O Türküyü Söyle
Selim Çürükkaya 1980 ile 1983 Yıllarında Diyarbakır Cezaevinde yaşananları çok çarpıcı bir dille anlattı.
– 44-
Bileklerinden kelepçelenmiş, kollarından zincire vurulmuşlardı. Yirmi beş kişi iki sıra halinde dizilmişlerdi. Gardiyan’ın emriyle başlarını eğip, birbirlerinin sırtına dayadılar. Ring arabasına bu haliyle konuldular. Arabanın kapısı kapanır kapanmaz güvenliklerinden sorumlu askerlerce dövülerek yerlere serildiler. O Temmuz sıcağında can çekişircesine nefessiz kaldılar. Sanki yolculukları bir fırında geçiyordu. Ve komandolar üzerlerinde yürüyüşler yapıyordu. Başlarını botlarıyla eziyorlardı. Roma arenalarına götürülen gladyatörler gibi, 7. Kolordu Sıkıyönetim mahkemesinin önüne indirildiler.
-45-
Mahkeme salonundalar. Bindirildikleri ring arabasına göre salon rahatlatıcı bir serinlikte idi. Pencere üstlerine yerleştirilmiş klimalar harıl harıl çalışıyordu. Komandoların işaret ettiği yerlere oturdular. Herkes ellerini dizlerinin üzerine koymak, başını dik tutmak, karşı duvarda asılı bulunan Atatürk başına bakmak zorundaydı. Kural buydu. Onlar da böyle yaptılar. Mahkeme heyeti içeri girince ayağa kalktılar Duruşma hakiminin “Otur” demesiyle, oturdular. Bu ara beyaz bir gömlek ve dekolte bir etek giymiş, saçlarını özenle yaptırmış, ama dudaklarına biraz fazlaca ruj sürmüş bir bayan sekreter heyetin oturduğu bölümdeki kapıdan içeri giriyor. İki basamaklı merdiveni iniyor, heyetin ön tarafında oturuyor. “Karar!” yazılacak sarı kağıtları birkaç nüsha olacak biçimde daktiloya takıyor. Karşısında tutuklular ve duvarın her iki yanında asılı ay-yıldızlı bayrak var.
Arkasındaki duvarın tam ortasında da alçıya dökülmüş altın renge boyanmış bir Atatürk başı asılı duruyor. Bu büstün hemen altına: “Adalet mülkün temellidir” vecizesi yazılmıştı. Duvarın altında da yüksekçe yerde mahkeme heyeti oturuyordu.
Epeyce kalabalıktılar: As. Savcı Bülent Cahit Aydoğan, sarışın, orta boylu, kırk yaşlarında üzerinde askeri elbiseler, omuzlarında yüzbaşı apoletleri ile en başta deriden siyah bir koltuğa kurulmuştu.
Mahkeme başkanı Binbaşı Kemal Kavi, altmışın üzerinde, gür kaşlı, sert bakışlı çok nadir konuşan, delici bakışlarıyla tutuklulara bakan, elindeki kalemle önündeki kağıtlara sürekli bir şeyler çiziktiren, üzerindeki havacı üniformasıyla heyetin diğer üyelerinden bir farklılık sergiliyordu.
Duruşma hakimi Binbaşı Emrullah Kaya, yaşı ellinin üzerindeydi. Hakim`e benzer hiç bir tarafı yoktu. Tam bir cellat görünümündeydi. Yargıladığı herkesi açıkça düşman olarak görüyordu. Bakışları bile düşmancaydı.
Üye hakim Niyazi Erdoğan heyetin tek sivil hakimiydi. Orta boylu, orta yaşlı, kızıl suratlı, çekingen bir adamdı. Bu heyete bir de sivil kişi olsun diye yamanmıştı, zaten bir etkisi de yoktu.
Mahkeme heyetinin oturduğu sağ bölümde Avukat Erdinç Uzunoğlu, Süleyman Demirkapı ve tutukluların tanımadığı bir avukat daha oturuyordu. Avukatların oturduğu yerden salona bakıldığında, yüzden fazla tutuklunun oturduğu görülebiliyordu. Hepsinin kafası sıfır numara makineye vurulmuş ve üzerlerinde de siyaha boyanmış tek tip askeri birer mont vardı. Bu askeri elbiseler kimine dar, kimine ise genişti. Kimine kısa, kimine ise palto gibi uzun duruyordu. Onlara zulüm yapanlar onurlarıyla oynamak için her şeyi yapmışlardı. Sapsarıydı suratları tutukluların. Dudakları büzülmüş ve çatlamıştı. Bakışlarında ise endişe okunuyordu. Tutukluların arasına coplu komandolar yerleştirilmişti. Bu yetmemiş, iki adet makineli silah da tam karşılarına, mahkeme heyetinin sağ ve soluna konulmuştu.. Adaletin silahla mülk olduğu böyle bir mahkemede duruşma hakimi Emrullah Kaya:
“Kızım yaz, duruşma başladı!”
On parmakla yazılan daktilo tuşunun sesleri kulakları tırmalıyor.
“Tutukluların mevcuden getirildikleri, tamam oldukları görüldü”
(Tuş sesleri duvarlarda yankılanıyor).
” Herkes serbestçe yerini aldı!” Tutukluların içinde oturan, üzerinde siyaha boyanmış asker elbisesi bulunan ince, zayıf ve uzun boylu biri elini havaya kaldırıyor. Mahkeme heyeti bu adamı çok iyi biliyor ve tanıyor. Hayri’nin eli havada kalıyor, kendisi uzaklara dalıyor.
-46-
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Hayri’nin siyah saçları o günün modası gereği çok uzun, “L” harfini andıran favorileri çenesinin hizasına kadar uzanmış, “M” harfi gibi biçimlendirilen bıyıkları ona heybetli bir görüntü vermişti. Üniversitenin kantininde bir köşede yalnız başına oturmuş birilerini bekliyordu. Randevu saatlerine sadık kalan Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Ferhat Kurtay açılan kapıdan içeri girdiler. Kemal Pir`in saçları kısaydı, üzerinde haki renkli bir askeri parka, kot pantolon ve ayaklarında Mekap marka spor ayakkabı vardı. Orta boylu Mazlum Doğan’ın saçları da uzundu, üzerindi siyah kalın çizgili kadifeden bir ceket, kül rengi bir gömlek, krem renginden spor bir pantolon vardı. Ferhat her zamanki gibi şık giyinmişti. Kahverengi takım bir elbise, açık mavi renkli bir gömlek ve elbise rengine uyum sağlayan bir kravat takmıştı.
Hayri oturduğu yerden ayağa kalktı gelenlerin ellerini tek tek sıktı. Arkadaşları oturduktan sonra, o da oturdu. Kemal Pir bayağı heyecanlıydı. Ellerini ovuşturdu, Hayri`ye bakarak gülümsedi:
“Doktor, gidecek miyiz? Artık Ankara bana dar gelmeye başladı. Nefes alamaz oldum. Düşlerim beni Kürdistan’a ve dağlara çekiyor. Uyuyamıyorum!” Her zamanki mütevaziliğiyle Kemal`i dinleyen Hayri:
“Gözün aydın Kemal gidiyoruz! Üniversitede öğrencilik yaparak Kürdistan halkına önderlik yapamayız. Kürdistan devrimi, başka ülke devrimlerine pek benzemez.. Üniversiteleri terk ediyoruz ve halkımızın bağrına dönüyoruz. Bundan sonra halkın içinde olacağız. Onlar gibi giyineceğiz, onlar gibi yaşayacağız”
Mazlum Doğan, Hayri`ye baktı gülümsedi: “Doktor, tez elden ikimiz bir berbere gidip saç ve bıyıklarımızı düzeltelim,” dedi. Hayri, Mazlum`u onaylamak için başını salladı. Ferhat Kurtay’a baktı: “Ferhat arkadaş sen Mardin bölgesine geri gidiyorsun. Orada elektrik mühendisliğinde çalışmaya devam ederek örgüt çalışmalarını yürüteceksin. Deşifre olmamaya çalış! Kontak kurup çalıştırdığın kişiler sağlam olsun!” dedi. Sevinç ve heyecandan yerinde duramayan Kemal Pir: “Doktor, ben nereye gidiyorum söyle, dayanamıyorum!” deyince Hayri güldü: “Sen Antep ve Urfa bölgesine gidiyorsun Kemal!” dedi. Gözleri Kemal`in parkesine kaydı daha bir şey söylemeden Kemal: “Tamam doktor bunu çıkarıyorum” deyince, Hayri: “Gittiğimiz bölgelerde halk nasıl giyiniyor ve davranıyorsa, öyle olacağız.” Mazlum yerini önceden biliyordu zaten, yinede Hayri:
“Mazlum sen yerini biliyorsun; Diyarbakır ve Batman. Merak etmeyin, ben size uğrarım, kendinize çok dikkat edin. En küçük bir yanlış, bütün planlarımızı alt üst edebilir. Nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu bütün arkadaşlar biliyor.” deyince, Kemal ayağa kalktı. Onun kalkmasıyla diğerleri onu izledi, öpüşerek tek tek ayrıldılar. En sona kalan Hayri tekrar oturdu, ceketinin iç cebinden çıkardığı bazı kağıtları yırtıp ufak parçalar haline getiriyordu.
– 47 –
Bir asker Hayri’nin elini tutup indirmeye çalışınca, Hayri düşlerinden sıyrıldı. Ama askerin elini itti ve elini daha da yukarı kaldırdı. Emrullah Kaya;
“Söyle! Mehmet Hayri Durmuş!” diyecekti.
Ama diyemedi. Biliyordu ki o yine karşılarına dikilecek, Kürdistan halkının haklı davasını savunacaktı. Ama Hayri ısrarla elini havada tutup “konuşacağım” deyince, ” Tamam Hayri! Birazdan sana söz hakkı vereceğim!” deyip duruşmaya devam etmek istedi. Artık herkesin gözü Hayri’deydi. “Haydi” demesini bekliyorlardı. Kürsüye çağrıldığında Hayri sanki uçarcasına gitti. Önce mikrofonu boyuna göre ayarladı. Delici bakışlarla mahkeme heyetini süzdü. Sonra da Avukatlara baktı.
“Biz şimdiye kadar duruşmalarda mahkeme heyetine bize yapılanları anlattık. Bunların hiçbirine çözüm bulunamadı. Bundan sonra da bir çözümün getirileceğine inanmıyoruz. Çünkü bu yargılama politik bir yargılamadır. Bize yönelik politika, devlet politikasıdır. Burada düşüncelerimizi size karşı savunduğumuz için akla gelmedik işkence ve baskılara maruz kaldık. Şimdiye kadar salt düşüncelerimizi savunalım diye bir çok şeyi sineye çektik.” dedi. Bir kez daha cezaevinde olup bitenleri özetledi. ….. ve “burada bizim şahsımızda Kürdistan halkı yargılanıyor. Yine bu saldırılarla Kürt halkı yok edilmek isteniyor.”
Tam da burada duruyor ve tutuklulara dönüp eliyle onları gösteriyor:
“Yıllardır bu insanların karşınızda nasıl oturduklarına, kürsüye nasıl gelip gittiklerine, yüksek sesle nasıl tekmil verdiklerine ve gözlerinizin önünde nasıl coplandıklarına sizler de tanık oldunuz. Şimdi de tanıklık yapmaktasınız.”
Beklenmedik bu isyanın karşısında mahkeme heyeti bocalayarak şaşkınlık geçiriyor. Ve Hayri tam da bu noktada söylenmesi gereken son sözü söylüyor. “Ben ölüm orucunu başlatıyorum ve sonuna kadar da sürdürmekte kararlıyım,” deyip sözlerini tamamlıyor. Mahkeme heyeti kısa bir istişare yaptıktan sonra duruşma hakimi Emrullah Kaya: “Hayri ölüm orucunu bırak! Anlattıklarını kolorduya yazarız,” diyor. Hayri ” Oyun buraya kadar!” dercesine hiçbir şey söylemeden yerine dönüyor.
Dönerken de tutuklu arkadaşlarını başıyla bir bir selamlıyor. Tümünün gözlerinden umut, cesaret ve kararlılığı okuyor….. Daha yerine oturmamışken Hayri, Kemal Pir ayağa kalkıyor. İnsana cesaret ve heyecan veren o gür sesiyle: “Ben de Hayri’nin sözlerine katılıyorum ve ölüm orucunu başlatıyorum,” diyor. Ali Çiçek ve Fuat Çavgun da onu izliyor. Onları Ali Kılıç ve diğeri, Bedrettin Kavak…….
“Ölüm orucuna katılıyorum!”
“Ölüm orucuna katılıyorum!”
“Ölüm orucuna katılıyorum….!” diyorlar.
Mahkeme heyeti: “duruşma bitti” demeden, dosyaları toplamadan yerinden kalkıyor, kaçarcasına duruşma salonunu terk ediyor……
– 48 –
Ölüm orucunun 50. günü Bir hücrede Kemal Pir yatağının üstünde oturuyor. Bunaltıcı bir sıcak var. Atletini çıkarmış, belden yukarısı çıplak. Avurtları çökmüş, gözleri çukura düşmüş, bir deri bir kemik. Morarmış dudakları, çatlamış. Yüzlerce sivri sinek, kalan son damla kanını da emmek için çevresinde vızıldıyor. Sivri sinekleri kovalamak için ara sıra atletini sallıyor. Takati kesilince de sırtüstü uzanıyor: Tekrar yatağın üzerinde oturuyor: Çok sevdiği Kürtce klamın bir dörtlüğünü arkadaşlarının duyabileceği bir ses tonuyla mırıldanıyor:
“Dinyaye zor cîwan e şîrîne
Em teda esirin welat nîne
Tilmero tu xweş zilamî
Hem merd û hem qehramenî**
**Çok güzel şirindir dünya
İçinde ülkemiz yok esiriz
Tilmero sen güzel insansın
Hem mertsin hem de kahramansın
“Doktor, ne yapayım ben bu sinekleri?” deyip Hayri’den yardım istiyor. Alt kattaki hücrede beton sekinin üstünde oturan Hayri: “Sigara içerken dumanı sineklere savur,” diyor. Kemal, Hayri’nin söylediklerini yapıyor. Sivrisineklerin kaçıştığını görünce gülerek: “Doktor! İcadın işe yaradı. Sinekler kaçıyor!” diyerek, sigarasından bir duman daha savurdu. Düşleriyle dumanların içine daldı. “Bu dünyada birkaç günümüz kaldı. Bize bir türkü söyle Doktor!” diyor Kemal.
Hayri’den ses çıkmıyor. Bir deri bir kemik beton sekinin üzerinde sırt üstü yatmış kalkamıyor. Diğer ölüm orucundaki arkadaşlarının birer yataklarının olduğunu biliyordu. Ama kendisininki yoktu. Elli gündür betonun üzerinde yatıyordu. Bir ara gardiyanlardan döşek istemeyi düşündüyse de sonradan vazgeçiyor. Ben istesem bunu bir zaaf olarak değerlendirip arkadaşlarınkini de alabilirler diye düşünüyordu. Kemal`in: “Hayri ölüme gidiyoruz beni kırma!” demesiyle bütün gücünü topladı zorbela oturdu, gözleri bulanık görüyordu. Ağzı kokuyor, sivrisinekler başının etrafında dolanıyordu. Eliyle uzun sakalını sıvazladı. Biraz düşündü:
Diyarbakır’dan Mardin`in Kızıltepe ilçesine doğru giden bir otobüs, polis ve jandarma tarafından durduruluyor. Yolcuların tümü otobüsten aşağı indiriliyor . İnen her yolcu iki elini havaya kaldırarak yüzünü otobüse dönüyor, ellerini otobüse değdirerek iki bacağı açık vaziyette bekliyor. Jandarma ve polisler herkesin üstünü didik didik arıyor. Üzerinde yöre şalvarları ve kahverengi bir ceket bulunan kara kuru zayıf esmer bir gencin cebinde bir mühür ve bir stampa bulunuyor. Asker, gencin ensesinden tutarak otobüsün yanından uzaklaştırıyor, onu polis şefinin bulunduğu bir aracın yanına götürüyor. Mührü ve stampayı polis şefine uzatan jandarma “bunlar bu adamın üzerinde çıktı,” diyor, polis şefi açık olan arabanın penceresinden mührü ve stampayı alıp, mührün üzerindeki yazıyı okumaya çalışıyor.
Tek bir kelime var, Okuyor ama anlayamıyor. Çünkü kelime Türkçe değildi. Yanındaki çantadan A- 4 kağıdı büyüklüğünde bir defter alıyor. Mührü kırmızı mürekkepli stampaya basıyor, hızla dizi üzerindeki defterin boş sayfasına vuruyor, mührü kaldırıyor: “SERXWEBUN” kelimesi çıkıyor. Bir daha vuruyor, bir daha, bir daha……..
Telsizinizin mandalına basıyor. Bir koşuşma başlıyor. Arabadan inip yanına yaklaşan yardımcılarına bir şeyler soruyor. Talimatlar verdi. Jandarmanın elindeki adamı, hemen orada bulunan bir polis dolmuşunun içinde soruşturmaya aldı. Yakaladıkları adamın şakağına tabanca dayatılınca, adının Ahmet, soyadının Bayık, doğum yerinin ise Keban ilçesi olduğunu kabul etti. Polis: “mührü nereye götürüyorsun?” sorusunu sormaya başladı. Ahmet “Davut Kurtay`ın dükkanına, gelecek olan birine verecektim,” dedi. Otobüs yoluna devam etti. Askeri ve polis araçları Ahmet ile birlikte Kızıltepe`ye doğru hareket ettiler.
Hayri ve Ferhat Kurtay o gün her şeyden habersiz Ferhat’ın abisi Davut Kurtay’ın evinde oturmuş, bölgenin durumunu değerlendiriyorlardı. Dükkana giden jandarma ve polis kimseyi bulamayınca Davut`un evini kuşatmıştı. Kapının çalınmasıyla durumu fark eden Ferhat, Hayri`ye “sarıldık” dediğinde iş işten geçmişti. Hayri üzerinde bulunan bütün dokümanları yakınca kapıyı açtılar. Silahlı askerlerin dipçikli saldırısına maruz kaldılar. Hayri, askeri arabaya doğru sürüklendiğini anımsarken,
Kemal Pir: “Doktor ne oldu?” diye sordu.
Hayri: “Hangisini istiyorsun Kemal” dedi merhamet dolu bir ses tonuyla. Hiç bir zaman kimsenin kalbini kırmayan, herkesle kolaylıkla anlaşabilen,büyüklük taslamayan Hayri, normalde türkü söylemezdi. Ama ölüme ramak kala Kemal Pir`in ondan bir isteği olmuştu, nasıl ret edebilirdi?
Kemal: “Doktor! Ağlama yar ağlamayı söyle!” dedi. Bir müddet sessizlik oldu… Diğer hücrelerdeki arkadaşları hep birden kulak kesilmişlerdi. Hayri:
“Ağlama yar ağlama
Mavi yazma bağlama
Mavi yazma tez solar
Ciğerimi dağlama
Elma al olanda gel
Ayva nar olanda gel
Hasta düştüm gelmedin anam
Bari can verende gel”
Türküyü dinlemek için tıklayınız : http://www.youtube.com/watch?v=g-rSDKabso0&feature=fvw
Hayri’yi dinleyen Kemal Pir`in gözlerinin önünden, yakalanışı bir film gibi geçmeye başladı: Filistin’de gerilla eğitimi gördükten sonra geri dönmüş, Batman’ın bir köyünde Mahsum Korkmaz ve Mehmet Can isminde bir arkadaşıyla buluşmuştu. Güneş batmak üzereydi. Kemal Pir`in bir elinde uzun namlulu Kalaşnikof markalı bir silah, diğer elinde silahlı bir gerilla örgütünün nasıl kurulacağına dair belgelerle dolu deriden bir çanta vardı. Üzerinde bir gerilla parkası, ayaklarında postalları, uzun sakalıyla tam bir gerilla komutanı gibiydi. Mahsum Korkmaz orta boylu bir gençti, yöre kıyafeti giyinmişti. Onunda elinde uzun namlulu bir silah vardı. Mehmet Can uzun ve ince boylu bir gençti; üzerinde askeri renge yakın uzunca bir parka vardı ve onun altında omzuna asılı silahı görünüyordu. Üçü, ayak üstü Batman`a nasıl gidecekleri konusu üzerinde tartışıyorlardı.
Mahsum Korkmaz: “Arabayla gitmek tehlikeli, yayan gidelim,” diyordu.
Mehmet Can da onun görüşlerine katılıyordu. Kemal Pir ise; belirli bir yere kadar arabayla gidilmesi gerektiğini söylüyor ve diretiyordu. Neticede köyde bulunan arkası açık pikapla gitmeye karar verince, Mahsum’un el işaretiyle bir evin önünde bekleyen, tanıdıkları şoförün kullandığı araç tartıştıkları yere geldi. Mahsum ile Mehmet pikabın arka bölümüne bindiler, silahlarını kucaklarına alıp çöktüler. Şoför: “Abi sen ön tarafta benim yanıma otur” deyince Kemal:
“Hayır ben de yukarıda oturacağım, bak sana ne diyeceğim! Yolda jandarma kontrol noktası falan olursa, önce yavaşlayacak, onları yanıltacaksın ve aniden gaza basıp uçar gibi uzaklaşacaksın” dedi ve arabanın arka bölümüne bindi.
Şoför: “Merak etme abi!” deyince gaza bastı.
Yaklaşık yirmi dakika sonra, şoför kontrol noktasını fark edince, arabayı yavaşlattı. Başta Kemal, ardından Mehmet ve Mahsum ellerindeki silahlarıyla ayağa fırladılar. Onların ayağa kalkmalarıyla, şoförün hızla gaza basması bir oldu. Dengelerini sağlayamadıkları için üçü ard arda arabadan fırladı, Mahsum yolun sağ tarafına düştüğünden bir uçurumdan yuvarlandı, ortalıktan kayboldu. Ama Kemal Pir ile Mehmet düştükleri yerde yolun ortasında baygın kaldılar. Silahları yolun ortasında ay ışığında parlıyordu. Kemal’in çantası bir taraftaydı ve silahlı askerler onların yattığı yere doğru koşmaya başladılar.
Hayri susunca Kemal düşlerinden sıyrıldı. Bir müddet sonra Kemal gözlerinin kararmakta olduğunu görünce sigarasını yere attı ve sırt üstü uzandı. Uyandığında artık gözlerinin görmediğini fark etti. Bir sigara daha yakmaya çalıştı. Gözleri görmediğinden kibrit kutusunu uzun süre aradı. Bulduğunda ise bu kez sigarasını yakamadı ..! Bir “of” çekti. El yordamıyla bulduğu kibrit kutusundan bir kibrit çöpünü çıkarıp yaktı. Bir “offf” daha çekti. Yedinci kibritte sigarasını yakabildi.
Kör olma durumunu arkadaşlarından da gizlemişti.
Bir ara askeri elbiselerin üstüne beyaz bir gömlek giymiş, doktor görünümlü biri yanına uğruyor. Kemal ile konuşurken, Kemal’in görmediğini anlıyor “Kemal sen görmüyor musun?” diye soruyor Kemal itiraz ediyor: “Hayır görüyorum” diyor Beş parmağını Kemal’in gözlerinin önünde tutan Doktor:”Bu kaç?” diye soruyor Kemal: “iki!” diye cevap veriyor……
– 49-
Tarih 12 Eylül 1982… Burası D.Bakır Askeri Hastanesi… Morg bölümü… Daha doğrusu bir bodrum katı… Buraya da ranzalar dizilmiş. Ölüme terk edilmiş ölüm orucu yolcuları bu ranzaların üstünde sıralanmıştı. Hayri Durmuş sırt üstü uzanmış. Bir dizini kendine doğru çekmiş öylece can vermişti. Gözleri kapalı, ağzı ise biraz açıktı. Üzerinde sinekler uçuşuyordu. Ranzanın altında ise kan ve su vardı. Kemal Pir`in üstü beyaz bir bezle örtülmüştü. Akif Yılmaz ise henüz can çekişiyordu. Fuat Çavgun bitkisel hayattaydı. Ali Çiçek de inliyordu. Nöbetçi askerler ölü ceset saymaya başlamışlardı. Artık Diyarbakır cezaevinden tahliye olanlar değil, tabutlar çıkıyordu. Hastahanede görevli askerlerin ağzını bıçak açmıyor, kimse tek bir kelime konuşmuyordu. Bu tabutların bir gün mazlum Kürdistan halkının varlığını tüm dünyaya duyuracağını hiç kimse o gün hesaplayamamıştı……
-50-
5 Eylül 1983 günü D. Bakır cezaevi yeni bir güne hazırlanıyordu. Komando erler ve subaylar şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Tüm koğuşlara kalas zoruyla marşlar söyletiliyordu. Artık otuz beş ve otuz altıncı koğuşlarda ölüm orucunun başladığını herkes biliyordu. Buna rağmen her koğuştan ayrı bir marş sesi yükseliyordu. Bu sesler zindanın yakınlarında bulunan mahalleye kadar ulaşıyordu. Tam bu sırada ölüm orucuna yatan tutuklular isyan sloganını atmaya başlıyordu: Onlarca tutuklu tek bir ağızdan “Kahrolsun sömürgecilik” diye bağırıyordu.
Bu slogan bir dalga gibi koğuştan koğuşa yayılıyordu. Birkaç dakika içinde tüm zindan bir ağızdan: “Kahrolsun sömürgecilik!” diye haykırıyordu. Her şey tersine dönüyordu. Askeri marşların yerini Kürtçe marşlar alıyordu. Halaylar çekiliyor, zılgıtlar atılıyordu. Şairler, şiir okumasını bilenler pencereden başlarını çıkarıp isyan şiirlerini okuyordu. Dengbejler ise o anda uydurdukları stranlarını söylüyorlardı. Komandolar, korkularından koğuşları terk edip dışarı kaçıyordu.
Heyecan dalga dalga tüm esir bedenleri sarıyor ve koğuştaki tahta ranzalar parçalanıp tahtalarından sopalar yapılıyordu. Koğuş kapılarında barikatlar kuruluyor. Barikat savaşına başlanıyor. Ölüm orucuna yatanların sayısı da tam 600’e ulaşıyordu.
-51-
Veremlilerin kaldığı koğuşun kapısı bir gardiyan tarafından nazikçe açılıyor. Koğuşta halaylar çekiliyor, içerde tam bir bayram havası seziliyor. Bitişik koğuşlarda söylenen türkü sesleri koridorlarda yankılanıyordu. Gardiyan: “Selim Çürükkaya ve Abdulkadir Göktaş, lütfen giyinin hastahaneye gideceksiniz!” diye bağırıyordu. Direniş öncesi „‘lan’lı, yavşaklı, ibneli” konuşan gardiyanlar, direnişle birlikte hayli kibarlaşmış “lütfen”li konuşmaya başlamışlardı.
Selim ve Abdulkadir gardiyanın bu çağrısı üzerine koğuştaki halayları durdurdular, arkadaşlarını sessizliğe davet ettiler. Hastahaneye gidip gitmeme konusunda arkadaşlarıyla kısaca tartıştılar. Ölüm orucunda olan, tüberkülozlu, durumu ağır hastaların hasta haneye gitmesi ve hastanede ölüm orucunun sürdürülmesi kararına vardılar. Ve hemen en güzel elbiselerini giyerek dışarı çıktılar. İkisi de tüberküloz hastasıydı. Uzun süreden beri tedavi edilmedikleri ve ölüm orucunda oldukları için sendeleyerek yürüyorlardı. Az sonra yürüyemeyeceklerini, düşeceklerini anlayınca kol kola girerek yürüdüler.
Koridorlarda türkü sesleri yankılanıyor, bazı koğuşlar kapılara barikat kurmuş kimseyi içeri sokmuyor, bazı koğuşların pencerelerine çıkan tutuklular şiirler okuyor, bazı tutuklular da boş havalandırmalara ajite çekiyordu.. Selim ile Abdulkadir koğuşun gardiyanı ile ana koridora gittiklerinde sedyelerle tutukluların taşındığını, zebani gardiyanların süt dökmüş kediye döndüklerini gördüler. Kadınlar koğuşu koridorunun karşısına vardıklarında, Selim eşi Aysel ve Fatma Çelik`in getirildiğini görünce durakladı. Aysel hala Selim`i görmemiş veya tanımamıştı. Selim: “Aysel” diye seslenince, Aysel Selim`e doğru koştu. Sımsıkı kucaklaştılar. Cehennem hayatın sona erdiğini, özgürlüğe kavuştuklarını, ayrılığın son bulduğunu, duvarların yıkıldığını, zincirlerin kırıldığını anladılar.
Uzun sürdü bu kucaklaşmaları. Gözyaşlarını içlerine akıtarak, doyasıya hüngür hüngür ağladılar. Ve el ele tutuşarak arkadaşlarıyla birlikte özgür adımlarla kendilerini hastahaneye götürecek arabaya doğru yürüdüler. Hastahaneye vardıklarında onları birbirlerinden ayırdılar. Aradan günler geçti, birbirlerini göremediler. Ölüm orucundakiler artık son günlerini yaşıyorlardı. Bir gün Selim`i kaldığı koğuşundan, sedye ile alıp götürdüler. Bilmediği bir yerde, parmaklığı olan bir pencerenin önünde oturttular. Bulanık gözlerle parmaklıklara iyice baktı, karelere bölünmüş karşı tarafta eşinin annesi oturuyordu. Başına bir yazma bağlamış, yüzü kırışmış, ağlamaktan göz altındaki halkalar morarmıştı. Bir subay onu izliyordu, Selim`in arkasında da yüzbaşı Abdurrahman Kahraman ayakta dikilmişti.
Selim: “Anne hoş geldin.”
Aysel`in annesi: “Hoş bulduk oğlum nasılsın, iyi misin?”
Selim: “Sağ ol anne iyiyim, ellerinden öpüyorum”
Aysel`in annesi ağladı ve yalvarırcasına:
“Oğlum senden son bir isteğim var, ne olur dediğimi yap!”
“Nedir anne, ne istiyorsun?”
“Aysel ölüm orucunda, öldü ölecek, ne olur bir mektup yaz, götürüp vereyim, ölüm orucunu bıraksın?”
“Anne Aysel`i ben ölüm orucuna sokmadım ki. Onlara yıllardır işkence yapıldı. Bir daha o cehennemi yaşamaktansa demek ki ölmek istiyor. Şimdiye kadar ölmek isteyenler, ölemiyorlardı. Cehennem yıkıldı. Artık ölebiliyor insanlar. Ben mektup yazsam da, o ölüm orucunu bırakmayacak”
Bu sözler karşısında ağladı kadın ve çaresiz gözlerle Selim’e baktı.
“Kızım seni seviyor, bu yeryüzünde bir seni dinler biliyorum. Ayaklarına kapanırım oğlum, Düzgün baba için bir mektup yaz… Yoksa…Oğlum… Ölecek… Kızım!” dedi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Selim de ağlayacaktı ama arkasında ve karşında dikilmiş cellatlardan dolayı kendini tuttu ve bir anneye, öyle bir anda söylememesi gereken sözler dudaklarının arasından döküldü:
“Tamam anne, Aysel ölürse onu köyümüzün girişindeki ağacın altına gömün, benim için de mezarının yanına bir mezar kazın” Bu ara Selim`i gözetleyen/dinleyen yüzbaşı A. Kahraman elindeki anahtarlığı Selim’in başına Tık… Tık.. Tık.. diye vurdu. Aysel`in annesi yüzbaşıya bağırdı: “Ayıp değil mi, utanmıyor musun, niye çocuğa vuruyorsun?” Yüzbaşı yaptığı hatayı anlayınca geri çekildi. Selim: “Bir şey olmaz anne, şimdiye kadar kalaslarla kafamıza vuruyorlardı, anahtarlıkla vurmak gül sunmak gibi geliyor bana!” Bu sözden sonra görüşme kesildi. Selim, bir Yüzbaşı iki komandonun denetiminde koğuşuna dönerken hastahane penceresinin önünden geçtiğinde şöyle dışarıya bir göz attı.
Askeri hastahanenin önünde halktan binlerce kişi toplanmıştı. Kadınlar, çocuklar, gençler ve yaşlılar… Ellerindeki kocaman fotoğrafları havaya kaldırmışlardı. Her bir fotoğrafın altında bir isim, M. Hayri Durmuş, Orhan keskin, Mazlum Doğan, Necmettin Büyükkaya, Cemal Arat yazılıydı. Daha çok fotoğraf vardı. Onlara bakamadan pencerenin önünden geçti.
-52-
Bir yüzbaşı yüz komandoyla birlikte en büyük koğuşu basmaya gidiyor. Komandoların bir elinde kalkan, bir elinde ise balta sapı bulunuyor. Yüzbaşı en önde, kapıyı o açıyor. Karşısında eli kalaslı tam 180 kişi duruyor. Yüzbaşı, korkudan ne yapacağına tam karar vermeden gözü bir tutukluya ilişiyor. O anda iki ordunun karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Ve bu çatışmada hiçbir askerinin sağ kalmayacağını da çok iyi biliyor. Bunu çılgına dönmüş tutukluların gözlerinden okuyor. Ama yine de savaş savaştı ve bir komutan savaşa girmekten kaçınmamalıydı. Yüzbaşı önce psikolojik taktiklere başvuruyor. İşaret parmağıyla koğuşun sağ tarafını göstererek:
“Devlet benim hakkımı verir diyenler bu tarafa!
Koğuşun sol tarafını göstererek ” Ben devletten hakkımı sike sike alırım!” diyenler bu tarafa!” diye bağırıyor. Tutukluların en başında bulunan Adem, elinde uzun ve kalınca bir kalasla yüzbaşıyı ve askerlerini bir darbede imha edecek öfke ve kinle bakmaktadır. Yüzbaşı sözünü bitirir bitirmez, en önde Adem “sike sike hakkımı alırım” tarafına geçer. Tüm tutuklular Adem’i takip edip hepsi bir tarafta toplanır.
Yüzbaşı hayretini ve şaşkınlığını gizleyemeden bir adım geri çekilir. Adem`e: “Hani ulan sen siyasi ve bölücü değildin?”
Adem:
“Evet, değildim. Ama yaptınız! Kördüm gözlerimi açtınız…..! Kıyamete kadar sürecek bu kavgaya siz beni ittiniz!” Diyerek öfkeyle yüzbaşının yüzüne bağırır.
Son
*…Sevgilim…
Aman aman, anam yanam
Ey sevgilim, yaman sevgilim
Sen beni zehir yemiş bir balık gibi karaya
Kayalıkların üstüne atmışsın
Hiç bir akıl beyin zavallı kafamda bırakmadın
Aman aman anam yanam
Ey sevgilim, yaman sevgilim
Sen beni yıkanmış bir sumak gibi bıraktın
Hiç bir tad, koku, renk bende kalmadı.
Ah gel zalim, zalimin kızı türk zabıtanın kızı
Aman aman yaman yaman
Aman aman anam yanam
Ey sevgilim, yaman sevgilim
Sen beni yetmiş yaşındaki bir ihtiyara çevirdin
Hiç bir damak, diş zavallı adamda kalmadı.
Ah gel zalim, zalimin kızı, türk zabıtanın kızı.
——————————————————————————–
[1]
Ahu Tuğba ve Zerin Egeliler Türkiye’de 1970 ve 1980 yıllarında sex yıldızlarıydı.)
[2]
Ne yalancısın ulan ne yalancı! Türküm dedim. Hiç de mutlu olmadım. Rezil perişan oldum.
[3]
Bana öyle yan yan bakma ulan! Bak Kenan Evren’ini sikerim ha!
[4]
Ateşin Ve Güneşin Çocukları: Adnan Yücel.