SAİD
Fırtına Gibi Esti, Su Gibi Aktı
…….“O gece çok sakindi. Gökyüzü tertemizdi. Genç kasabasının ışıkları yıldızlar gibi görünürdü. Dolunayın ışıkları ormanlığa yanaşınca kaybolurdu. Yeşil yapraklar ve çimenler ay ışığını emer, esmer bir karanlığa gömerdi. Araçlar da yıldızlar gibi suskundu. Diyarbakır Genç kara yolu kimsesizdi. Hafifçe esen yel, uzaklardan delicesine akıp giden Murat suyu da sessizdi. Sanki her şey güneşin doğuşunu bekliyormuşçasına sözleşmişti.”
…….“Sonbaharın gündüzleri de bir başka olurdu. Ağaçlar yavaş yavaş sararan yapraklarını dökerdi. Otlar sararırdı. Çiçeklerin rengi solardı. Gök yüzünde küme küme kara bulutlar toplanırdı. Her tarafa hüzün çökerdi. Turna sürüleri “V” harfi çizerek uzak diyarlara doğru kanat çırpardı. Rüzgarlar delicesine eserdi. Irmaklar yorgun yürüyen yaşlılar gibi sessizce akardı. Sincaplar alelacele kovuklarına palamut ve ceviz taşırdı. Göçmen kuşlar son günlerini yaşardı. Karıncalar güneye bakan yuvalarının ağzını kapatmaya hazırlanırdı. İlk bahar ve yazdan kalan her şey tarumar olurdu. Vadiler yaşlanır, yaz ölürdü. Güneş ışınları sarı yaprakları merhametlice okşar, rüzgarlar hoyratça eser, yaprakların kaderini belirlerdi. Kuşların hemen hemen hepsi hüzünlü öterdi. Ve ölüm sayılan kışa girmeden bütün canlılar son hazırlıklarını yapardı. ”
…….“Ağaçların yaprakları döküldü. Dağların önce yeşilliği, ardından sarılığı kayboldu. Ağaçlar da, dağlar da çırılçıplaktı. Kuşların sayısı giderek azaldı. Karıncalar görünmez oldu. Ayılar kış uykusuna yattı. Cins cins sinekler bilinmez yerlere gitti. Kış her şeyin yalnızlığını yüzüne vurdu. Ağaçlar yalnızdı. Çalılar yalnızdı. Akan dereler yalnızdı. Taşlar yalnızdı. Kar taneleri bile birbirine değmeden yalnız yağardı. Kış ölümdü, ama içinde baharı taşırdı. Birazdan hey şeye beyaz kefen giydirirdi. Ağaçlar beyaza bürünür, toprak ve taşlar beyaz olurdu. Dereler buz keser, rüzgarlar sert eserdi. Ağaçlar rüzgarlara karşı kendi dillerinden türkü söylerdi. Güneş bile üşürdü. Gerilla birlikleri için kış zordu ve de tehlikeliydi, biraz da ölüm gibiydi”.
……”Onları koruyan ağaçlar, saklayan yapraklar örtülerini çekerdi. Irmaklar, onlara yol vermez, otlar onları gizlemezdi. Ayak izleri bile onları ele verirdi. Bu yüzden gerillalar, yeraltına çekilmek, dereler ve çayların içinden yürüyüp iz bırakmadan yaşamak, daha doğrusu baharı beklemek zorundaydı.
Dr. Süleyman için kış bahara hazırlık demekti. Sığınakları sağlamdı. Yedekleri de vardı. Kar her tarafı beyaza kestiğinde onlar yer altında eğitim çalışması yapmaya başlardı. Günlük yaşamı bir programa bağlardı. Sığınakları bir dere kenarında olduğundan spor yapmak isteyenler, lastik ayakkabılarını giyer, dere boyunca aşağı doğru yürür, tekrar suyu takip ederek iz bırakmadan geri dönerlerdi.
Kahvaltıdan sonra eğitim çalışması başlardı. Yeraltında yapılan salonda herkes yerini alır, ders komisyonları hazırlandıkları konuyu izah eder, ardından herkesin katılabileceği tartışma safhasına geçilirdi. Öğle yemeğinden sonra herkes serbest olurdu. İsteyen kitap okur, isteyen gruplar anılarla dolu sohbetlere dalardı.”
……”Yeraltı yaşamı elbette zordu. Ama bu gençler, ülkelerinin işgal altında olduğuna inanmışlardı. Baskı ve zülüm, hatta her yerde ölüm vardı. Yoksulluk yaygındı. Diller yasaktı. Kültürler bombalar kadar tehlikeliydi. Cezaevlerinde on binler zulüm altındaydı. Ve milyonlar göç yolundaydı. Yakılmış, yıkılmış virane köyler vardı. Paramparça olmuş aileler, yetim kalmış bebeler sayısızdı. Ve işgal orduları tepeden tırnağa silahlıydı.”
…..”Bombalar yağardı dağlara. Lavlarla ağaçlar yakılırdı. Arılar, karıncalar, börtü böcek cayır cayır yanardı. Korku sinerdi varoşlara, caddelere, okullara, evlere, hatta camilere. İnsanlar korkunun kölesi olurdu. Kişilikleri gelişmez, beyinleri domura uğrardı. İspiyoncular artardı. Toplumun birliği zehirlenirdi. Güvensizlik virus hızıyla çoğalırdı. Bu ortamı yaratanlar kendilerini hiç sorumlu görmezlerdi.”
…..”Onlara göre bütün kötülüklerin nedeni dağlara çıkanlardı. Ama bu büyük bir yalandı. 1940 ile 1970 yılları arasında dağlarda kimseler kalmadı. Buna rağmen Şehirlerde korku kol gezerdi. Jandarmalar öcü gibiydi. Türkü söylemek, hatta Kürtçe ıslık çalmak bile yasaktı. Yoksulluk daha fazlaydı. Diller yine kilitliydi, kültürler illegaldi. Aramalar taramalar, göz korkutma bahanesiyle askeri manevralar eksik olmazdı. Kürdistan, kelimenin gerçek anlamıyla bir sömürgeden beterdi. Baskının sürekli olması, korkunun insanların ruh halini etki altına alması ve isyanların art arda gelmesi bundandı.”
Dr Sait in romanından