Araştırma-İnceleme

O Türküyü Söyle

Selim Çürükkaya 1980 ile 1983 Yıllarında Diyarbakır Cezaevinde yaşananları çok çarpıcı bir dille anlattı.

-26-

 

Mevlüt Çavuş’la Akın sabahın erken saatinde Adem’i uyandırıp, alelacele salona çıkarırlar. Mevlüt Çavuş:
Dün akşam bir yerin mi ağrıyordu yavrum!?” diye sorar
Adem, “Dişim! Dişim!” diye mahcup bir şekilde önüne bakarak söylenir.
Mevlüt Çavuş, merakla:
“Hangi dişin ağrıyor?” der. Adem sol üst çenesindeki azı dişini göstererek mırıldanır:
“Aha işte bu dişim” diye yanıtlar.
“Hayır olamaz!” diye itiraz eder Mevlüt Çavuş,
Adem: “Evet, komutanım bu dişim ağrıyor” diyerek parmağını ağrıyan dişinin üzerine koyar. Mevlüt Çavuş:
“Siktir lan yavşak, sağ çene alt azı dişim ağrıyor, diyeceksin!” diye bağırır. “Demezsen yamulturum ulan” diye ekler. Adem çaresiz kabul eder. Sağ alt çene azı dişinin ağrıdığını….!
Mevlüt Çavuş: “Söyle bakim yavrum hangi dişin ağrıyordu?”
Adem: “Emredersin komutanım! Sağ alt çene azı dişim ağrıyor” diye cevap verir.
Mevlüt Çavuş ile Akın dişi ağrıyan Adem’i revire götürürler.

Revirin bitişiğinde küçük bir odaya hapsederler. Çenesini iki yandan yumruklarlar.  Akın:”Narkoz yok lan yavşak! Biz böyle uyuştururuz!” diye bir de açıklama yapar. Adem bir süre sonra perişan bir halde doktorun önüne çıkarılır. Karşısındaki, doktordan çok komando elbisesi giymiş bir elinde kerpeten, diğer elinde çekiçle duran nalbente benzemektedir.  “Sağ alt çene azı dişim çürüktür” diyerek eliyle sağlam dişini gösterir. Ağzındaki çürük dişin ağrısı ile birlikte sağlam dişini de eline alıp geri döner.

 

– 27 –

Bir inanışa göre zebanilerin konuklarını cehennem katmanlarında gezdirmesi  gibi gardiyanlar da onu koğuşlarda, koridorlarda, havalandırma  alanlarında  dolaştırmaya devam etmektedirler. İtiraz edecek durumda değildir zaten. Kumandayla hareket eden bir makine gibidir. Neyi emrederlerse çaresiz onu yapacaktır. Birazdan onu koridora çıkaracaklarından emindir. Karabela ile Kambur kapısının kilidini açıyorlar. Koridora çıkarıyorlar. Kimsecikler yok ortada. Sadece kendisinin ve onu yürütenlerin ayak seslerini duymaktadır. Havalandırma sahalarından çığlık sesleri yükseliyor. Koğuşlar azap içinde inliyor….. Adem`i 23. koğuşa götürüyorlar.

Koğuşun kapısı açılıyor, içerisi adeta zifiri karanlık, pencereler kırmızıya boyanmış, içerde ışık yakmak da yasak, bu yüzden koğuş bir yeraltı sığınağını andırıyor. Tutuklular koğuşun ortasında ardı ardına sıraya dizilmiş. Herkesin üzerinde siyaha boyanmış asker elbisesi var. Herkesin kafası dazlak. Herkesin eti gitmiş, iskeleti kalmış. Herkes herkese benziyor burada. Herkes hazırolda, herkesin göğsü öne çıkık, elleri yandan dizlerine yapışık. Herkesin gözleri tavana dikili.

Koğuşa önce Mevlüt Çavuş giriyor, onun ardından Adem, en sonda Kambur, Mevlüt Çavuş,  önünde dikili heykel topluluğu üzerinde gözlerini gezdirir. Herkesin nefesini bile tuttuğunu anlar. Bu ara, ayakta „hazır ol” vaziyette dikili olan tutukluların ortasından Mehmet Salih Besen, bütün kuralları çiğneyerek öne doğru fırlar. Mehmet Salih yaklaşık olarak eli yaşındadır. Yaşadığı kötü koşullardan dolayı bir deri bir kemik kalmış, gözlerinin altındaki halkalar morarmış, yetmiş yaşındaki bir insanı andırmaktadır.

Öne doğru fırlamasıyla: “Eşhedu en la ilahe illalah ve eşhedu enna Muhammedün Rasulüllah” demesi bir oluyor. Tutukluların arasından çıkıyor, öne geliyor, Adem`e bakıyor: “Sen de mi öldün, Adem, sen de mi kabire geldin?” diyor. “La ilahe illalah” deyip tutuklulara dönüyor: “Bakın size anlatıyordum, bana inanmıyordunuz, işte Adem de ölmüş, aha ona soralım” dedi.

Mevlüt Çavuş için yeni bir eğlence malzemesi çıktığından duruma müdahale ederek: “Sor ulan, bakalım bu ibne ne diyor?” deyince, Mehmet Salih bir kez daha “la ilahe illalah” çekti.

Adem`e döndü, diz çökerek ellerini dua eder gibi havaya kaldırdı: “Kurban olayım Adem, sen bana doğruyu söyle, sen öldün mü, kabre geldin mi?” dedi.

Adem şaşırdı, Mehmet Salih Besen`e baktı, bir şeyler söylemek istedi, ama söyleyemedi. “Bak Adem, burası kabir, biz hepimiz ölmüşüz, etimiz erimiş, bir kemik kalmışız, burada kabir azabı çekiyoruz” deyince ayağa kalktı, parmağıyla Mevlüt Çavuş’u gösterdi: “Bunlar da zebanilerimizdir, la ilahe illalah Muhammedün Rasulallah” diye haykırınca, Adem: “Amca yok öyle bir şey, biz gerçek hayattayız” dedi. Mehmet Salih`in bu sözlere tepkisi çok sert oldu: iki dizinin üzerine çöktü, yüzünü Adem`e doğru kaldırdı ve şöyle bağırdı: “Töbe de adem, töbe! Allahın takdirini kabul eyle, sen de bunlar gibi olma, öldüğünü artık anla. Burası kabirdir Adem, burada kabir yasaları geçerlidir. Bak birbirimizle konuşmamız yasak, dokunmamız, ağlamamız, bağırmamız, bir de Cuma günü………
Adem: “Cuma günü “ dedi

“Cuma günü ziyaretçilerimiz geliyor. Biz onlara dokunamıyoruz, onlar bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Söylesene Adem, Cizre`yi iyi biliyorsun! Cuma günleri mezarları ziyaret etme günleri değil mi? Bak seni kabrimize getirdiler, ölmeseydik sana hoş geldin diyecektim, çoluğunu çocuğunu soracaktım, çay, kahve ikram edecektim, tabakalarımızdan tütün sarıp, sigara içecektik. Ama hani bütün bunlar?”

selim-dindarHerkes suskun, Mevlüt Çavuş kahkaha atıyordu, Karabela içeri girdi. Mevlüt Çavuş, Mehmet Salih Besen`e döndü: “Yeter ulan, artistlik yapma, çık dışarı seni götüreceğim” deyince; Mehmet Salih bir çığlık daha attı: “La ilahe illalah” diyerek ön sırada dikili duran sevdiği  Selim Dindar’ın eline yapıştı: “Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum” diye ağladı. Zebaniler onu Adem ile birlikte koğuştan çıkardıktan sonra kapıyı kapattılar. Mehmet Salih Besen ve Adem Nezan’ı önlerine katarak idare bölümüne götürdüler.

Mevlüt Çavuş: “Ulan Mehmet Salih, şimdi karına telefon açacağım, onunla konuşacaksın ona da inanmasan artık s….. seni! Yaptığın numaralar yeter, yavşak!”

Daha önceden temin ettiği telefon numarasını çevirdi, karşı taraftan bir bayan “alo” deyince, Mevlüt Çavuş telefonu Mehmet Salih`in eline verdi. Mehmet Salih’in elleri titriyordu. Yüzü sararmıştı. Dudakları arasından “benim ben” kelimeleri döküldü.

Eşi: “Nasılsın, nasıl telefon ettin?” deyince daha da şaşırıp ahizeye baktı: “Tabi, ölüler nasıl telefon eder?” dedi.

Eşi: “Ne ölüsü, ne diyorsun sen?” deyince, Mehmet

Salih: ” Yani ben ölmemiş miyim, ne olur bari sen doğruyu söyle” dedi merakla. Eşi ölmediğine dair konuşmaya başlayınca, onun elleri titremeye gözleri kararmaya nefesi daralmaya başladı. Ölmediğine ikna olunca, kalbi durdu ve yere yıkıldı. Mevlüt Çavuş, Karabela ve Kambur, Mehmet Salih’i uyandırmaya çalıştılar ama boşuna!

Mevlüt Cavuş ansızın hüngür hüngür ağlamaya başlayan Adem’e döndü ve her zamanki küfürle kıçına tekmelerinden birini savurdu:

“Lan yavşak hep senin yüzünden oldu!”

-28-

Adem hücresinde oturuyor. Saçı sakalı uzamış. Eli çenesinde derin derin düşünüyor. Bitişikteki hücreye yeni birini getirmişler. Yeni geleni tanımıyor. Hafızası zaman kavramını kaybetmiş, saati, tarihi sormayı  unutmuş. Bitişiğindeki adamın da kim olduğunu korkudan soramıyor. Akşam yemeğini bugün bol getirdiler. Ama onlara vermediler. Servis tabaklarını da hücreden uzağa, ellerinin  ulaşamayacağı kadar uzaklığa bırakıp gittiler. Bakıp da yiyemedikleri yemeklerinin üstünde lağım fareleri (Cırdon) o gece sabaha kadar cirit attılar.

– 29 –

asmakGece yarısı hücresinden alındı. 24. Koğuşun gardiyan odasına götürüldü.   Sekiz metrekarelik bir yerdi burası. Havalandırmaya bakan duvarda bir pencere vardı. Cam yine kırmızıya boyanmıştı. Odanın giriş kapısının karşısındaki duvarda  demirden lacivert bir kapı daha vardı. Giriş kapısının üstünde Atatürk’ün bir portresi asılıydı. Pencerenin karşısında ise üst kata çıkan merdiven  pervazları bulunuyordu. Odaya bir masa ve üç sandalye konulmuştu.. Mevlüt Çavuş ortada oturuyordu; sağında Karabela, solunda ise Kambur vardı. Akın Adem’i giriş kapısının arkasına sakladı. Bir müddet sonra üst katta açılıp kapanan bir kapının sesi duyuldu. Merdivenden inen ayak seslerinden bir tutuklunun aşağıya indirilmekte olduğunu anladı. Adem çaktırmadan mazgal deliğinden bakıyordu. Demek ki 24. Koğuşun gece azabını seyretmeye getirilmişti……

Zayıf, ince, orta boylu bir tutukluydu. Gözleri korkudan ay kadar büyümüştü. Elleri titriyordu. Tutuklu masada oturanların karşısına pijamayla dikilmişti. Ve yargılama başlıyor. Mevlüt Çavuş iddianameyi eline alıyor ve okuyor:
“Bölücü örgüt üyesi olmak, Türkiye topraklarından bir parça koparmak, Bu topraklar üzerinde başka bir devlet kurma eylemine kalkışmaktan TCK 125. maddesi gereğince idam cezasıyla cezalandırılmasını talep ediyorum” diyerek okumasını tamamlıyor.

Yanında oturan Kambur ve Karabela sessizce birbirlerine danışıyor. Kısa bir süre birbirleri ile tartıştıktan sonra Karabela kararı açıklıyor: “Bu suçun cezası sanığı hemen şu anda şurada asmaktır.” demesiyle birlikte oturduğu yerden ayağa kalkan Karabela üst kata çıkan merdivenin altında saklı olan bir parmak kalınlığında uzunca bir şerit çıkarıyor. İpi ikinci kattaki merdiven parmaklığına bağlıyor. Kambur da merdivenin altındaki iki domates kasasını alıyor, pervazdan aşağıya sallanan ipin altında üst üste koyuyor. Mevlüt Çavuş ile Kambur tutuklunun kollarından tutarak, kasaların üstüne çıkarıp ipi boynuna takıyor. Karabela elindeki keskiyle yukarı kata çıkıp ipin bağlandığı merdiven pervazlarının yanında bekliyor.

…….Ve Mevlüt Çavuş kasalara bir tekme sallıyor. Tutuklu  dolanır ipin ucunda. Benzi morarır, gözleri büyür Tam boğulmak üzereyken, Mevlüt Çavuştan işaret alan Karabela,  elindeki keskiyle idam ipini kesiyor. Tutuklu bir kemik torbası gibi yere düşüyor. Bir süre sonra ayılıyor. Kambur ve Karabela tutukluyu sürükleyerek koğuşuna götürüyorlarr….. Başkasını indiriyorlar….. Adem’i de hücresine götürüyorlar.

 

-30-

Mevlüt Çavuşun ekibi kapıda hazır bekliyor. Adem’i 26. ve 27. koğuşun havalandırmasına götürmeye gelmişler.
falakah“Hazırlan! Lan yavşak!” diyor Kambur.
“Emredersiniz Komutanım!” deyip “hazır ola” geçiyor  Adem. Gürültüyle hücresinin demir kapısını açıp dışarı çıkarıyorlar. Göğsünü ileriye doğru çıkararak “Uygun Adımlarla!” koridorda yürümeye başlıyor Adem. Dizlerini karın boşluğuna kadar kaldırıp indiriyor, kollarını da ileriye geriye doğru sallıyordu. Bu cehennemde olağan adımlarla yürümenin imkanı bulunmadığını artık çok iyi biliyordu. 26. ve 27. koğuşların havalandırmasına girdiğinde tutukluların duvar dibinde çömeldiğini gördü. Bir anlam yükleyemedi bu garip davranışa. Sadece hayret etmekle yetindi. Karabela “sen de çömel lan yavşak!” deyince, o da kader ortakları gibi duvar dibine çömeldi. Tanıdık bazılarıyla göz göze geldi. Gözlerin içinde ortak yaşanmışlıklara gitmişken “Dikaaaaaaaaat!” sesiyle irkiliyor. Hep birlikte ayağa fırlayıp hazır ola geçiyorlar.

Tutuklulardan biri: “On dördüncü koğuş 40 kişiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutaniiiiiiim!” deyip tekmilini veriyor. Ellerinde balta sapları ve kalaslarla bir grup komando içeri dalıyor. Herkesin ortak ismi “Lan! Yavşak! Göt!” iken sopalara haşmetli isimler verilmiş ve yağlı boyayla üstlerine isimleri yazılmıştı:
“Okşa Beni!”
“Haydar!”
“Kuzu!”
“Ye beni!”
Sopalar isimlerine uygun işlev görüyorlar diye düşünmeye başlamışken….
Kambur: “Hazır mısınız lan yavşaklar?” diye bağırıyor.

Tutuklular hep bir ağızdan:
Emredersiniz komutanım! diyerek karşılık veriyorlar. Akın, elinde uzunca bir zincirle havalandırmanın tam ortasına gelir. Aynı anda iki tutuklu da elinde zincir bulunduran Akın’ın yanına iteklenir.  Sırtsırta dikilir.
Zincir’in bir ucu bir tutuklunun boynuna, diğer ucu da diğer tutuklunun boynuna bağlanır. Kambur’un “Başla!” komutuyla birlikte her iki tutuklu zıt yönlere doğru hızla koşmaya başlar.  Zincir gerilince boyunları kırılırcasına geriye itilen her iki tutuklu da sırt üstü yere yıkılır.
Boğazlanmış gibi hırıltıyla nefes alıp verirler. “Okşa Beni”, “Haydar”,  “Kuzu” ve “Ye beni”nin iniş ve kalkışları altında yarı baygın haldeki tutukluların boyunlarındaki zincir çözülür. Bu kez de zincir başka bir ikilinin boynuna geçirilir.

-31-

kervanMevlüt Çavuş’un ekibi Adem’i 29. ve 30. koğuşun havalandırmasına  ulaştırmışlar.  İki koğuşu birden tespih taneleri gibi tek sıraya dizmişler. Ellerinde sopayla komandolar etraflarını çevirmişler. Karabela: “Rahat! Hazır ol!” Komutunu veriyor. Tüm tutuklular yek vücut komuta uyuyor.  Karabela: “Baştan birici yavşak çökecek, ikincisi ayakta kalacak, üçüncüsü çökecek dördüncüsü dikili kalacak! Böylece sona kadar düzen alınacak!” der. Komuta anında uyuluyor. Karabela: “Ayaktakiler çökenlere binecek ve bindikleri kişinin kulaklarını tutacak!” Ayaktaki herkes önünde çökmüş olana biniyor, iki eliyle iki kulak kepçesini tutuyor. Karabela: “Ayağı kalk!” Çökenler hızla ayağa kalkıyor. Karabela: “Nerede lan? Kervanın eşeği ile topal köpeği nerede?” Sıranın en sonundaki tutuklu, bindiği tutuklunun sırtından iniyor. Sırttan inen tutuklu en öne geçerek eşek gibi dört ayak üzerinde dikiliyor. Diğeri de sıranın en arkasında topal köpek gibi pozisyon alıyor. Kervan yola hazırdır. Karabela: “Tarihi çevir!’ marşıyla yola çık!” diyor. Biniciler ve “develer’, “eşek” ve “topal köpek” avazları çıktığı kadar: “Tarihi çevir! Nal sesi, kısrak sesi bunlar!” diye bağırıyor. Karabela: “Ses lan yavşaklar! Seees!” Sesler daha da yükseliyor: “Delmiş Roma’nın kalbini mızrak gibi Hunlar!” Binicilerin kıçına sopalar inince sesler daha da yükseliyor: “Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler” “Develer” tekmelenir: “Türkün yüce tarihine binbir zafer ekler” Yol fasit bir dairedir. Ne başı ve ne de sonu vardır.  Kervan menzilsizdir. Dönüldükçe dönülür. Düşen tekmelenir Yürüyemeyen yürütülür Adem Aşık Veysel’i mırıldanır:

“Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Gündüz gece”

 

-32 –

O gece hücre bölümüne sekiz kişi daha getirmişlerdi. Alt katta her birini bir hücreye koymuşlardı. Onuncu hücrede doldurulmuştu. Kimse kimseyi soramamıştı. Herkes parmaklıkların önünde ayakta dikilmiş, kaderini beklemişti. Gece saat dokuzdan sonra nöbeti Karabela devralmıştı. “İç Anadolu”da doğmuş, okul yüzü görmemiş, koyun çobanlığından üçbine yakın tutuklunun yöneticiliğine atanmış, uzun boylu, yeşil gözlü, cahil ve vahşi görünümlü bu adam, ustası Esat’tan öğrendiği yöntemi uygulamayı düşündüğü için onuncu hücrenin önüne gitmişti.

Uzunca bir ipi oradaki tutuklunun erkeklik organına bağlamıştı. Yetinmemiş! Aynı işlemi diğer hücrelerde sürdürmüş. Dış salondaki masasına on adet ipin ucuyla dönmüştü. Sandalyesine oturmuş Ve bağırmış:

“Lan yavşaklar kimin ipi çekildiyse tekmil versin!” Elinde tuttuğu iplerden birini çekmiş! “Onuncu hücre Hüseyin Taş! Emredersin komutanım!” diye bir ses  yükselmiş. İkincisini çekmiş: “Dokuzuncu hücre Ali Elma! Emredersin komutanım!” Böylece başa kadar gelmiş. Biraz düşündükten sonra  sırıtarak: “Lan yavşaklar, kimin ipi çekilirse, bir türkü söyleyecek” Tek bir ağızdan: “Emredesin komutanım!” sesleri yükselmiş. Karabela yine elindeki birinci ipi çekmiş. “Bitlis’te beş minare” türküsü söylenmiş. İkincisini çekmiş: “Urfa’ya paşa geldi” sesi yükselmiş. Tutuklular birer kasetçalar, elindeki ipler de uzaktan kumandaydı. İstediği parçayı, istediği kaseti sabaha kadar çalmış…….

-33-

Mevlüt Çavuş’un ekibi, Akın, Karabela, Kambur ve Mevlüt Adem’i bir gece yarısı hücresinden alırlar. O gece, dördünün de üzerinde komando elbisesi var. Dördü de mavi bereli. Elleri sopalı. 31. ve 32. koğuşun dış salonuna götürüyorlar. Duvarda bir Atatürk portresi asılıdır. Salonda ise iki sandalye bir masa duruyor. İki mavi bereli komando bir tutukluyu geriyordu.

Adem, “İnsan nasıl gerilebilir?” diye soruyor kendi kendine. O hayatında gerilen ipler, yüzler, teller görmüştü. Ama burası Diyarbakır cehennemiydi. Demek ki burada insanlar da gerilebiliyordu….. Nasıl mı? İki mavi bereli komando zincirin bir ucunu tutuklunun bir ayağına, diğer ucunu merdivenin demir pervazına bağlıyorlar. Koğuşun kapısını açıyorlar.  İkinci ayağını da açtıkları kapının mazgal demirine zincirle bağlıyorlar.  Koğuş kapısını iteleyerek kapatıyorlar. Tutuklu baş aşağı dönüyor….!

Bacakları kapının genişliği kadar geriliyor. Acılar içinde feryat figan ediyor. Kimsecikler duymuyor….. Duyanlar da seslerini çıkaramıyor. Cellatlar istedikleri zaman indiriyor….. Gerilen indirildiğinde bir başkasına geçiliyor…..!

-34-

Bugün Adem’i 33. ve 34. koğuşların havalandırmasına götürüyorlar. 150’den fazla tutuklu toplanmış buraya. Tümüne aynı renkten siyaha boyanmış asker elbiseleri  giydirilmiş. Hepsinin kafası dazlak. Vücutları cılız, yüzleri ürkek. Bakışlarına sinmiş derin korkular vardı. Yüzlerine de endişe ekilmişti.  Sanki çaresizlik ve umutsuzluk denizinde yüzüyorlardı. Mavi bereli komandolarsa kendi aralarında planlar yapıyor, tutuklular da çift sıra halinde dizilmiş kader çizicilerine bakıyordu. Kambur:
“En baştaki yavşak!”
Sıranın başındaki tutuklu yerinden ayrılıyor.

Koşa koşa Kambur`un yanına varıyor. “Mahmut Döner, Urfa, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım” diyor. Kambur: “Belden aşağı soyun!” diyor. Adem soyunuyor. Kambur tutukluya bir ip uzatıyor. “Bu ipi sikine ve taşaklarına bağla!” diye bağırıyor! Tutuklu denileni anında yapıyor. Kambur, altı metre kadar uzunluğundaki ipin diğer ucunu ise elinde tutuyor. Kambur koşmaya başlayınca, Tutuklu da onu kovalar. Kambur koşar. Tutuklu Kamburu kovalar……! Acılar, ağrılar, utanç içinde bağırış feryatlarla kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes cinsel organlarından bağlanmasının sırasını bekliyor….. Bağlanmalar yetmiyor, bağlananın bedenine de coplar iniyor.

-35-

Adem’i hücresinden çıkardıklarında merak içindedir. ” Bugün değişik bir yere gideceksin yavşak!” diyor Akın. Onu değişik yere götürecek olanlar yine  aynı dört kişidir. Adem’i ortalarına almışlar. Koridorda yürürlerken koğuşlardan da marş sesleri yükseliyor. Her koğuş değişik bir marşı okuyordu. İşkence çığlıkları, küfürler, emirler de marş seslerine karışıyordu. Kocaman bir şehirde sanki bir deprem felaketi yaşanmıştı da enkazlar altında insan bağrışmaları, feryatları, çığlıkları yükseliyor gibiydi.

Seslerin arasından uzunca bir koridora varıyorlar. Adem’i bir kürsünün üstüne çıkarıyorlar. Kambur Adem’e “Önündeki pencereden havalandırmaya bak lan yavşak!” diyor. Adem havalandırmaya bakıyor. Saçları sıfır numaraya vurulmuş  kadınları görüyor.  Kırk kadar kadındır, havalandırmada dolanıyorlar. Eli Coplu bir komando onları kovalamaya çalışıyor. Bir kadını kolundan yakalayıp durduruyor Kadının adı Aysel, ona “Andımızı  oku!” diyor. Aysel başını kaldırıyor, pencereden kendilerine bakan Adem`i görüyor.

Ve “hayır okumam!” diyor.
Komando Aysel`in boğazına iki eliyle sarılıyor, onun incelmiş boyunu sıkıyor. Aysel karşı koyuyor, boğazına yapışan ellerden kurtulmak istiyor. Ama komandonun güçlü elleri onu boğmak üzere iken, Başka bir kadın dişi bir kaplan gibi komandonun üzerine atılıyor: “Ulan alçak gözlerimizin önünde arkadaşımızı boğdun” diye bağırıyor. Diğer tutuklu kadınların çoğu komandonun üzerine çullanınca, Adem Nezan`ı hemen pencereden geri çekiyorlar. Kadınlar havalandırmasındaki çığlıklar ulaşıyor Adem`in kulaklarına, ama kimse duyamıyor kadınların bu çığlıklarını. Koğuşlardan yükselen marş sesleri, çığlıklarını bastırıyor kadınların.

Yükseldikçe kadınların çığlıkları, marş sesleri de yükseliyor tüm koğuşlarda. Adem, kadınların kin dolu gözlerini unutamıyor. Çığlıklarındaki isyanı okuyor. “Bu volkan yakında patlayacak!” tahmininde bulunuyor. Onu tez elden hücresine geri getiriyorlar.

 

-36-

Görmediği tek bir koğuş kalmayınca Adem’in kaderi de belli olacaktı. 38. koğuşun koridoruna birazdan götürülecek, bu koğuştaki itirafçıların da azabına tanık olacaktı. 38. koğuşun önüne geldiğinde Karabela “dur!” diyor. Duruyor. Koğuştan iki tutuklu çıkıyor.

Kısaca künyelerini okuyorlar. Birinin ismi İbrahim Yıldız, diğerininki ise Mehmet Şen’ di. Karabela: “Pantolonlar insin lan!” İbrahim Yıldız ve Mehmet Şen pantolonlarını dizlerine kadar indiriyor. “Donlar da çıkacak Lan!” diyor Karabela. Donlarını da çıkarıp belden aşağı çıplak oluyorlar. ” Mehmet Şen! Sen domal lan!” Mehmet itirazsız domalıyor ve her iki elini de dizlerinin üstüne koyuyor. “Lan Yavşak İbrahim! Arkadan yapıştır!”

İbrahim, Mehmet’i arkadan kucaklayıp kendine doğru çekiyor. Zevkten dört köşe olan komandolar “Braavo, Brraaavo” diye bağırarak tezahürat yapıyorlar. Bazıları eğilip vaziyeti kontrol ediyorlar. Mevlüt Çavuş: “Lan yavşak! Senin ki kalkmamış! Göte boş yapışmışsın! Değiş Sen! Göt! İbrahim sen domal, Mehmet arkana geçsin!” Değişim hemen yapılıyor. Bu sefer de Mehmet için tezahürat yapıyorlar….. Vaziyet kontrolünü onun için de yapıyorlar. Bu kez Karabela eğilip bakıyor: ” Lan  Göt! Seninki de kalkmıyor lan!” Mevlüt Çavuş: Mehmet’in kıçına bir tekme vuruyor: “Bırak lan! Ben kaldırmasını bilirim.!” diyor. İki itirafçı anında hazır ola geçiyor. Kambur: „Lan İbrahim! Sen sırtüstü yat!”

Sırtüstü uzanıyor.  “Lan Sen, İbrahim’in sikini ağzına al! Ters dön, Onunkini de ağzına koy! Emmeye başla!” diyor Kambur. Emme işlemine başlanıyor….. Adem’i ensesinden tutup yüzünü başka bir tarafa çeviriyorlar…..

 

-37-

Vakit bir akşam üzeridir. Mevlüt Çavuş ve ekibi, onu hücresinden alıyor. 36 koğuşun küçük salonuna  çıkarıyorlar. “Hazır ol” vaziyette dikiyorlar. Kambur,  Karabela ve Akın etrafında dolanıyorlar. Mevlüt Çavuş, karşısına geçiyor:
“Seninle açık açık konuşmak istiyoruz” diyor Sonra ekliyor:
“Bütün koğuşları gördün!?”
“Evet gördüm komutanım”
“Yalnız bir koğuş var, onu göremedin”
“Bilmiyorum komutanım”
“Onu görmene gerek yok. Orada azılılar kalıyorlar. Onlar yakında toptan yok olacaklar. Şimdi söyle bakim, hangi koğuşta kalmak istiyorsun?”

Adem kararlı bir ses tonuyla: “Toptan yok olacakların koğuşunda!”
Mevlüt Çavuş, tereddütle: “Öyle mi”? deyince hazır bulunan diğer komandolar da Adem’e coplarla bindirmeye başlarlar. Çavuş da sille tokat Adem’e girişiyor. Adem’i döve döve karşıdaki hücreler bölümüne, azılıların bulunduğu yere koyuyorlar. Hücrede bir kendisi, bir de kendi suskunluğu kadar suskun beton duvarlar vardı. Demir kapı üzerine kapatıldıktan sonra, cellatları hızlı adımlarla oradan ayrılıyorlar. Gürültüyle dış kapılar da kapanıyor. Hücrelere bir sessizlik çöküyor. Adem karşı konulmaz bir his ve istekle: “Xwedêyooooooooooooooooooo!!!” diye bağırıyor. Nedendi, niçindi onu kendisi de bilmiyordu. Belki sessizliğin sesinden korkmuştu, korkusunu kovalıyorken bağırıyordu. Belki de yaşadıklarını, gördüklerini Tanrı sıfatıyla göklerde oturan o büyük güce anlatmak istiyordu.

Çaresiz miydi yeryüzünde? Belki de göklerde çare arıyordu….. Adem soluğu kesilinceye kadar “Xuedeyooooooooooo”( Allahıııııım!)
“Xuedeyoooooooo!”
“Xuedeyooooooooo!” Diye bağırıyordu.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6Sonraki sayfa

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu