Biz Mezarları Olmayan Çocukların Anneleriyiz
Selim Çürükkaya, Dün Sosyal Medyadan bir haber okudum. Beni çok etkiledi, ama Doğu Kürdistan’lı Mustafa Selimi’nin idam ve perde arkası haberi öne çıktı.
Ancak bugün beni etkileyen habere dönebildim. Sosyal medyadan okuduğum habere göre, 2017 yılında Dersim Dağlarında öldürülen bir gerillanın kemikleri, devlet tarafından, üç yıl sonra Diyarbakır’da oturan annesine posta aracılığıyla bir torba içinde gönderilmişti.
Sosyal medyadaki haberde, annenin resmi ve kucağında bir torba vardı.
Önce haberin gerçeğini araştırmam lazımdı. Gazeteci arkadaşlarıma başvurdum. Annenin adını ve telefon numarasını buldum.
Telefonla kadını aradım. Kurmanci diliyle konuşuyordu. Almanya’da gazeteci, adımın Mehmet olduğunu söyledim. “Oğlu öldürülen, kemikleri torbayla eve gönderilen gencin annesi siz misiniz?” diye sordum. Kadın “evet” dedi.
Ve oğlunun hikayesini anlatmaya başlarken ben not tuttum. Kadın’ın anlattıklarını üzüntü içinde dinledim, zaman zaman sorular sordum. Sonra notlarıma baktım, kadının ağzından şunları yazdım:
Agit’im 15 yaşındayken, arandı, dağa çıktı, polis onu tutuklamak istiyordu, daha yeni ortaokuldan mezun olmuştu. Birden ortalıktan kayıp oldu. Nereye gittiğini bilmiyorduk.
2017 yılında, Dersim’de, bir çatışmada öldürüldüğünü televizyon haberlerinden duyduk. Oğlumun adı Agit İpek’ti.
Cenazesini almak İçin Dersim’e gittik, bütün çabalarımıza rağmen bulamadık cenazeyi veya bize vermediler. Biz de savcılığa dilekçe verdik, yanıt gelmeyince, evimizde döndük.
Bundan bir yıl önce bizim adresimize bir yazı geldi, o yazıda cenaze bulunmuş diyordu. Ardından kan almak için bizi çağırdılar, gittik, istenenleri yaptık.
Oğlum yaşamını yitirdikten sonra neredeyse üç yıl geçmişti, mezarını bize gösterecekler diye düşünüyor, kendi aramızda konuşuyorduk.
İki gün önce Diyarbakır Adliyesinden beni çağırdılar. Gittim. Adliye kapısında bekleyen polisler bana “ne suç işledin?” dediler, suç işlememişim deyince, “kızın mı suç işlemiş” diye sordular. Ardından beni adliye deposuna götürdüler. Kapıyı çalıp içeri girince, içerde tek bir kişi vardı, bir masanın arkasındaki sandalyede oturuyor ve yazı yazıyordu.
İçeri girmemle, başını kaldırdı, bana baktı, ‘adın soyadın nedir” diye sordu. Halise Aksoy cevabını verdim, kimliğimi istedi, çantamdan çıkararak masasının üzerine koydum. Adam çekmecesinden evrakları çıkardı, masanın üzerine koyunca, parmağıyla göstererek ‘buraları imzala’ dedi. Gösterilen yerleri imzaladım.
Adam eğildi, masanın altından, ayaklarının önünden beyaz bir torbayı aldı, masanın üzerine koydu. ‘Bu senin oğlunun kemikleridir,’ der demez gözlerim karardı, vücudum titredi, torbayı nasıl aldığımı, odadan nasıl çıktığımı, adliyenin giriş basamaklarından nasıl indiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Sımsıkı sarıldığım kucağımdaki torbayla adliyenin önünde biraz bekledim, derin bir nefes aldım, aklım biraz başıma geldi.
Kucağımdaki oğlumdu. Ağırlığı iki veya iki buçuk kilo ya vardı, ya yoktu. Torbanın içinde plastik bir kutu vardı, büyük bir ihtimalle kemikler o kutunun içindeydi.
Peki oğlumun o güzel gözleri neredeydi, gülümseyen dudakları, kulakları, burnu, kurban olduğum boynu neredeydi?
Bu soruları kendi kendime sorarak sokaklardan evime doğru yürüdüm. Kucağımda beyaz bir torba, içinde plastik bir kutu, kutunun içinde Agit’imin iskeleti, torbanın üzerinde pullar ve postane mührü vardı.
Belliydi ki, başka bir ilden Diyarbakır Adliye Deposuna posta ile gönderilmişti, Agit’imden geriye kalanlar.
Yürürken kucağımdaki kutuyla ağlayarak konuştum: Agit’im ne oldu sana? Kanlı canlı evini terk etmiştin, sesin vardı, gülüşüm dünyaya bedeldi, annene bir torba kemik olarak döndün sessiz!
Üç yıl önce ölmüştün, neredeydin şimdiye kadar? Bir mezarda, yani toprağın altında mı yitirdin kaslarını, derini, yoksa labratuvarlarda mı etini kemiklerinden ayırdılar?
Bizim Diyarda çoğu anne evladının kemiklerini bile göremedi, ben de o annelerden biriydim. Çocuklarımızın mezarları yoktu. Biz mezarsız çocukların anneleriydik.
Şimdi ben şanslı mıyım?
Yani sevineyim mi? Kucağımda beyaz bir torbanın içinde, bir plastik kutudaki kemiklerine sevineyim mi?
Bundan sonra benim de oğlumun mezarı var, diye çocuklarının mezarı olmayan annelerden kendimi şanslı olarak mı göreyim?
Peki benim gibi bir anne daha var mı bu Diyarbakır’da?
Oğlunun kemikleri, bir torbanın içinde postaneyle ilden ile dolaşmış, sonunda annesinin kucağına ulaşmış bir anne var mı benim gibi bu diyarda?
Peki ben bu devletin neyine güveneyim? Ortaokulu daha yeni bitirmiş oğlumun, dağa çıkmasında onun hiç mi kabahati yoktu? Dersim’de onu kurşunlayıp öldürdüğü için mi, üç yıl sonra bir torba içinde kemiklerini bana teslim eden adaleti (!) için mi?
Kendimle, devletle hesaplaşarak, kucağımdaki torbanın içindekilerle konuşarak eve vardım. Kucağımdaki torbayı göğsüme bastırarak, öğrendiklerimi ağlayarak evdekilere anlattım, herkes şok oldu. Torbayı açalım, oğlumun kemiklerini göreyim dedim, bırakmadılar…
Kucağımda torba evden dışarı çıktık, mezarlığa doğru yürüdük, polisler ardımıza takıldı, mezarlığa gidince, ‘beş kişiden fazla içeri girmek yasak’ dediler. Mezarı kazacağımız yere gittik, birbirimizin yüzüne baktık. Hepimiz ağlıyorduk. Erkekler mezar kazarken ben ağlayarak söyleniyordum:
Bu nasıl bir ölü ki tabutu yok, bu nasıl bir ceset ki yıkanmadan gömülecek, bu nasıl bir cenaze ki namazı kılınmayacak?
Değerli okuyucular, anneyi dinlerken elim ayağım boşaldı, kahroldum. Yüreği paramparça olmuş bu anneye daha ne diyebilir, ne sorabilirdim ki? Gözlerim doldu, anneyle vedalaşıp telefonu kapattım. Annenin bana aktardıklarını kaleme alırken tekrar düşündüm, yeryüzü denen bu kahrolası diyarda biz Kürtlerin başına gelenler, başka hangi ulusun başına gelmiştir? Dünya üzerinde ve bu çağda kaç ulus bizim bu çektiklerimizi çekiyor?
Söyleyecek söz bulamıyorum. Çok üzgünüm.