İki Türk beyi 2
Yanılmıyorsam 1988 tarihinde yayınladığı "Toplumsal Kurtuluş" dergisiyle dikkatlerimi derinleştirdi. Kürt sorunu ve PKK mücadelesiyle ilgili bu dergide yayınlanan yazılardan sonra Yalçın Küçük ile görüşmeyi kafamda tasarlamıştım. Cezaevinden tahliye olduğumda yirmi gün kadar istanbulda kaldım. Ankara`ya uğradım,Yalçın Küçük`ü sordum ama görüşemedim.
Selim Çürükkaya / ” Doğu Perinçek ile hukukumuz 12 Eylül 1980 öncesine kadar uzanır.
Ben 1970’lerden beri onu tanırım.
Ama 1979’da Perinçek‘in redaktörlüğünde yayınlanan
Aydınlık Gazetesi beni ihbar edince karşı karşıya geldik….. ”
Waxtı zamanında iki Kürt büyüğünü yazınca, iki de Türk büyüğünü anlatmadan geçmek doğru olamazdı. Hele bu iki Türk büyüğünden biri Yalçın Küçük, diğeri Doğu Perinçek olunca işin ehemmiyeti daha da artar. Çünkü ikisi ile çok ilginç anılarım olmuştur. İnanıyorum ki ders vericidir, anlatmak istemem bundan kaynaklanıyor. Yalçın Küçük`ü cezaevinde tutukluyken okuduğum kitaplarından tanıdım. Aykırı, sivri dilli, sivri zekalı, dahilik ile delilik sınırlarında dolaşmasıyla dikkatimi çekmişti.
Yanılmıyorsam 1988 tarihinde yayınladığı “Toplumsal Kurtuluş” dergisiyle dikkatlerimi derinleştirdi. Kürt sorunu ve PKK mücadelesiyle ilgili bu dergide yayınlanan yazılardan sonra Yalçın Küçük ile görüşmeyi kafamda tasarlamıştım.
Cezaevinden tahliye olduğumda yirmi gün kadar istanbulda kaldım. Ankara`ya uğradım,Yalçın Küçük`ü sordum ama görüşemedim.
1993 yılının Ağustos ayında Almanya`nın Bochum kentinde bir Kürt festivali düzenlemek için Festival hazırlık komitesi olarak toplanmıştık. Bu toplantıda ben Yalçın Küçük`ün festivalde bir konuşma yapması için davet edilmesini istedim. Bu önerim kabul edildi. Ve bir gün sonra Yalçın Küçük`ü telefonla davet ettim.
Bochum festivalinde 70 bin Kürdün karşısında yaptığı kısa konuşma çok anlamlıydı. Ama hiç birimiz o zaman onu anlayamamıştı. O konuşma Kürt başıyla başladı, Kürt başıyla bitti. Ve şöyle diyordu Küçük:
“Bu gün diyorum..
Bu gün diyorum..
Bu gün diyorum..
En güzel baş Kürt başıdır
Çünkü Kürt, baş kaldırıyor”
Bu gün, o günkü konuşmayı Bochum festivalinin video kasetinden izlediğimde Yılan ile Tilkinin hikayesini anımsadım. Hani yılan tilkinin gövdesini, boynunu sarmış, tam boğmak üzereyken, tilki: „Yılan kardeş başın, hele o gözlerin ne kadar da güzel, ölmeden önce müsaade et de o güzel gözlerini bir kerecik olsun öpeyim” der. Tilkinin bu sözlerine kanan yılan, başını tilkinin ağzına yaklaştırır ve yılanın ömrü orada noktalanır.
Yalçın Küçükle görüşmemiz bu festivalde başladı ve devam etti. Ortamı gören, değerlendiren Küçük, Avrupa dan sonra Bekaa`ya gitti. Gazeteci, yazar kimlikleri, görünen etiketleriydi. Ama Küçük, bu kimliklerle sınırlı olmayacak kadar büyüktü! Birdenbire Apo`ile aralarında kardeşlik bağı güçlendi. Ve Küçük Apo nun akıl hocalığına terfi etti. Bunu çoğumuz anlamıştık. Öyle ki; bir konuda Apo yu ikna etmek için Yalçın Küçük’ü ikna etmek gerektiğine ben inanmıştım.
1993 tarihinde bir Kürt televizyonunun kurulması gerektiğine inanıyordum. Bu konuyu bir çok çevreyle tartışıyordum. Avrupa örgütünün merkezi ve Öcalan dışında konuştuğum kişiler televizyonu kurabileceğimize inanıyorlardı. Fakat bizim örgüt her şeye rağmen televizyon kuracağımıza inanmıyordu. Bir merkez toplantısında dayanamadım:
„ Arkadaşlar, siz bizim bir devlet kuracağımıza inanıyor musunuz?” diye sorduğumda herkes bana yan yan bakınca: „Eğer televizyon kurcağımıza inanmıyorsanız, devleti asla kuramayacağız!” dedim.
Bizim merkezi inandırmanın güç olduğunu anlayınca Apo`yu ikna etmeyi kafama koymuştum. Tam bu arada, Yalçın Küçük, Feridun Yazar, Zübeyr Aydar Almanya`ya gelmişlerdi. Köln’de bir toplantıya katılmışlardı. Ben onlardan çok uzaktaydım. Ama gecenin geç saatlerinde onlara ulaştım. Toplantı çıkışında „gelin bu gece bende kalın” dedim. Kabul ettiler. Benimse herhangi bir hazırlığım yoktu.
Düsseldorf` ta, örgütün dayalı döşeli bir evi vardı, bende bazen bu evde kalıyordum. Arabalara bindik, yola çıktık, eve gittiğimizde bir baktım ki sekiz kişiyiz. Önceden tedbir alamadığımdan kupkuru evde içecek su bile yoktu. Neyse ben televizyon kurma projesini anlatmaya başladım. Yalçın Küçük projemi biraz hayali buldu. Ama üzerine gidince ikna oldu. Gecenin geç saatlerinde yatmak için hazırlandık. Her kes için bir yatak hazırladım. Bir yatak kalmışti, ama iki kişi açıktaydı. Ben ve Yalçın Küçük. Diğer arkadaşlar yataklarına girince ben müzipce güldüm: „Hoca, bir yatak var, biz iki kişiyiz ve çaresiz benimle yatmak zorundasın…” dediğimde herkes kahkahayla güldü.
Yalçın Küçük bize 1993 te Apo`yu „Kürt bahçesinde sözleşi” adlı kitabıyla anlattı. O kitabı okuduğumda Yalçın Küçük’ün Apo`yu çözerek konuşturduğunu, çoğu şeyi ona itiraf ettirdiğini ve ustaca bunları yazdığını anladım. Hatta o zaman bir çok arkadaşa: ilerde Yalçın Küçük : „ Ben Öcalanı kendi ağzından size anlattım, siz anlamadınız ben ne yapayım?” derse şaşırmayalım” dedim.
Benim hayal ettiğim televizyon gerçekleşti. Ama bir farkla! Ben Kürt televizyonu düşünüyordum, Apo televizyonu kuruldu. Televizyonun birinci konuğu Apo, ikinci konuğu Yalçın Küçük`tü. Ve ben saklandığım evimden ancak bu televizyonu izleyebiliyordum. Tabi aynı zamanda Küçük ile Büyüğün! ilişkilerini de!
Bir yirmidokuz Ekim günü Yalçın Küçük Türkiye`ye döneceğini açıkladığında biz kardeşininde gideceğini bilmiyorduk. Bu gün eminimki Küçük biliyordu. Ve lakin onunla bacanağı, bizim icin sır olan her şeyi biliyorlardı.
Nitekim çok sonraları Yalçın Küçük`ün yazdığı „Şebeke” adlı kitabını okuduğumda, kendisini İmralı konseptinin mimarları arasında görüyordu.
Ah hocam, ben seni „aydın” bilirdim, „karanlık” olduğunu geç anladım. Yoksa elimden zor kurtulurdun!
DOĞU PERİNÇEK
Doğu Perinçek ile hukukumuz 12 Eylül 1980 öncesine kadar uzanır. Ben 1970’lerden beri onu tanırım. Ama 1979 da Perinçek`in redaktörlüğünde yayınlanan Aydınlık Gazetesi beni ihbar edince karşı karşıya geldik.
O tarihlerde ben D.Bakır‘da idim. Özgürlük Yolu çevresinden kopan bir Grupla görüşür, parkta oturur, tartışırdım. Bir gün parkın kapısından içeri girip arkadaşlarımın oturduğu masaya doğru gidiyordum; herkesin bana bakıp gülümsediğini gördüm. „Hayırdır arkadaşlar bir şey mi oldu?” dedim. Bir arkadaş elindeki Aydınlık gazetesini bana uzattı. Manşete baktım: “Tilki Selim Diyarbakır’da!” Hala bir şey anlamamıştım. Bir sandalye çektim; oturdum ve gazetenin haberini okumaya başladım:
“Doğu ve Güneydoğu’da pek çok cinayetin sorumlusu Selim Çürükkaya ellerini kollarını sallayarak Diyarbakır’da dolaşıyor.” Bu cümleyi okuyunca arkadaşlarımın neden bana bakıp gülümsediklerini yeni anladım ve gazeteyi elime alarak “Haydi bana eyvallah” dedim; parktan ayrıldım. Bu olaydan sonra yakalandığım 1 Mayıs 1980 gününe kadar Diyarbakır’da illegal yaşamaya başladım.
Gazetedeki haberin doğru olan tek tarafı benim D.Bakır’da ellerimi kollarımı sallayıp dolaşmamdı. Gerçekten hiç bir cinayetin faili değildim. Nitekim Doğu beyin çok güvendiği Türk ordusu bu haberden bir yıl sonra darbe yaptı. Ve ben bu ordunun emrinde çalışan mahkemelerde yargılandım. Beni cinayetten sorumlu tutamadılar. Örgüt üyesi olduğumu tesbit ettiler. Türk Ceza Kanunun 168. maddesi gereğince onbeş yıl hapis cezasına çaptırdılar. Bunu yeterli görmemiş olacaklar ki “şiddetli siyasi savunma yaptığımdan” dolayı, sekiz yıl daha eklediler. Ama yargıtay yüksek daireler kurulu mahkemenin verdiği bu karları bozdu, sadece örgütün sempatizanı olduğum gerekçesiyle bana hafif bir ceza verdi.
Öyle anlaşılıyor ki demokrasinin, insan haklarının ve hukukun katili sıkıyönetim mahkemeleri bile Doğu bey gibi, beni cinayet işlemekle suçlayamadı. Ama Türk cuntası beni tutukladığı gibi Doğu‘yu da tutukladı.
Aradan yıllar geçti. Biz, onlar gibi duvarlar arasında boyun eğmedik; bize işkence yapanlara yalvarmadık: “Biz de sizin gibi düşünüyoruz, niye bizi tutukladınız?” demedik.
İşkenceye, zulme, zorbalığa karşı direndik. Mahkeme salonlarında sömürgeciliği yargıladık. Bizi çevreleyen bütün duvarları “yıktık” sesimizi halkımıza ve insanlığa duyurduk. Ve yankı buldu sesimiz; Eruh’ tan Şemdinli’den. Ailelerimiz sokaklara döküldü; açlık grevlerine yattılar onar-onar, yüzer-yüzer!
Ama onları barındırması gereken partiler, sendikalar, insani kuruluşlar korkudan kapılarına kilit vurdular. Bir camilerin, bir de başını Doğu Perinçek‘in çektiği partinin kapıları açıktı. Kimimizi ihbar edip yakalatan, kimimizi illegal duruma düşüren Perinçek ve arkadaşları, bu kez işkencelere karşı direnen ailelerimize partilerinin kapılarını açıyorlardı. Bu bir pişmanlık belirtisi miydi? Yoksa oynanan bir oyunun başka bir sahnesi miydi? Onu ileride anlayacağız!
Doğu Perinçek ile ilk doğrudan temasım 1989 tarihinde Ceyhan Cezaevi’ndeyken oldu. Bekaa‘ya gitmiş, Öcalan‘la görüşmüş, geri dönmüştü. “Bekaa‘da 21 Ajan” manşetiyle 2000‘e doğru dergisinde bir yazı dizisi başlatmıştı. Derginin sonraki sayısında dizi yazıyı durdurmuş, bana ve Mustafa Karasu‘ya şu haberi ulaştırmıştı: “Bekaa‘ya gittim, bana ajan olarak gösterilenlerle konuştum. Türkiyeye döndüm. Araştırma yaptım, tutuklanan kişilerden hiçbiri ajan değildir. Bize yalan söylendi. Bu konuda Apo‘ya da mektup yazdım. Haberiniz olsun!”
Biz içerdekiler Apo ile Doğu‘nun dışarda ne dolaplar çevirdiğini bilmiyorduk. Ama 2000‘e doğru dergisinin yaptığı yayınları ve İşçi Partisi’nin kapılarını ailelerimize açmasını olumlu buluyorduk. Geçmişte bize yapılan haksızlıkları unutmaya hazırdık.
27 Nisan 1991 günü Bartın Cezaevi’nden tahliye olup İstanbul‘a gittim. Ki bu tarihlerde Türkiye´de iki, Avrupa‘da bir kitabım, birçok dergi ve gazetede onlarca makalem yayınlanmıştı. Yani kitaplarımı okuyan Doğu Perinçek artık beni yakından tanıyordu. Yeni Ülke gazetesinin başına geçtiğimi öğrenince telefonla beni aramış, geçmiş olsun dileğinde bulunmuş ve beni evine davet etmişti.
“Oniki yıl önce ihbar ettiğin adamı, oniki yıl sonra misafir olarak evine davet et!”
Yanıma Yeni Ülke gazetesinin sahibini, İnsan Hakları Derneğinden iki kişiyi alarak, birlikte Perinçek‘in evine gittim. Bizi çok sıcak karşıladı. Karşılıklı kahvelerimizi içerek sohbet ettik. Bir ara gözlerim “Aydınlık” gazetesinin arşivine takıldı:”Doğu bey bir bakabilir miyim?” diye sordum. O da: “Selim bey, eski defterleri karıştırmazsak daha iyi olur” diyerek güldü. Lafı dolaştırıp yeni kuralan HDP‘e getirdi: “Bu partiyi kuranlar Amerika yanlısı Kürtlerdir, siz gelin bunlara destek vermeyin, biz bizim partide birlikte çalışalım” dedi. Bende:
“Siz her taşın altında Amerika ararsınız; bu sizin fobiniz” deyince, konuyu değiştirdi. Geçmiş gelecek her şeyi tartıştık. Bekaa filmlerini izledik; derken sabah oldu. Yani o gece Şule Hanım da dahil, hiç birimiz uyuyamadık.
Aradan bir kaç gün geçti. Doğu Perinçek tekrar beni aradı:
“Selim bey önemli bir mevzuu için sizinle görüşmem gerekiyor. Ya ben Yeni Ülke’ye geleyim ya da siz bizim derginin bürosuna kadar gelebilir misiniz?” dedi. Gazetemize yakın olan 2000‚e doğru dergisinin bürosuna gittim. Beni Doğu´nun özel odasına aldılar. Hoş geldinden sonra karşılıklı oturduk. Hal hatır sorduk. Nazikce karşılık verdim. Çekmecesinden bir zarf çıkarttı. Zarfı açtı; içinde beş adet fotoğraf vardı:
„Selim Bey, bunlar benle Öcalan`ın Bekaa’da çekilmiş fotoğraflarımızdır. Bu fotograflar dün Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından, İstanbul’daki bütün gazetelerin bürolarına gönderilmiş. Yanılmıyorsam sizin gazeteyede gelmiş” dedi.
Evet aynı fotoğraflardan beş adet bizim gazeteyede postalanmıştı. Doğu Bey, bununla yetinmedi, çekmecesinden bir zarf daha çıkardı. Onun içinde çok sayıda fotoğraf vardı. İçinden beş tane seçti:
„Bakın Selim Bey, bu fotograflardan birer adet bende, birer adet de Öcalan’daydı. Benimkiler burada! Size göre bunların bir nüshası Mit’in eline nasıl geçti?”
Gülümsedim: „Doğu Bey, bir nüshası sizde, bir nüshası onda ise ve başka nüshası yok ise ikinizden birisi vermiştir” dedim. O da gülümsedi…
Bürodan ayrıldım. Köyüme gittim, beş gün sonra İstanbul‘a geri döndüm. Doğu Bey geldiğimi duyunca beni tekrar aradı. Bu kez ben onu Yeni Ülke gazetesinin bürosuna çağırdım. Geldi; ikimiz yalnız bir odadaydık; yine çantasını açtı:
„Biliyor musun bu gece Mehmet Şener bana telefon açtı. Her ne kadar telefonlar dinleniyor dedimse de, konuştu, ben de not aldım.” Notlarını okumaya başladı. Bitirince: „Sen ne düşünüyorsun?” Dedi, bende: „Konu hakkında yeterince bilgi sahibi olamadığım için şu anda bir şey diyemem ama araştırırım” dedim.
Doğu Beyle vedalaştık. Ben Bekaa‘ya gittim. Orada Öcalan‘la (Apo’nun Ayetleri‘nde www.newroz.net/aa) izah ettiğim gibi karşı karşıya geldik. Bunu duyan Doğu Perinçek 2000’e doğru dergisinde benim ile Sakine Cansız‘ın Öcalan tarafından idam edilmek üzere olduğumuzu yazmıştı. Bu yazı Öcalan‘ı köşeye sıkıştırdığından bana „git Doğu‘ya, ben tutuklu değilim diye telefon aç” dedi. Ve ben aynısını yapmak zorunda kaldım.
Doğu ile son görüşmemiz Almanya’da olmuştu. Apo’nun Ayetleri’nin Türkçe baskısı yapılmıştı. Ben de Köln’de bir kitapçıyı aradım. Kitabı satıp satmayacağını öğrenmeye çalıştım. Doğu’nun arkadaşı olan bu kitapçı “yahu kardeşim kitabevimi bombalatırmak mı istiyorsun?” dedi. Hemen ardından telefon numaramı istedi, verdim.
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilemiyorum. Ben İsviçre’de Longo Mayi’nin çiftliğindeydim. Doğu aradı: “Frankfurt’tayım; kitabın Türkiye baskısı için gel görüşelim” dedi.
Durumu Longo Mayi yöneticilerine anlattım. Bize bir araba ve iki kişi verdiler; ben ve eşim Frankfurt’ta bize verilen adrese gittik. Doğu’nun arkadaşının evinde kaldık. Longo Mayi’nin adamları geri döndüler. Akşam Doğu geldi. Sohbet ettik. Kitap hakkında şunları söyledi:
“Benle Şule Hanım birlikte okuduk. O okuduğunda ben ağlıyordum, ben okuduğumda o ağlıyordu; korkunç bir durum. Yalnız şu Stalin eleştirilerini çıkarırsanız, Kaynak Yayınları’nda yayınlayabiliriz. Türkiye solu da kitaba cephe alsın istemiyorum” dedi.
Kitapta hiç bir değişikliği kabul etmeyeceğimi, redaktesi bozuk olduğundan sadece redakteye razı olacağımı, Kaynak Yayınları’nda olduğu gibi yayınlanırsa kabul edeceğimi söyledim. Uyumadan önce bana bir tavsiyesi oldu; onuda burada yazmadan geçemiyeceğim:
“Seni nasıl öldürtecek biliyor musun?” diye sordu.
“Nasıl?”
“Birisini görevlendirecek, sonra hain ilan edecek ve bu adam senin yanına gelecek; seni öldürecek! Kendine dikkat et!”
“Ben bu taktiği biliyorum, sağolun” dedim.
Sabah uyandık; kahvaltımızı yaptık. Hazırlandık ayrılacağız.
Doğu: “Bir dakika siz nereye ve neyle gideceksiniz?”
” Trenle, Köln‘e “
“Delirmişsin sen, ne yaptığını biliyor musun? Hayır imkansız! Buna müsaade edemem!” dedi.
Arkadaşının kulağına bir şeyler fısıldadı. Arkadaşı beklememizi istedi; dışarı çıktı, bir müddet sonra geri döndü. Belinde iki adet 14’lü tabanca vardı. Birini Doğu‘ya verdi. Doğu 14’lü tabancayı beline takınca “haydi çıkalım” dedi. Dışarda bekleyen mercedes otomobile bindik, Köln‘e kadar bizi götürdü; istediğimiz adrese bırakarak geri döndüler. Yani allah razı olsun Doğu Bey zor dönemde korumalığımı da tabancayla yapmıştır!
Bu bölümü geçiyorum. Doğu Türkiyeye döndükten bir ay sonra telefonla aradı. “Kitabın Kaynak Yayınları’nda basılması için parti olarak görüştüklerini, arkadaşlarının basarsak bizden çok adam öldüreceklerini, eğer kabul edersem Kaynak Yayınları’nda değil, korsan basabileceklerini” söyledi. Bu öneriyi kabul etmedim. “Benim her şeyim açık, arkasında kimin olduğu belli olmayan korsan bir yayınevinde kitabı bastırmayacağımı” söyledim. “Tamam” dedi vedalaştık.
Ama korsanların kitabı çoğaltıp dağıttıklarını çok sonraları duydum. Bunun üzerine Doğu ile ilişkilerim tam olarak koptu. Ne ben onu artık sordum ne de o beni! Gel zaman git zaman Abdullah İmralı’ya gitti; Kemalist oldu. Doğu ile aynı makamdan çalmaya başladı. Bir baktım ki Doğu Aydınlık gazetesinde yine beni manşete çıkarmış: “Almanya Selim Çürükkaya‘yı koruyor ve Apo‘nun yerine hazırlıyor!”
Hayatında beline silah takıp hiç birini korumayan Doğu, beni silahla korudu, ama işi Almanya‘nın üzerine attı.
Çünkü makamını Apo‘ya uydurmak zorundaydı. Orkestra Şefi öyle istiyordu!