Makalelerim
Değerli okuyucular
Selim Çürükkaya / Uzun bir süreden beri yazmıyorum. İzliyorum, gözlüyorum, dinliyorum, yanlış ile doğruyu, eğri ile düzü birbirinden ayırmaya çalışıyorum. Benimde seyahat yapma hakkım var. Benimde susma yazmama hakkım var değil mi? İşte ara sıra bu hakkımı kullanıyorum. Şimdi başlarken hemen politik meselelerden giriş yapmayayım diye düşünüyorum.
Biliyorum, siz meclis boykotu hakkındaki fikirlerimi, yine Silvan saldırısı ve ondan sonra oluşan atmosfer hakkındaki düşüncelerimi, Türk kuvvet komutanları ile Öcalan’ ın aynı günde gerçekleşen istifaları hakkında yazacaklarımı, Seçilen Kürt Milletvekillerinin meclise dönüp dönmeyecekleri, ilan edilmiş “demokratik özerklik” ve Türkiye’ ye dönen Burkay olayı ile ilgili ne söyleceğimide merak ediyorsunuz. Merak iyi bir şeydir.
Siz merak etmeye devam edin, ama ben havadan sudan değil de, arılardan söz etmek istiyorum. Bu yılki yaz tatilimin birkaç gününü Hollanda’ da geçirdim. Oranın şirin bir kasabasında bir arkadaşım vardı. Kendisine kasabada olduğumu telefonla haber verdim. Geldi , beni arabayla aldı. Arabaya bindim, kapıyı kapattım, “abe ben arıcılık yapıyorum, seni kovanlarımın bulunduğu yere götüreyim” dedi. Gidelim deyince, Arabayı kovanların bulunduğu bahçelere doğru sürdü.
Bir binanın önünde park ettik, aşağı indiğimde her tarafta çiçek bahçelerinin olduğunu gördüm. Bu memleket, zaten bütün dünyada çiçekleriyle meşhurdu. Taş döşeli yoldan yürüyerek, bir binanın içine girdik, antreyi geçince, girdiğimiz salonun üç duvarlı olduğunu fark ettim, bahçeye bakan tarafın duvarı yoktu , duvar yerine yan yana konulmuş kovanlar vardı ve arılar kovanlara girip çıkıyordu. Diğer duvarlarda arıların yaşamını anlatan resimler, çizimler ve yazılar vardı.
Arkadaşım eskiden Hollanda da öğretmenlik yapardı. Sonradan emekli olmuştu. Şimdi ise arı öğretmenliği yapıyordu. Ben içeri girer girmez, bana arıların yaşamı üzerine ders vermeye başladı.. Elini ilk sıradaki kovanın üzerine koyarak. “Abi şu anda bu kovanda 80 000 tane arı vardır. Bunlardan bir tanesi ana arı, yani kraliçe, değerleri, bebek arılar, işçi arılar, bekçi arılar, keşifçi arılardır” dedi. Neden erkek arılar yok mu diye sorduğumda, “hayır şu anda yoklar, ana arı döllendikten sonra artık kovana sokulmadılar, ya öldürüldüler yada kovuldular” dedi. Merak ettiğimden, bana hikayelerini biraz daha genişçe anlatırmısın diye ricada bulundum.
Arkadaşım: “Ana arı döllenmeden önce her kovanda yüze yakın erkek arı bulunur, çiftleşme döneminde ana arı kovandan çıkar ve saatte 65 kilometre hızla uçmaya başlar, kovandaki erkek arılar, onu takip eder, daha doğrusu onu kovalar ve hangisi ona yetiştiyse, onunla havada çiftleşir, neticede ana arı kovana geri döner, artık erkek arıların işi bitmiştir, onlar da kovana geri dönmek isterler ama bekçi arılar onları kovana sokmazlar, proplem çıkaranları öldürürler.” Dedi. Peki bekçi arılar onları nasıl tanıyorlar ki diye sorduğumda “kokudan” cevabını verdi. “Hatta her ana arı kovana bir koku yayar, o koku kovandaki bütün arılara bulaşır ve kovanın kapısında bekçilik yapan arılar, kovanlarına gelebilecek yabancı arıları kokularından tanıyarak onları içeri sokmazlar,” dedi. Yani ana arılar kraliçeyi dölledikten sonra kesin olarak öldürülür veya kovandan kovulur diyorsun dediğim de “evet” yanıtını verince, kovanın erkek arılarının kaderi ile bazı politik partilerin merkez komite üyelerinin kaderleri birbirlerine ne kadar çok benziyor dedim, arkadaşım güldü.
Duvardaki resimler üzerindeki işaretleri göstererek: “Bir kovanda, işçi arılar eğer yeni bir kıraliçe arı yaratılarsa, büyüyen yeni kraliçe bir ses çıkarır eski kraliçe, kovanı terk etmeye hazırlanır, yeni bir yer bulmak için gözcü arıları dışarı yollar, onlar yeni yer bulunca, geri gelir, haber verir, eski ana arı, maiyeti onu besleyebilecek işçi ve korumacı arılarla birlikte kovayı terk eder.
Kapalı mekandan ayrılarak çiçek bahçelerine doğru yürüdük, bin bir renk, bin bir çiçek ve dans eden arılarla kelebeklerin arasında Hollanda da belki de 500 yıl önce kullanılan bir evin önüne gittik. Buranın içini bana göstermek isteyen arkadaşım,: “Beni izle” diyerek içeri girdi. Beş yüz yıl önceki mutfakları, mutfak aletleri, beş yüz yıl önceki oturma odası, beş yüz yıl önceki banyo ve saire, birden kendimi orta çağda buldum. Arılar dünyasından ortaçağ insan dünyasına geçiş yapmıştım.
Ortaçağ turumuz fazla uzun sürmedi, arabaya binerek arkadaşımın kaldığı mahalleye gittik. Burası da ultra çağa ait bir mahalleydi. Su kanallarının kıyısında evler veya villalar kuruluydu. Arkadaşımın evi üç katlıydı. Birinci katında oturma odası ve mutfak vardı, ikinci katında yatak odaları üçüncü katında çalışma odaları ve çamaşırhane bulunurdu. Burada arsadan istifa edilerek odalar yanyana değil, üst üste konulurdu. Evin balkonu hemen su kanalına bakıyordu ve her evin balkonuna bağlı suyun üzerinde bir bot dururdu. Ve siz istediğiniz zaman botunuza biner, küreklere asılır, kanal boyunca şehir turu yapabiliyordunuz.
Gerçi arkadaşım henüz bot satın almamıştı, ama balık yakalamak için oltası balkonda duruyordu. Ben daha oturmadan oltasını hazırladı, balkondan derin kanalla sarkıttı, balık yakalayınca, kızartıp yutacaktık, ama görünürde balık olmayınca, olatayı çekti, kanal boyunca yürüdük, kocaman balıklar gördük suyun altında, arkadaşım bu kez balıkların dünyasını anlatmaya başladı, onu dinledim, hiçbir şey söylemedim, akşamüzeri beni kaldığım eve bırakınca, kendimi çok rahat hissettim, bir günlük bile olsun, arılar, çiçekler, dünyasına gitmiş, oradan ortaçağa uğramış, kanallar kentinde balıklarla ilgili sohbetlerin hazzını tatmıştım…