Ağrı Dağı’na yönelik gelişen kapsamlı operasyon beni kara kara düşündürüyor. Devlet içindeki tasfiyeler ve bu iki operasyonun öncü faaliyet olduğunu, sonraki yılda gerillanın barındığı tüm alanlarda benzer operasyonlar gelişeceğini, her bir gerilla bölgesine yeni bir Dersim, yeni bir Şeyh Sait benzeri yıkım dayatılacağını adım gibi biliyorum. Bilmenin de ötesinde içindeymiş gibi yaşıyorum. “Ne yapsam, ne tedbir alsam? Savaşı biraz durdursam mı, küçültsem mi, yoksa ulaşabildiğim her yere yaysam mı?” soruları kanca gibi beynime takılmış cevap bekliyor.
Başkası zil takmış oynuyor, ben ise hiç mi hiç rahat değilim.
Gidişatı, kardeşin Sait’in de aralarında bulunduğu yardımcılarıma açtım; kaygılarımı onlarla paylaşmakta zorlanmadım, zira olup bitenleri onlar da benim gibi yaşıyorlardı. Savaş ortamında komutanlık eden hemen herkes bir şeyler yapma gereğine inanıyor, özellikle bir şeyler yapmamı istiyorlardı; ne niyetle olduğunu bilmiyorum, ama “bu durumu Parti Önderliğine ve Merkez üyelerine anlat” deyip beni öne sürüyorlardı.
Sayın Çürükkaya, henüz çocuk sayılacak yaştayken annem ve kardeşlerimle birlikte ailemden kovuldum, köylülerimin ekmeğiyle büyüdüm, yardımları sayesinde hayata tutundum. Dağlarda geçirdiğim on sekiz yılda da Kürt köylüsünün ekmeği ve hatta kanıyla yaşadım. On iki yıldır bulunduğum hücrede yine Kürdün ekmeğiyle yaşıyorum. Anlayacağın, Kürde pahalıya mal oldum. Dolayısıyla, işin kültürel ve siyasi boyutunu bir tarafa bırakacak olursak, Kürde hayat borçlu olduğumu bilerek hareket ettim her zaman. İdeoloji ya da etnisite değil, Kürde olan ekmek borcu beni bu mücadeleye sevk etti, hala bu dürtüdür beni yöneten. Bu dürtüyle hareket ettiğim için mücadelenin boşa gitmesine göz yumamazdım…
Bir şeyler yapmalıydım, ama ne? Örgütün yeniye kapalı olduğunu, Öcalan’ın tekrarları dışında bir şeye itibar etmediğini bildiğim halde savaşın tıkandığı, tedbir alınmazsa silahlı mücadelenin 1994 ve takip eden yıllarda tasfiye olacağı fikrini ulaşabildiğim hemen her örgüt yöneticisine açıkladım. Kimi iyi niyetli olduğu halde hep yurtdışında kaldığı için Türkiye dağlarındaki gerçeği idrak edemedi, kimi de kariyerini mücadelenin önüne koyduğu için risk almak istemedi: Ya sessiz kaldılar ya da ortaya attığım çözüm yöntemlerini bana karşı kullanarak üste çıkmaya çalıştılar. Sonunda meseleyi Öcalan’a açtım; “Başkanım, size gelen raporlar yalanlarla doludur, gerçek şu ki büyük bir kıyımla yüz yüzeyiz, acilen bazı tedbirler almazsak çok büyük kayıplar yaşayabiliriz” dediğimde “ben tedbirimi çoktan aldım” diyerek sırıttı. Belli ki ben dağdaki gençlerin, o kendi derdindeymiş…
Zor durumdaydım; ya Öcalan ve ekibi gibi gidişata seyirci kalacak ya da siyasi, hatta fiziki varlığımı sonlandıracak adımlar atacaktım. Kürdün ekmeğine nankörlük edemedim, “neye mal olursa olsun bir çözüm bulmalıyım” deyip karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalıştım: 1993-94 kışını yurt dışında geçirmeyi fırsat bilerek savaşın strateji ve taktiklerini içeren “savaş sanatları” dediğimiz bir sürü kitap okudum. İlginç cümlelerin altını çizdim, kafa yordum. Özellikle Clausewitz’in “savaş sanatı” kitabını birkaç kez okudum. Savaş nedir? Savaşın insan, ekonomi, arazi, iklim, teknik, taktik, teori, strateji ve daha birçok konuyla olan ilişkisini inceledim. Yirmi gün üst üste savaş ve askerlik dersi verebilecek düzeyde teorik birikime ulaştım.
Gerekli teorik birikimi edinmiştim, ama kendi başına savaş yürütmek için yeterli değildi; bir de teorinin pratiğe nasıl uyarlanacağı sorusuna cevap bulmalıydım. Bu sefer de savaş tarihlerini inceledim. Kim; ne zaman, hangi arazi ve iklim şartlarında, hangi taktik ve stratejileri uygulayarak savaşmış, sorusuna cevap bulmaya çalıştım:
Mısırın uçsuz bucaksız çöle, Selahaddin-i Eyyubi’nin Arap yarımadasına, Rusların steplere ve dondurucu soğuğa, Amerika ve İngilizlerin okyanuslara, Fransızların yazar ve sanatçılarına; Çinlilerin nüfus yoğunluğuna, İranlıların kültür ve diplomasi geleneklerine, Hindistanlıların demokrasi kültürlerine, Yahudilerin teknolojilerine, Afganlıların dağlarına ve savaşçı özelliklerine, Japonların imparatorlarına; Almanların felsefi derinliklerine, Yunanlıların tarihi geçmişlerine dayanarak savaş strateji ve taktikleri geliştirdiklerini gördüm. Kimi sayı üstünlüğünü, kimi arazi ve iklim üstünlüğünü, kimi okyanusları, kimi çölleri; kimi kültür, sanat ve diplomatik üstünlüğünü silah olarak kullanmış.
“Acaba Kürtler neye dayanarak savaşmalıdır?” diye sorduğumda, “Kürtlerin de dağları var” dediler. Benim de dağlara dayalı bir strateji geliştirmemi istediler. Evet, Yunan tarihçiye göre on binlere geçit vermeyen dağlarımız vardı… İnsanoğlunun katır ve eşeği ulaşım aracı, kılıç ve kalkanı savaş silahı olarak kullandığı dönemde önemli birer sığınak ve hatta birer kale rolü oynayan dağlarımız vardı şüphesiz. Ama bu dağlar işgalci güçlerce önce ikiye, sonra dörde bölünmüş, her parça bir devletin himayesine bırakılmış, dolayısıyla bu dağlarda dört ordu nöbet tutar duruma gelmişti. Dahası, hava ulaşım araçlarının ve uzun menzilli silahların savaş aracı olarak kullanılmasıyla birlikte bu dağların ulaşılmazlığı da ortadan kalkmıştı. 1980’li yıllarda dağlar şöyle böyle koruyordu bizi, ama 90’lı yıllarda, özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte Doğu Avrupa ülkelerinde hurda olarak satılan on binlerce tank, top ve benzeri silahların Türkiye’ye getirilmesi ve bize karşı yoğun biçimde kullanılmasıyla birlikte dağlar bizi korumakta acze düştü. İsraillilerin ışığa, ısıya duyarlı ve uydu kontrollü kara ve hava silahlarının da devreye girmesiyle birlikte dağların en kuytu yerleri bile güvensiz hale geldi. Son teknolojinin savaş alanında kullanılmasıyla birlikte dağlar ve hatta iklim bizim için savaş aracı olmaktan çıkmıştı. Dağlar artık eskisi gibi Kürdü korumaya yetmiyordu.
Çinliler gibi büyük bir nüfusumuz mu vardı? Hayır. Yahudiler gibi birbirine kenetlenmiş bir topluluk muyduk? Hayır. Fransızlar gibi halkların kalbine hitap eden yazarlar ve sanatçılarımız mı vardı? Hayır. Gururlanacak ve güç alacak bir geçmişimiz mi vardı? Hayır. Elimizde Soğuk Savaş döneminden kalma bir örgüt, “sosyalizm” denilen bir dogma vardı; o da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte cazibesini yitirmişti.
Dağlarımızın ve geleneksel gerillacılığımızın bizi bekleyen Topyekûn Savaşa karşı bizi koruyamayacağını artık görmüştüm. “Teknoloji yoğun olarak devreye girdi, yeni strateji ve taktikler geliştirmeliyiz” dediğimde, “onların teknolojileri varsa bizim de insanımız var, insan her zaman teknolojiye üstün gelmiştir” dediler. Doğru. Ama hangi insan? Elindeki sopayı bile kullanmaktan aciz köylünün kendisini koruyabilmesi, savaş geliştirmesi, zafer kazanması mümkün mü?
Sahi biz Kürtlerin neyi vardı? İşte cevap: Bizim de düşmanımız vardı; hem de bizi çepeçevre kuşatan dört devlet. Kürtler söz konusu olduğunda birlikte hareket etmeye çalışan ama her zaman çıkarları çatışan dört devlet.
“Öyleyse Kürtler de düşmana dayalı savaş strateji geliştirmeliler” türünde, arkadaşlarımı dehşete düşüren bir fikir ortaya attım. Bana öylesine saldırdılar ki, bu fikir patentinin bana ait olduğunu sanmıştım, meğer değilmiş: Son yüz yıllık Kürt hareketinin ilişkilerine, dayanaklarına, mücadele yöntemlerine baktığımda, yüz yıllardır düşmana dayalı stratejiler geliştirdiklerini gördüm. Meğer bizim “işbirlikçilik”, “ihanet”, “kendini satma” diyerek eleştirdiğimiz, yerden yere vurduğumuz şey, özünde bir savaş stratejisiymiş. Bu gerçeği fark ettiğimde yıllardır uğruna mücadele verdiğim Kürdistan’ı kurmuş kadar sevindim; yepyeni bir ufuk açıldı önümde, halen o heyecanı yaşıyorum:
Meğer Barzani hareketinin kâh Türkiye’ye, kâh İran’a, kâh Suriye’ye dayanarak İngilizlere ve Araplara karşı mücadele vermesi, bazen de Saddam rejimiyle uzlaşması, bazen de ideolojik olarak karşıt olduğu Sovyetler Birliği’ne sığınışı tamamen savaş stratejisiymiş. Birbiriyle çelişkili görünen bu ilişkiler ağı silahlı mücadeleyi geliştirmenin, Kürtleri bir noktaya taşırmanın biricik yöntemiymiş. Önceleri KDP bünyesinde mücadele veren, daha sonra bu örgütten ayrılıp kendi partisini kuran, bazen Saddam’la işbirliğine yönelen, Kürtleri kuşatan devletlerle ittifak kuran, oraya buraya sığınan Celal Talabani’nin de zikzakları savaş taktiğinden başka bir şey değilmiş. Bu iki Kürt liderinin Türkiye’den pasaport almaları, bazen PKK’yle, bazen birbirleriyle silahlı çatışmalara girmeleri Kürt realitesiymiş. İranlı Kürtlerin bazen Irak’a, bazen de Türkiye’ye dayanarak mücadele geliştirmeleri realitenin emriymiş. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra PKK’nin yurtdışına kayışı da Kürt mücadelesinin doğal akışıymış.
Düşmandan yararlanmayı bilmeyen ya da başaramayan liderlerimizin olduğunu da gördüm: Şayet Diyarbakır ve Dersim direniş liderleri de sığınabilecek bir düşman bulabilselerdi, bu isyanlar yüz binlerin kırımına mal olmayabilirdi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Dersim dağları TİKKO militanlarını korudu ama bir dayanakları olmadığı için gelişemediler, kitlesel harekete dönüşemediler.
Bir de bu açıdan Kürt tarihine baktığımda, dayanak olmadan hiçbir başarılı savaş geliştirilmediğini; Kürt komutan ve liderler başarılı bir savaş geliştirmek istiyorlarsa, geriye kalan düşmanlarıyla ilişki ve ittifak geliştirmek zorunda olduklarını gördüm.
Ben de birçok PKK’li gibi çok radikaldim; “ya bizdensiniz ya düşmandan” mantığıyla hareket ediyordum. Bizden olmayan herkes ajan, hain, işbirlikçi ve uşaktı; dolayısıyla düşmandı. Nerede ve ne biçimde olursa olsun düşmanla savaşılmalı, düşman hak ettiği cezaya çarptırılmalıydı. Kürdün düşmanından başka bir dayanağı olmadığı gerçeğini kavradıktan sonra fikrim değişti. Örgütün karşı duruşuna rağmen en azından Türkiye devletiyle şu veya bu düzeyde ilişkide olan kişi ve örgütlerle ilişki geliştirmeye, sahip oldukları olanaklardan yararlanmaya çalıştım. O zamana kadar kanlı bıçaklı olduğumuz Hizbullah’a karşı tek taraflı ateşkes ilan ettim. Koruculuğun bir zorunluluk olduğunu kabullenip onlarla gizli işbirliği geliştirdim. Eski arkadaşlarının kanını dökmemiş itirafçılara karşı sürüp giden suikastları durdurdum, sivil yaşama geçmelerine göz yumdum. Dersim’de üslenen ve sürekli PKK’yle çatışan TİKKO, DEV-SOL gibi gruplarla ateşkes yaptım, gelişip güçlenmelerine, silahlı faaliyetlerini Karadeniz’de geliştirmelerine yardımcı oldum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurum ve kuruluşlarından yararlanma yoluna gittim. Aynı yaklaşımı örgüt içine de taşıdım: Herkesin Apocu olma zorunluluğunu ortadan kaldırdım; birine arkadaş demek için, onun Türk sömürgeciliğine karşı savaşmasını yeterli gördüm.
Çoğu insanın anlayamayacağı ve dolayısıyla kabul etmeyeceği bir politika izlediğimin farkındaydım. Zaten böyle bir politika oluşturduğum için anında en yakın çalışma arkadaşlarım ve bütün bir örgütüm tarafından hain-işbirlikçi ilan edilmiştim. Kimi beni Türk Genelkurmaylığının işbirlikçisi, kimi Kürt orta sınıfının taşeronu, kimi korucuların hizmetçisi; kimi oportünist, sağcı ve pasifistlikle yaftalamıştı. Bir anda kutsal savaşı bozan, tasfiye eden biri oluvermiştim… Oysa ben büyük bir katliamın önüne geçmeye çalışıyordum.
Eh, Napolyon ordusu Moskova’yı kuşattığında “onlarla savaşmak yerine geri çekilmeliyiz. Napolyon’u yıkılmış, yakılmış Moskova ile baş başa bırakmalıyız” diyen General Kutuzov’a da aynı suçlamalarda bulunulmamış mıydı?
Sayın Çürükkaya, özellikle savaşta yeni kararlar geliştirme zordur dostum, anında öldürürler seni. Zaten ben de bilerek zor olanı seçtim, ekmek vefası için bu büyük riski göze aldım; neyse ki tedbirimi alıp fiziki ölümden kurtarabildim kendimi, yoksa bu mektubu yazabilir miydim sana cancağızım!
Tıkanıklığı aşmak ve gerillayı büyük tasfiyeden kurtarmak için başka adımlar da attım; hepsini sıralarsam bir kitap doldurur. Bunlardan sadece birisini dikkatine sunmak istiyorum:
Bazı kitapları incelediğimde, Haşhaşilerin örgütlenme ve savaş tarzları ilgimi çekmişti, “bu tarzı gerillayla bütünleştirebilir miyim” diye işe koyuldum. “Kürdistan’ın her dağı birer kale rolü görsün, uzaklar ise savaş alanı…” Bu mantık çerçevesinde silahlı mücadeleyi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin dışına taşırmayı kararlaştırdım: Bir koldan Ardahan, bir koldan Karadeniz, bir koldan Akdeniz, bir koldan da İçanadolu’ya açılmayı planladım; elime geçen her fırsatı değerlendirip bu planı uygulamaya geçirdim. Günün moda deyimiyle “açılımların” Karadeniz ve Akdeniz ayağını başarıyla gerçekleştirdim, Ardahan açılımı yarım yamalak kaldı, Ankara’ya açılım ise gerçekleşmedi. Neden mi? Onu da anlatayım.
Meğer farkında olmayarak sınırları aşmışım, haliyle “dur” dediler; hem adına mücadele yürüttüğüm örgütüm, hem de karşısında savaştığım devlet birlikte “dur” demişti.
Sayın Çürükkaya, bilinir ki hiçbir kuvvet savaşın kendi sahasında gelişmesini istemez; bunun olmaması için sürekli önleyici tedbirler alırlar, “önleyici savaş doktrini” böyle bir mantığın ürünüdür; çünkü savaş düşman topraklarında yürütülürse, her halükarda zararlı çıkan ev sahibi olur.
Hani şu sıralar üzerinde Osman Öcalan yazılı yüz elli kiloluk b.. torbasının “Şemdin silahlı mücadeleyi Ankara’da vermemizi öneriyordu” diyor ya, işte o hedefi gerçekleştirmemi engellediler. B.. torbasının “müdahale etmeseydik silahlı grupları Ankara çevresine gönderecekti” söylemi bir itiraftır, Öcalan kardeşlerin birlikte hareket ettiklerinin kanıtıdır. Türk yetkililerin harekete geçmesini o zaman da anlamlandırmıştım, ama örgütümün, özellikle Öcalan kardeşlerin bu girişimi durdurmaya çalışmalarını yeni yeni anlıyorum. Ama onunla da yetinmemişler, şimdi anlıyorum ki, hem Türk devleti hem de örgütüm beni tümden tasfiye etme noktasında da birlikte hareket etmişler. Bir taraf 33 asker katliamını ortaya atarken, diğer taraf da burada sayamayacağım kadar çok suçlamalarda bulunarak beni karalamaya, halkın gözünde küçük düşürmeye ve etkisizleştirmeye ve ardından da fiziki olarak yok etmeye çalışmış. 1994’te Ağrı’ya, 1997’de Hatay’a gönderilmem beni tasfiye stratejisinin bir gereğiymiş…
Ve derken son nefesimi Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nin bir hücresinde aldım. Yine de halen yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum, çünkü Türkiye’ye açılma kararı almış, hatta uygulamıştım, savaşa farklı bir çehre kazandırmıştım.
Sayın Çürükkaya, İstanbul’un Beykoz’unda karargâh kuran Hizbullah örgütünün lideri Hüseyin Velioğlu’nun neden öldürüldüğünü biliyor musun? Neden mi? Örgütünü Türkiye’nin batısına kaydırdığı için… Şu sıralar DTP dediğimiz Kürt siyasi hareketinin Türk kökenli bazı insanları milletvekili ya da belediye başkanı seçtirmesine rağmen, Türk kökenlilerden oy alamamasının nedenini biliyor musun? Bir güç her türlü mücadele biçiminin Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeye hapsolmasını istiyor da ondan.
Sevgili dostum, kulağını uzat da bir şey fısıldayayım: İnan ki kimse Kürtlerin kendi topraklarında savaşmasından korkmuyor, hatta teslim olmalarından daha çok korkuyorlar, birileri Kürtlerin savaşı kendi topraklarına taşımalarından korkuyorlar… Bugün burada olmamın en önemli nedenlerinden biri, savaşı Türkiye’nin batısına kaydırmış olmamdır. Bu gerçeği gördüğümde, bu sefer de savaşın ne kadar doğru olup olmadığını sorgulamaya başladım, savaşı geliştirme adına çıktığım yolda, savaşın gelinen aşamadan sonra yıkımdan başka bir şey getirmediğini, tıkanıklık denilen şeyin savaşın rolünü oynamış olmasından kaynaklandığını gördüm. Neye niyet neye kısmet!
Neyse, izin ver de başka bir konuya geçeyim:
Sayın Çürükkaya, inandığın her değer üzerine yemin ederim ki hiçbir zaman Apoculaşmadım, PKK’lileşmedim. Beni o muazzam savaşta yürüten, her şeyimi ortaya koymamama neden olan tek faktör Kürtlere olan ekmek borcumdu. Sadece bu nedenden dolayı geleceğimi ortaya koyarak 1993’ten itibaren tıkanan ve öyle bırakılması halinde Srilanka’daki Tamillerin başına gelenlerin daha beterinin yaşanacağı bir duruma engel olmak için harekete geçtim. Beni hem örgüt, hem de devletle karşı karşıya getiren savaş tarzını ortaya koymamın tek nedeni kendimi Kürtlere borçlu hissetmemdi. Evet, bir süre sonra bu savaştan koptum, ama en azından Kürtlerin Tamiller gibi bir kırımdan geçişine engel oldum. Şuna emin olmalısın ki o tedbirler olmasaydım, bu gün ne PKK, ne Kürtlerin direniş mücadelesi olabilirdi. PKK’nin, özellikle üst düzey yöneticilerinin tasfiyesine bir damla gözyaşı döksem namerdim, ama kalbim bir tek Kürt çobanının ölümüne katlanamaz.
“O halde ne diye Öcalan’ı yüceltip duruyordun?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Onu da çok kısaca anlatayım: “Acaba biz Kürtler neye dayanarak başarılı bir mücadele ortaya koyabiliriz?” sorusunu gündemde tuttuğum yıllarda, bir de şöyle bir söylem geliştirmiştim: “Her halkın dayanacağı bir şeyleri var, biz Kürtlerin dayanacağı hiçbir şeyleri yoktur, o halde bir dayanak yaratmalıyız, bu da olsa olsa güçlü bir önderlik olabilir… Önderliğimizin etrafında kenetlenmeliyiz, gücüne güç katıp bu güçle savaşı yürütmeliyiz. Peygamber olmak istiyorsak onu tanrılaştırmalı, yenilmez olmak istiyorsak onu doğaüstü kılmalıyız…”
O çokça eleştirdiğiniz Öcalan’a yaklaşımım böyle bir anlayışın ürünüydü. Emin olmalısın ki, 1980’li yıllarda değil de, 1990’lı yıllarda bir-iki kez onu görmem sayesinde ne kadar zaaflarla dolu bir kişilik olduğunu, hele hele savaştan hiç anlamadığını görmüş, ama bu gerçeği “savaşa zarar vermesin” diyerek hem kendimden hem arkadaşlarımdan gizlemiştim. Şimdilerde de, “Biji Serok Apo” diyenlerin büyük çoğunluğunun bu anlayışla hareket ettiklerini düşünüyorum. Cemil Bayık başta olmak üzere örgütün üst düzey yöneticilerinin büyük çoğunluğunun Öcalan kişiliğini tanımadığını mı sanıyorsun. Kardeşin Sait bile, örgütten ayrılmayı planlarken Öcalan ismini kullanarak amacına ulaşmış. Yoksa Mehmet Şener gibi safça davranmamı mı bekliyordun.
“Şemdin Sakık dağda iken Apo için söylediği hiçbir şeye katılmıyorum ama cezaevine düştükten sonra yazdıkları bilinen şeylerdir” diyorsunuz. Yaşar Kemal’e “yeni bir roman yazmayı düşünüyor musunuz?” diye sorarlar. “doğrudur, yeni bir tane yazdım; yarından itibaren kâğıda dökmeye başlayacağım” diyerek cevap verir. Şuna emin olmalısın ki cezaevine düşer düşmez Öcalan hakkında yazdığım her satır yıllar önce beynimde olgunlaşan fikirlerden başka bir şey değildi.
Bir insan istese de mekân değiştirerek kendini değiştiremez; zira “değişim” evrimseldir, devrim ise ya maske çıkarmak, ya da takmaktır. Bu ülkede maskesiz iş yapmanın mümkün olduğunu mu sanıyorsun?
“Ne diye o zaman yazmadın” diyorsunuz. O zaman yazamazdım, mücadeleye ve şahsıma zarar vereceğini bildiğim için yazamazdım. Bakın, siz Öcalan hakkında bazı şeyler söylediğiniz için sürgüne gönderildiniz. Şimdi Almanya’nın bir köşesinde ev hapsi bir hayat sürdürüyorsunuz. Bana bu kadarı bile düşmezdi, gördüğün gibi hiçbir devlet ve örgüt beni kabullenmedi. Almanya’ya gelseydim orası da beni teslim ederdi. Var olanların içinde en güvenilir olan KDP idi, onlar da beni sahiplenme gücü gösteremediler, beni teslim ettiler. Ben de mecbur olduklarını bildiğim için anlayış gösterdim ve bu güne kadar KDP aleyhine bir çalışmada bulunmadım.
İsmi Sırrı Sakık olan hırsız bir kardeşim var. “Benim ve öz kardeşlerimin malını çalmışsın, lütfen malımızı geri ver” dediğimde kendisini savunamıyor, ne yapıyor biliyor musun? Beni Kanada’daki Tuncay Güney’le onu da Veli Küçük’le ilişkilendiriyor. “Şemdin’in yaptıkları derin devletin beni yıpratma, küçük düşürme çalışmasının bir parçasıdır” iddiasında bulunuyor. Aynı zamanda vekillik yetkisini de kullanarak önüne çıkan her devlet görevlisinden mektuplarımın dışarı çıkarılmamasını talep ediyor. Bir anda hem beni ajanlıkla suçluyor, hem de kendisi ajanlık yapıyor.
Güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulunuyorum, bazı makaleler kaleme alıyorum. Bazıları karşı tez getiremeyince “Genelkurmaylığın psikolojik harekât dairesi Şemdin Sakık’ı yine konuşturdu, yoksa bu görüşleri ileri süremezdi” iddiasında bulunuyor.
Öcalan ve örgütü zaten bir felaket, konuşan herkesi benzer biçimde suçluyorlar.
Tüh Allah kahretsin, hemen herkes böyle yapmaya başlamış!
Her şey ne kadar da birbirine benziyor: Ulan şerefsizler, görüşlerime cevap versenize…
Sayın Çürükkaya, hücremi denetlemeye gelen Başsavcıyla sohbet ediyorum, “bu bilgileri nereden biliyorsun, söylediklerinin hepsi askeri bilgiler” diyerek hayret ediyor. Belli ki biz Kürtleri asker bile olamayacak kadar küçümsüyor. Kitap yazıyorum, makale kaleme alıyorum, “derin devlet yazdırdı” diyerek kuşku bulutları oluşturuyorlar, belli ki Kürtlerin üç cümle yan yana getiremeyeceklerini düşünüyorlar. “Dağda farklı, cezaevinde farklı olan adama adam demem” diyorsunuz, belli ki sizlerin gözünde körkütük bir askerden başka bir şey değilim.
Neyse, istersen konuyu değiştireyim:
Yıl 1989. Büyük Sosyalist Doğu Perinçek Bekaa Kampını ziyarete geliyor. Askeri törenle karşılanıyor, kardeşi Öcalan’la kucaklaşıyor, öpüşüyor. Ardından baş başa görüşmeler başlıyor, bu görüşmeler günlerce sürüyor. Biz örgütün sözde yöneticileri de ne planladıklarını bilmediğimiz bu zatlara hizmet sunuyoruz. Doğu Perinçek bizi işaret ederek “Sayın Öcalan, bu köylüleri nasıl dağa çıkardın, nasıl yan yana tuttun? Bunları nasıl savaştırıyorsun?” diye soruyor. O da “hiç sorma” deyip başlıyor dert yanmaya.
Yıl 1993. Büyük Sosyalist Yalçın Küçük Şam’daki eğitim kampına teşrif ediyor, törenle karşılanıyor. Kardeşi Öcalan’la görüşme odasına geçiyor. Onlar baş başa görüşürken biz durmadan masa donatıyoruz. Aziz misafir Avrupa’dan geliyor ya, başta Yaşar Kaya olmak üzere orada faaliyet yürüten yurtseverleri ispiyonladıktan sonra dershaneye geçiyor. Bize dönerek “Öcalan kardeşimin değerini bilin, onu anlayın ve uygulayın; çünkü o sizin tek şansınızdır” diyerek konuşmaya başlıyor. Öcalan’ı anlata anlata bitiremiyor ve sonra Öcalan’a dönüyor “sevgili kardeşim, bu insanlar bilerek sizi tanrılaştırıyorlar, sizi tanrılaştırarak yok etmek istiyorlar, bu oyunun farkında mısınız acaba?” diyerek soruyor. O da başını sallayarak “farkında olmaz olur muyum hocam, yoksa bu günlere nasıl gelirdim!” diyerek hocasını onaylıyor.
Yıl 1997. Büyük Sosyalist Mihri Belli, Golan Tepeleri eteğindeki bir tatil köyünde bize konuk oluyor. Öcalan’la baş başa görüşmeleri sürdürürken ben de onlara yiyecek-içecek yetiştirmeye çalışıyorum. Bir ara Öcalan beni huzuruna çağırıyor, “Mihri, görüyorsun işte, Şemdin bile ‘savaş tıkandı, bu savaşla artık bir sonuca ulaşamayız, farklı bir yol izlemeliyiz’ diyor. Belli ki o da savaşın bitmesini istiyor, sen ne dersin? Ona biraz akıl veremez misin?” diyor ve sözü Mihri’ye bırakıyor. Mihri kekeleyerek “nasıl olur Şemdin, bu savaştır Kürtleri var eden, bu savaş sayesinde halen Türk solu ayakta duruyor, sen nasıl olur da savaşın bitmesini istersin, bu kadar emeğe çabaya yazık olmaz mı?” diyerek beni uyarıyor. “Hayır, hocam! Savaşın bitmesini değil de farklı araçlarla, farklı yöntemlerle ve farklı alanlarda yürütülmesini istedim, hepsi o kadar” diyerek kendimi savunuyorum. O da beni büyük Öcalan karşısında küçük görüyor, tıpkı diğerleri gibi “bu köylü parçası kim devrimcilik kim?” der gibi yüzüme bakıyor.
Yıl 2009. Sosyalist Taraf gazetesi Öcalan’ın her söylemini manşette yayınlıyor, yetmeyince köşelerde değerlendirme konusu yapıyor. Her sayfanın diğer yüzünde ise PKK muhaliflerini itirafçı, işbirlikçi, kontra göstermeye büyük gayret gösteriyor. Direnişçi Öcalan’la teslimiyetçi muhalifler arasındaki çelişkiyi öne çıkarıyor; muhalifleri küçümserken Öcalan’ı yüceltmeye çalışıyor. O hafta Öcalan hangi muhalifine saldırmışsa, Taraf gazetesi de aynı çizgide hakaret içerikli eleştirilerini geliştiriyor.
Hayret, gerçekten de tarih tekerrürden ibaretmiş, baksana ne kadar da birbirlerine benziyorlar. Verdiğim dört örnekten üçü şu anda Ergenekon örgütü ile ilişkileri tartışılıyor. Taraf ise Ergenekon’a karşı bir gazete olarak gösteriliyor. Bir zamanlar Doğu Perinçek de, Yalçın Küçük de, Mihri Belli de bugün Ergenekon denilen derin devletin karşıtları değiller miydi? Ne olduğunu zaman gösterecektir, ama bir yanı şimdiden ortaya çıkmıştır: Kürt muhalefetinin gelişmesini sekteye uğratan bir çizgi izliyor; Öcalan’ı yücelterek Kürt muhalefetini gözden düşürmeye çalışıyor.
Sayın Çürükkaya, Türkiye’deki laik çevreler, aydınları sayesinde hem hak etmedikleri oranda iktidarda kalmayı hem de işledikleri suçları gizlemeyi başardılar. İslamcı çevreler de bir avuç aydın vasıtasıyla kendilerine yapılan haksızlıkları bin kat abartarak gündemde tuttular, 28 Şubat müdahalesinden yararlanarak iktidar oldular. Ama biz Kürtlerin o kadar duyarlı aydınları hiç olmadı: Örneğin; 1993’te, hedefi Kürtler olan bir darbe gerçekleştirildi ve Kürtleri büyük yıkıma uğrattı, ne acıdır ki Kürt aydınları bu darbeyi bile göremediler. 12 Eylül’le kıyaslanmayacak oranda Kürtlere zarar veren, binlerce köy yakan, binlerce faili ‘meçhul’ cinayet işleten 1993 darbesini teşhir edemediler. Daha doğrusu bir birlerinin gözünü oymakla meşgul oldukları için bu büyük darbeyi ve sonuçlarını analiz etmeye zaman bulamadılar.
Sayın Çürükkaya, sanırım siz de izliyorsunuz. Neredeyse PKK adına işlenen bütün cinayet ve katliamlar örgütten ayrılanlar üzerine yığılıyor, dönemsel olarak bazı isimler öne çıkıyor: Kör Cemal (Halil Kaya), Metin (Şahin Baliç), Terzi Cemal (Ali Ömürcan), Dr. Nasır (Faruk Bozkurt). Dr. Süleyman (Sait Çürükkaya)… Bendenizin ismi ise maşallah her döneme uyarlanıyor. Hogir kod isimli Cemil Işık ise bugünlerde en revaçta olanıdır.
Hangi eylemlerden sorumlu olduğumu ortaya koyma gereği duymuyorum zira Diyarbakır 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin hakkımda verdiği idam hükmünün gerekçesinde beni 275 polis ve askerin ölümünden sorumlu tutuyor. Ben kendimden çok canlı bir tanık olarak Hogir’ın neler yaptığını ve neler yapmadığını sizinle paylaşmak istiyorum.
Yıl 1987. Öcalan hazretleri “ülkedekiler bana ihanet ettiler, baksana kıllarını bile kıpırdatmıyorlar… Ben onlara o muazzam dağları, o muazzam halkı ve o muazzam düşmanı verdim; ‘al size, gidin istediğiniz kadar savaşın’ dedim ve onları gönderdim… Ama onlar bana mısın ne demediler, gidip yan yattılar, ellerine verdiğim değerleri çarçur ettiler…” diyerek harekete geçer. Bekaa Vadisi’ndeki kampta eğitim gören militanlardan 21 kişilik bir birlik oluşturur. Bu birliğe “Özel Harekât Birliği” ismi verir ve özel yetkilerle donatır. Birliğin başına bir zamanlar Türkiye’de cinayet işlediği için aranır duruma düşmüş, Suriye’ye kaçmış, sonraki yıllarda Suriye-Türkiye sınırında kaçakçılık yapan Abdurrahman isimli; pos bıyıklı, iri yarı, eşkıyalıktan başka hiçbir özelliği olmayan bir köylüyü getirir. Onun yardımcılığına da Muş’un Varto kasabasında doğup büyümüş, Avrupa’ya işçi olarak gitmiş, örgütün Avrupa faaliyetlerinden etkilenerek örgüte katılmış, bir süre Avrupa faaliyetlerinde bulunmuş, ardından silahlı mücadeleye katılmak üzere kampa gelmiş, Öcalan hazretlerinin yoğunlaştırılmış eğitiminden nasiplenmiş Hogir getirilir.
“Girin ülkeye, otoritenizi tanımayan kadın da olsa, çocuk da olsa ezip geçin” talimatı alan Özel Harekât Birliği, yaz aylarında Nusaybin yakınlarında Türkiye’ye geçiş yapar. Eylemsel faaliyet için kurulmuş bu birlik Mardin’de iki köy katliamı gerçekleştirir. Hani Öcalan hazretlerinin ikide bir “o eylemleri duyduğumda tüylerim diken diken oldu, sabaha kadar uyuyamadım” dediği katliamlar var ya, işte o katliamları bu birlik gerçekleştirir.
Düpedüz yalan söylüyor; gerçekten de tüyleri diken diken olsaydı, üzüntüden dolayı uyku tutmamış olsaydı anında gerekeni yapabilirdi. “Bu eylemi yapanlar soruşturulsun ve gereken yapılsın” türünde bir talimat vermesi, sorumluların cezalandırılması için yeterli olabilirdi. Aksine bu birliği ve birliğin eylemlerini överek bize karşı kullandı; her seferinde “bakın da Apocu ruhu görün, örgütlediğim birliğin kasırga gibi estiğini görüyorsunuz işte” diyerek benzer eylemler geliştirmediğimiz için bizi eleştirdi.
Özel Harekât Birliği iki ay sonra Botan bölgesine geçti. O dönemler Gabbar’da on beş kişilik bir grubun başında bulunan Metin kod isimli Şahin Baliç’le birleşti. Hemen ardından Çirav dağında bir mezrayı basıp 16 kişiyi öldürdüler. Takip eden günlerde Kasrik Köyünü bastılar; 20 civarında köylü öldürdüler. Köylülerin av tüfeğiyle açtıkları ateş sonucunda Abdurrahman isimli birlik sorumlusu bacağından yaralanıyor, iriyarı biri olduğu için arkadaşları onu taşıyamıyorlar, olduğu yerde bırakıyorlar; kan kaybından can veriyor. Ondan sonra da Metin bu birliğe komutanlık etmeye başladı, Hogir de onun yardımcısı olarak kaldı.
Bu sıralar ben de Şırnak bölgesinde Botan kod isimli Nizamettin Taş’ın yardımcısı olarak faaliyet yürütüyordum. Sonbaharda yapılan düzenlemeler sonucunda 7 kişilik bir grubun başında Eruh bölgesine gönderildim. Kışı Özel Harekât Birliği’nin yanında, daha doğrusu iaşe ihtiyaçlarını karşılamakla geçirdim. 1988 yazında hep birlikte toplantı için Şırnak’ın Bestler mıntıkasına gittik: Cemil Bayık toplantı için Irak’tan gelmişti, onun yönetiminde toplantı yaptık. Özel Harekât Birliği fikrini çok sakıncalı gördüğümü, devletin Özel Harekât Timleri’nden hiçbir farklarının olmadığını, hem birlik yönetimi hem birlik üyelerinin söz dinlemez hale geldiğini, birer savaş ağacıklarına dönüştüklerini ortaya koymaya çalıştım.
Cemil Bayık’a dönerek, “bir tek umut siz kaldınız, siz de bunlara dur diyemezseniz asla durdurulamazlar” deyip iç döktüm. Kış boyu bize ve halka yaptıklarını teker teker anlattım. İkna oldu, kendileriyle konuştu, uyarılarda bulundu, ama istediğim pratik tedbiri alamadı. Alamazdı çünkü bu birlik Öcalan tarafından oluşturulmuştu; birliğe müdahale talimata karşı çıkma anlamına gelirdi.
1989 yazında bir toplantı yaptık. Yeni düzenlemeler çerçevesinde Jîrkî mıntıka sorumluluğuna Ebubekir kod isimli Halil Ataç getirildi, yanına da Hogir verildi. Hani şimdilerde “Jîrkîliler yurtsever bir aşiretti, Hogir onlara kontralığı dayattı, çocuklarını kaçırdı, insanlarını öldürdü, onun için korucu oldular” diyorlar ya.
Kesinlikle Hogir suçludur iddiası doğru değildir. Evet, söylenenler yapıldı ama bütün yapılanlar Ebubekir’in talimatları doğrultusunda yapıldı. Hogir’ın yaptıkları onaylandığı için tekrarlandı. Burada sorumlu Ebubekir’dir demek istemiyorum, zira Ebubekir bu talimatları verirken başına buyruk hareket etmedi: Örgüt 1986’da gerçekleştirdiği kongrede “vergi yasası” ve “askerlik yasası” çıkarmıştı. Bu kararları uygulamak için önümüze koymuştu; koşulların farkında olan biz bazı yöneticiler bu kararları görmezden gelir ya da işin içine ikna faaliyeti katarken, bazıları da ne pahasına olursa olsun uygulamayı hedeflediler. Hogir, kendini kanıtlamak ve kariyer yapmak için bu kararları uyguladı. Kimse çocuğunu ve elindeki üç-beş kuruş parasını vermeye yanaşmayınca bu sefer de örgüt gücünü kullandı.
O yıllarda gerçekleşen tüm eylem ve katliamlar Öcalan’a rapor edildiği halde, hiçbir eleştiri yapmadı, “bunlar ne?” demedi. Kaldı ki bütün bu eylem ve katliamlardan sorumlu olduğu söylenen Hogir Merkez Komite Üyeliğine getirildi.
Malum, her kongre birkaç günah keçisi gerektirir. Dördüncü kongrenin günah keçilerinden biri olarak Hogir seçiliyor. Malumunuz, her şey adamın üstüne yığıyorlar. Özellikle Öcalan’ın hemşerisi ve en çok güvendiği adam olan Ebubekir’in sorumluluğunda gelişen bütün savaş suçları Hogir’a mal ediliyor; tutuklanıp soruşturmaya alınıyor. Çocuk öldürüleceğini fark edince bir yolunu bulup kaçıyor.
Sayın Çürükkaya, şuna emin olmalısın ki, ben ne kadar ajan idiysem, Hogir’ın ajanlığı da o kadardı. Nereden mi biliyorum? Bir ajanın değil yıllarca, aylarca, hatta birkaç haftalığına dağ yaşamına katlanmaz, art niyetle örgüt saflarına gelen bir insan yurtdışı çalışmalarına ya da örgüte bağlı siyasal çalışmalara katılabilir, ama dağ yaşamına katlanamaz. Şu anda örgütün yurtdışı ve Türkiye’deki siyasal örgütü olan DTP saflarında ajan kaynadığını söyleyebilirim, ama silahlı militanlar arasında bir tek ajan olmadığını rahatlıkla belirtebilirim. Dağdaki gerilla arasında ajan olsaydı, galiba önce beni vurmaları gerekirdi.
Devletin ajanları yoktu, ama Öcalan’ın ajanları da cirit atıyordu, diyebilirim
.
Bu parantezden sonra, tekrar Hogir meselesine dönelim: Bilindiği gibi Kuzey Irak’ta kaçıyor ve KDP peşmergelerine sığınıyor. Şimdilerde örgütten kaçtıktan sonra Türkiye’ye geldiği, JİTEM’le birlikte çalıştığı, Musa Anter cinayetinde kullanıldığı, hatta daha başka faili meçhul cinayetlerde bulunduğu söyleniyor.
Bu iddialara inanmıyorum; zira bunları doğrulayacak hiçbir somut veri yoktur ortada. Bunlara inanmamamın nedeni Hogir’ın kişiliği değil. Onu tanıyan biri olarak o kişilikten yirmi dört ayar kontra çıkar, düşüncesindeyim. Türkiye’ye gelmesine inanmamamın nedeni başkadır: Türkiye’de bu kadar cinayet işlemiş, bu kadar öne çıkmış, isim yapmış birisinin Türk güvenlik kuvvetlerinin eline geçtikten sonra, onu kullanılıp Avrupa’ya göndermiş olabileceklerine kesinlikle ihtimal vermiyorum. Ya kullanıp içeri atarlardı ya da kullandıktan sonra bir taşın altına gömerlerdi. Tekrar ediyorum kesinlikle Hogir Türkiye sınırları içinde JİTEM’le birlikte çalışmamıştır. Aksini iddia eden biri varsa delillerini ortaya koysun.
Hogir ne yurtsever, ne ajan biriydi; Hogir, bir Apocuydu.
Hogir’ın öldürülmesi olayına gelince:
Yıl 1996. Botan bölgesinin Bestler mıntıkasındayım. Korumalarımdan biri “heval, müsaaden olursa sana bir bilgi sunmak istiyorum” deyip izin istedi: “Bayan arkadaşların arasında bir kız var, Avrupa’da Hogir’ı vurduğu söyleniyor, neyin ne olduğunu araştırsan iyi olmaz mı?” deyince o kızı huzuruma çağırdım, hikâyeyi anlatmasını istedim. Dinlerken tüylerim diken diken oldu: Hogir’ı cezbetmiş, gönül bağı kurmuşlar, birlikte olmuşlar, evlenmişler ve günü geldiğinde düğmeye basılmış: Örgütçü bazı arkadaşları yardımıyla onu evinde vurarak öldürüyor. Bir süre Öcalan hazretlerinin eğitiminden geçtikten sonra Türkiye’ye gönderiliyor. Ne tesadüftür ki örgütün bana şiddetle yöneldiği bu yılda, bu kız birliğimde bulunuyor. Onu başka birliğe gönderene kadar ecel terleri döktüm desem abartmış olmam.
Sizce tamamen denetim altında olan Hogir’i vurmak yerine, şayet ajan olarak örgüte gelmişse onu konuşturup ilişkilerini ortaya çıkarmak doğru olanı değil miydi? Galiba Hogir konuşma imkânı bulsaydı “beni siz yarattınız, ben sizi uyguladım” deyip örgüt liderini zor duruma düşürecekti, infaz edilmesi bundan olsa gerek. Artık adam ebediyen konuşamadığı için herkes her şeyi ona yüklüyor.
“Zaten toprakta çürüyor, suçlanmasından ne çıkar?” diyebiliriz. Kuşkusuz öyle. O kaba kişilik için üzülecek durumda da değilim. Bu gerçeği, kanımızla yaptığımız tarih yalanlarla yazılmasın diye sizinle paylaşıyorum.
Yukarıda ismini zikretmişken bir de Metin kod isimli Şahin Baliç’in silahlı mücadeledeki serüvenini birkaç cümleyle özetlemek istiyorum, en azından belgelere not düşmüş olurum, zira onun hakkında da inanılmaz yalan dolanlar üretiliyor.
Yıl 1983. Ben Şırnak’ın Bestler mıntıkasında Mahsum Korkmaz’ın yanında kıdemli bir savaşçı olarak faaliyet yürütüyorum. O dönemin faaliyetleri eldeki mevcut gücü arazi, toplumsal yapı ve ihtiyaçlara göre mevzilendirmekti. Saflara yeni savaşçıların alınması söz konusu bile değildi, bırakın yenisini almayı her gün eskilerden bir-iki kişi kaçıyordu. Bir gün Gabbar’dan bir kurye grubu geldi, yanlarında iki yeni savaşçı adayı getirmişlerdi. İki kişinin bize katılması bana olağanüstü bir gelişme gibi gelmişti, onları gördüğümde gözlerime inanamamıştım, “iki yeni savaşçı adayı ha” demiştim hayretle bakarken onlara. Evet, evet! Herkesin dağdan kaçtığı o günlerde iki genç, hem de kendi rızalarıyla gelip örgüte katılmıştı. Öyle deli melilere de benzemiyorlardı, bayağı bilinçli katılmışlardı, bir dönem Türkiye KDP’sine kuryelik hizmeti yaptıkları için örgütün ne olduğunu bilerek katılmışlardı. Uzun yol geldikleri için Metin’in ayakkabısı paramparça olmuştu, neredeyse yalın ayak yürümüştü, ayakları kan revan içindeydi. Onların gelişine o kadar sevinmiştim ki bir gerilla için silahından da değerli olan mekkap ayakkabımı çıkarıp ona verdim. Onun yırtık ayakkabısını yamalayıp onunla idare ettim. Birkaç gün sonra onları eğitim için Irak kamplarına gönderdik.
Metin, belli bir eğitimden sonra Türkiye’ye döndü. Deşta Lalo isimli köyünün de bulunduğu Gabbar dağında faaliyet yürüten gruba bir savaşçı olarak katıldı. O günlerde bir teftiş için köye Şırnak’tan bir heyet geliyor, köylüler koşup gizlendikleri yerde onlara haber veriyorlar, yola inip pusu kuruyorlar, heyet köyden dönünce içinde Şırnak kaymakamı, “o zaman Şırnak henüz kazaydı” yüzbaşı, savcı, hâkim ve hekimi taşıyan aracı pusuya düşürüyorlar, hepsini öldürüyorlar, üzerlerine gidip silahlarını da alıyorlar.
Hani insanın hayatını değiştiren bazı anlar var derler ya, o gelişme de Metin’in örgüt içindeki duruşunu değiştirdi. Ben yıllardır örgüte bir hizmetçi olarak çalıştığım halde henüz bir savaşçıyken Metin o eylemden sonra grup sorumluluğuna terfi etti. 1986’da Hakurkê kamp komutanlığına getirildi. PKK 3. Kongresinde özellikle Duran Kalkan’ın hakkında verdiği olumlu rapora dayanılarak Merkez Komite üyeliği ile payelendirildi. 1987’de ise Botan bölgesinin en etkin, yetkin, en kaliteli ve örgütün bütün imkânlarının emrine sunulduğu birlik olan Ana Hareketli Birliğin komutanlığına getirildi. Düzenlediği köy baskınlarıyla ününe ün kattı ve bu seferde Askeri Konsey başkanlığına getirildi. Metin durmadan yükseldi, zira bir eylem yapmıştı.
1988 hazanında, askerle girdiği bir çatışmada ağır yaralandı. Onu sedye üzerinde Suriye’ye gönderdik. Peşinden de biz bir grup yönetici eğitim amacıyla gitmiştik. Aman yarabbi, Şam’da el üstünde tutuluyor. Kaldığı hastane ziyaretçilerle dolup taşıyor. Büyük lider bile ikide bir ziyaretine gidiyor. Tabii ki ne mal olduğunu bildiğimiz halde biz de gittik. Dişsiz Mahmut kulağıma eğilerek “yav bu adam burayı da parmağı üzerinde oynatmaya başlamış” demişti.
Tabii ki iyileştikten sonra koltuk değnekleriyle de olsa Bekaa’daki kampa geldi. Otomatikman kamp sorumluluğuna atandı. Biz 1989 baharında oradan ayrılırken, o orada kaldı. Metin ile Öcalan gibi doymaz bilmez kişilikler çalışma arkadaşı olduklarında ne olması gerekiyorsa, tam da o oluyor: İlk elde onlarca bir metre karelik hücreden oluşan bir cezaevi yaptırıyor. Türkiye üniversitelerinden savaşçı adayı olarak oraya gelenleri peş peşe soruşturmaya alıyor, işkencelere tabi tutuyor, haklarında rapor hazırlıyor, hazırladığı raporları önderliğine gönderiyor. Gelen talimat üzerine onları yargılıyor ve peş peşe idam cezaları veriyor; idamlar büyük önder tarafından onaylandıktan sonra Metin’in gözetiminde infazlar gerçekleştiriliyor. Bir, iki, üç, beş, on… derken onlarca kişi bu biçimde infaz ediliyor. Ama Öcalan hazretlerinin kılı kıpırdamıyor; “neden?” diye sorma gereği duymuyor. Ona göre Türkiye’den bir grup Özel Savaş elemanları gönderilmiş, bunlar Bekka kampında pusuya yatmış halde kendisini bekliyorlar, kampa teşrif ettiğinde kendisine suikast düzenleyeceklermiş, bu büyük komployu Metin gibi uyanık ve de kendisini düşünen bir militan ortaya çıkarmış.
İç düşmanlar temizlendikten sonra Öcalan hazretleri kampa teşrif ediyor, her zaman askeri törenle karşılanan büyük önder, bu sefer büyük bir tatbikatla karşılanıyor. Köylüsü, gölgesi, mutfak hizmetçisi Hasan Bindal tatbikat esnasında Metin’in silahından çıktığı söylenen bir kurşunla hayatını kaybediyor. İşte ondan sonra yüce önderin insanlığı tutuyor. O ana kadar göklere çıkarılan Metin bir anda örgüt adına yapılan infazların, işlenen cinayetlerin, katliamların, kısaca kötü olan her şeyin faili olarak ilan ediliyor. Metin’i yakarak öldürün talimatı vererek Şam’a dönüyor, yine de kamp yöneticileri kurşuna dizerek infazı gerçekleştiriyorlar, ama infazdan önce günlerce işkenceden geçirmeyi ihmal etmiyorlar, kısacası Metin yaptıklarından daha korkunç muameleye maruz kalıyor.
Hazret halen “Metin bir devlet ajanıydı. Bana suikast düzenlemek için göndermişlerdi. Adım adım yükseldi, sonra sahama geldi, en yakın çocukluk arkadaşımı öldürdü ve ondan sonra da beni öldürecekti, sonra da bütün örgütü ele geçirecekti” iddiasında bulunuyor. Diğer tüm iddialar gibi bu iddia da mesnetsizdir. Çünkü bu çocuğun kaç kez yaralandığını, ne kadar dağlarda süründüğünü, ne kadar sıcağa, soğuğa, açlığa, yorgunluğa katlanmak zorunda kaldığını bir ben bilirim. Bir ajan bunların bir tekine bile katlanamaz. Dolayısıyla o çocukta hepimiz gibi yurtsever duygularla örgüte katılmıştı. Ancak bizden farklı olarak çok aşırı düzeyde kariyeristti, güce doymaz biriydi, bir anda her şeyin başı olma eğilimindeydi. O, hem bu eğilimin hem de Öcalan’a fazlasıyla güvenmenin kurbanı oldu desek daha doğru olur.
Sayın Çürükkaya, mektubuma son verirken hem o yıllarda kimlerle ve nasıl mücadeleye ettiğimizin anlaşılması, hem de size tebessüm ettirmek için bir anekdot aktarmak istiyorum:
Yıl 1986. Mahsum Korkmaz, 28 Martın sabahında, Gabbar’ın yükseklerinde girdiğimiz bir pusuda vurulmuş. Grubun geri kalanı da kaçan kaçana! Yorgunluk, umutsuzluk, çaresizlik had safhada! Bütün bir Botan bölgesinde topu topu ya otuz kişi varız ya yoğuz. Diğer bölgelerdeki küçük gruplar da peş peşe tasfiye oluyor. Hepimiz umudumuzu doğaüstü vasıflar atfettiğimiz örgüte ve örgütün liderliğine bağlamışız. Onlar bir çözüm bulur önümüze koyar ya da bizden daha iyi yöneticiler gönderirler diye bekliyoruz.
Neyse, bir grup çıktı geldi. Grup sorumlusu Avrupa’da işçi olarak çalışırken örgüte katılmış, ardından Bekaa kampına gelmiş, Öcalan hazretlerinin yoğunlaştırılmış eğitiminden geçmiş, birisidir. Hayatında dağ görmeyen, silah tutmayan bu zat aynı zamanda Botan bölgesinin komutanı olarak da atanmış. Bir kleyş tutuşu var ya tıpkı Teksas filmlerindeki kovboyları andırıyor, mübarek her koltuğunda bir karpuz taşıyor gibi havasından geçilmiyor. Öcalan hazretlerin “ben onlara her şey verdim ve gönderdim. Gidin o düşmanı yok edin, o özgürlük kalesi dağları fethedin. O halk da sizin, o ülke de sizin, dedim ama onlar gidip yan yattılar. İşleri güçleri çalıların arasına gizlenmek, karanlık çöktüğünde köylere inip karınlarını doyurmakmış…” cümleleriyle başlayan eğitimini almış ya, bize de öyle tepeden bakıyor, sadece tepeden değil aynı zamanda yan yan da bakıyor, ayakaltında dolaşan böcekler olarak görüyor, günü geldiğinde bizi nasıl etkisiz kılacağının hesaplarına girişmiş gibi.
Bir gün: “Heval Şemdin, uygun bir yere çıkalım da araziyi bana tarif et!” isteğinde bulundu. “Hay hay!” deyip onu Çirav Dağı’nın güney kısmındaki en yüksek tepeye götürdüm. Kayalıkların arasına saklanıp Uludere’den Cizre’ye uzanan hattı kendisine tarif etmeye başladım. O sırada Cudî eteğindeki Maden taburu binalarının çatıları parlıyordu. “O parlayan çatılar ne?” diye sorunca, tanıtım görevi yapmanın rahatlığı içinde “Maden taburu” dedim. Demez olaydım. Öyle yan yan baktı ki sizi kurşunlamak gerekir, der gibiydi. Sonra da, “peki orası tabursa neden şimdiye kadar kaldırmadınız, insan o taburu orada bırakır mı?” diyerek beni azarladı. Ben de kendimi ifade edemedim düşüncesiyle, “heval, orası taburdur, tabur” dediğimde, “anladım işte, o kadarını biliyoruz, tabur tabi, neden taburu kaldırmadığınızı soruyorum?” Şok olmuştum, “heval sen diyorsun, hepimizdeki mermileri toplasak o taburda kalan askerlere birer tane düşmez, bırak tabur kaldırmayı bu halimizle bir mevzi bile kaldıramayız, o gösterdiğin taburun yanından geçmek bile risktir bizim için…” diyerek mevcut durumu savunduğumda, daha fazla konuşma dercesine ters ters baktı.
Cizre yakınlarındaki Kasrik boğazında bir tabur daha vardı. İşin kötüsü güneş batmak üzere ışıkları nerede bir sac varsa parlatıyor. Bu sefer orayı işaret edip “o ne?” diye sordu. Mecburen yalan uydurdum “o alaydır” dedim. Onu niye kaldırmadınız diye soracaktı ama taburu kaldırmayan alayı kaldırır mı düşüncesiyle sustu. “Ya şu güneş batsın da bu adam daha başka bir yer sormasın, diyerek içimde dua ederken, Mila Kêrî karakolunun çatısını işaret ederek “o ne?” diye sordu. Yirmi otuz kişinin kaldığı bir karakol olduğunu bildiğim halde “o da taburdur” dedim. Size gösteririm dercesine başını salladı. Dağın hemen altında bir köy vardı, orayı işaret edip “orada komiteniz var mı?” diye sordu. “O köy korucudur heval” diye cevap verirken bu sefer de gerçekten bana büyük bir öfkeyle baktı. Neyse ki vurmadı. “Gerçekten de başkanın söyledikleri çok doğruymuş, sizinle birlikte yaşıyor gibi değerlendirme yapmıştı. Şimdi başkanın ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu daha iyi anlıyorum. Gerçekten de buraya savaşmaya değil yemeye içmeye gelmişsiniz. Burnunuzun dibinde korucu köyü, buna inanamıyorum…”
Kem küm ettim ama adamı ikna edemezdim. Kalkıp grubun yanına gittik. Derken iki gün sonra, 22 Mayıs günü operasyona çıkan asker bizi kuşatmaya aldı. Bize müdahale gücü olarak gelen bu adama tepkiyle dolmuştuk. Herhangi bir konuda fikir belirtmiyorduk. “Komutan sizsiniz, ne söylerseniz onu yaparız” diyorduk ve o anda da aynısını yaptık. Haliyle çatışmaya karar verdi, öyle ya, bu büyük komutan silahını alıp çoluk çocuk dediği Türk askerinden kaçacak değil ya! Evelallah hepsine gününü gösterecek… Bana iki kişi verip beni ön cepheye gönderdi. Gittiğim gibi pusuya düştüm. Yanımdaki iki arkadaş vurularak öldü, silahım ortadan ikiye bölündü, parmağım da koptu. Zar zor kendimi gerideki arkadaşların yanına atabildim. İnisiyatifi ele almazsak bütün grup imha olacak. İnadımızdan vaz geçip duruma el koyduk. Grubu geri çekip Şırnak’ın Bestler bölgesine kaydırdık. Halen düşünüyorum beni Türk askeri mi yoksa Öcalan’ın gözde komutanı mı sakat bıraktı diye.
En derin selam ve saygılarımla
Şemdin SAKIK