Kentler

RİO’DA KÜRDİSTAN

15 Aralık 1992

Sayfa 20

RİO’DA KÜRDİSTAN

M. Selim Çürükkaya

Siyabend û Xêcê

Rio De Jenerio kentinin Capacapana Otelinin büyük salonunda, dünya yazarları dikkatle Siyabend û Xēcē’vi izliyorlar. Küçükken soğuk gecelerde ninelerimizin bize anlattığı masalı, ülkemizden çok uzak bir kentte dünyanın büyükleri dinlerken, onları İzlemek halkı adına daha büyük bir onur duyuyor insan.

Yoksul bir Kürt köyü, toprak damlar, yayık yayan kadınlar, yeşil, kırmızı, beyaz elbiseleri, salatalık, tavuk yumurtası çalan çocuklar, Siyobend’in babasının, oğlunun doğumunu görmeden ölmesi, Siyabend doğduktan sonra batan güneşin kızıllığında Kürt erkeklerinin annesi için mezar kazması ve Kürdistan manzaraları.

Yeşil otların çakıl taşlarının arasında akan tertemiz berrak suyun ninnisi, eski bir Kürt melodisinin eşliğinde suyun içinden koşan küçük eşşek sıpası, küçük köy çocuklarını ot toplama bahanesiyle bir mağaraya götüren yaşlı kadın, mağaradan dışarı çıkan gözleri gülen yaşlı ihtiyarın “çevrede asker var mı?” sorusu, kadının mağara çevresinde gözcü kalması ve mağarada çocuklara anlatılan Slyabend Xecê destanı.

Öksüz ve yetim Sivabend iki kişillkli. Hem çok iyi hem kötü. Haksızlıklara karşı çıkan kavgacı biri. Feleğin çadırını bulup yıkmak için tek başına dağa çıkar. Bireysel bir çıkıştır onunki. Osmanlı vergici başını öldürür. Kervanına el koyar. Yükleri köylülere eşit dağıtır. Ağalığa karşı çıkar.

Bilge ihtiyar destanı anlatırken, çocuklar huşu içinde dinliyorken, silahlar patlar. Eski çağ silahlan değil bunlar, kalaş- nikoflor, G-3’ler, G-1’ler. Sus pus olur çocuklar, sonra ihtiyarın önderliğinde mağaradan dışarı fırlarlar.

Gözleri telaşlı, ayaklari  acele, elleri hareketli, omuzları korku yüklü çocukların. Çatışma, gerillanın baskın çıkması, askerlerin kaçmasıyla sonuçlanır. Çocukların yüzünü sevinç kaplar. Sivri bir tepede çoğalır çocuklarla birlikte gerillalar. Haksızlıklara karşı Siyabendlerin çoğaldığını gördükleri için mutlular. Sevinçle mağaralarına geri doluşurlar.

Xêce’nin otağı süslü, Xêce’nin otağı sessiz. Xêce’nin otağı bir dağ başında.
Otağın etrafında meşe ağaçları esen rüzgâr eşliğinde dansa tutuşur, Kürt müziği insanı Orta Çağ’a götürür. Siyabend, arkadaşı Qeda ile Xêce’nin çadırına tesadüfen gider. Kürtçe seslenir. Xêce’nin yedi kardeşi avcıdır, Xêce yalnız olduğundan kapıyı açmaz. Siyabend bir hile yapar: Kesk, sor, zer giymiş bir dağ ceylanı gibi davranarak Xêce’yi çadırdan dışarı çıkarmayı başarır. Ve ikisinin aşkı orada başlar.

Xêce güzel bir kız, yedi kardeşi ise belalıdır. Yedi kardeşi ava gitmiştir. Xêce, yedi kardeşin tek bacısıdır; Siyabend ise kimsesizdir. Siyabend evsizdir; mekânı dağlar, yastığı sert taşlar, yorganı meşe yapraklarıdır. Ama aşk bu… Xêce, dağlardaki güzel otağını ve kardeşlerini geride bırakıp Siyabend’i seçer.

Süphan Dağı ulu bir dağdır. Masmavi Van Gölü bir halı gibi serilmiştir ayaklarının altına. Karlı başı ve tüm gövdesi Van Gölü’nde bir gölge gibi görünür. Siyabend ile Xêce bu dağa konuktur.
Siyabend’in başı Xêce’nin dizinde. Siyabend uykuda, Xêce uyanıktır.
Xêce’nin gözleri taşlarda, meşe ağaçlarında, uzaklardadır.
Xêce, Siyabend’in gözcüsüdür. Xêce’nin gözünde bir ceylan sürüsü: yedi erkek ve bir dişi ceylan vardır.
Ceylanlar arasında yedi erkek bir dişi için yapılan kavga, Xêce’nin gözünden Siyabend’in yüzüne düşen bir gözyaşı damlası.
Siyabend, Süphan zirvesinde bir geyikle boğuşur ve uçurumdan aşağıya yuvarlanır.

Xêce, uçurumun başında bir Kürt bayrağı gibi dalgalanır.
Kalbi Siyabend’in yanında tırmığa takılı, aklı köydeki iptedir.
Xêce, köye doğru esen bir rüzgâr gibidir.
Üst üste eklenmiş ipler uçurumdan aşağı sarkar; ip kısa, Siyabend uzak.
Doğa, Siyabend için kanlı bir tuzak hazırlamıştır.
Xêce ile Siyabend arasındaki mesafe, Kürt halkının bağımsızlığa olan uzaklığı kadardır.
Xêce, Siyabendsiz yaşayamaz.
Xêce, elbiseleriyle Siyabend’in yanında kanlı bir duvak gibi durur.

Orta Çağ aşkları hep böyle çözümsüz sonuçlanır. Çünkü toplumu çözen sınıf henüz doğmamıştır.

Bilge ihtiyarı dinleyen çocuklar hüzünlüdür. Çocuklar üzgündür, umutsuzdur.
Ve mağaranın dışında tekrar silahlar patlar.
Ama bu kez umut yüklü silahlar patlar; ucunda özgürlük bulunan silahlar…
Çocuklar sevinçle mağaradan dışarı çıkarlar.
Dağların müziği sadece silah sesleridir.
Rengârenk giyimli çocuklar slogan atmaya başlarlar:
“Ez Siyabend im!” diye bağırarak, haksızlığa karşı özgürlük türküsü haykırırlar.

PEN Kongresi’nin yapıldığı salonda oturan, gözleri perdedeki dünya yazarları Kürt kültürü ve Kürt insanı ile özdeşleşir. Süphan, Rio’ya gelir ve bir gün sonra Siyabend û Xêce filmi Brezilya televizyonunda özet olarak gösterilir.

Bütün Brezilya halkı ilk kez bir Kürt filmini izledi.


Bir gün sonra halktan gelen yoğun istekler sonucu film ikinci kez gösterildi.
Filmin senaryo yazarı Hüseyin Erdem ve genç yönetmeni Senar Turgut, Kürt sorunuyla birlikte aydınlar arasında ilgi odağı olurken, Siyabend û Xêcê Rio’nun kalbini fethetti.


Rio’da Kürdistan Konuşuldu

Uluslararası PEN Kongresi’nin yapıldığı Brezilya’nın Rio de Janeiro kenti ile Kürdistan birbirinden o kadar uzak ki; Kürdistan’da geceyken, Rio’da gündüz olur. Kürdistan’da karlı kış hüküm sürerken, Rio’da sıcaklık 30 dereceyi bulur.
Kürdistan halkının büyük çoğunluğu sekiz milyonluk Rio’yu bilmezken, PEN Kongresi’nden önce Rio da Kürdistan’dan habersizdi.

Ve birdenbire Süphan Dağı’nın dipsiz uçurumundan kalkıp Rio’ya gelen Siyabend û Xêcê, Rio’nun kalbini fetheder.
Rio aydınlarının sohbetlerinin ana konusu olur Siyabend û Xêcê.
Rio kızları, Xêce’nin Siyabend’e ölümüne bağlılığını anlamsız bulur.
Milyonlarca televizyon, milyonlarca insana Kürtçe hitap eder.
Rio gazeteleri Kürtler üzerine yazılar yazar.
Brezilya’nın en büyük yazarlarından biri olan Antonio Olinto, Kürt halkının kültürü ve mücadelesi üzerine edebi ve duygulu bir konuşma yapar.

Öldürülen 12 Kürt gazeteci ve yazar için Rio’da saygı duruşunda bulunulur.
Kürdistan’da süren savaş saatlerce tartışılır.
Üç Kürt yazarı — PEN üyesi M. Can Yüce, Mehmet Tanboğa ve Fevzi Yatkin — çeşitli PEN kulüplerinin onur üyesi seçilir.

Şimdi Rio de Janeiro’luların büyük çoğunluğu Kürdistan’ı, Kürt halkını, Kürt kültürünü ve öldürülen, haklarında ölüm kararları alınan yazarları tanıyor.
Rio entelektüelleri Kürdistan’ı görmek ve tanımak istiyorlar.
Hatta en büyük şairlerinden biri, Kürtler üzerine ilk şiirini bile yazdı.

Rio, Kürdistan’dan uzak;
Ama artık Kürdistan, Rio’da yaşayacak.
Benim kaybedilmiş ama yeniden bulunmuş ülkem…


Rio Valisinin Sarayı ve Sokaktaki Sefalet

Rio çok güzel.
Ve Rio çok çirkin.
Rio çok zengin.
Ve Rio çok fakir.

Rio’nun gökdelenleri çok yüksek, gecekonduları ise çok alçak.
Her şey birbirinin tersine Rio’da.
Beş günlük ziyaretim boyunca Rio’nun en görkemli saraylarını da en berbat sokaklarını da gezdim.

Rio de Janeiro Valisi’nin Sarayı’na konuk olarak gittik.
Dünyanın dört bir yanından gelen ünlü yazarlarla birlikte otobüslere binip Saray’ın bahçesine indiğimizde, kendimizi bir cennetin ortasında bulduk.
Havuzların ortasında yatan, ağızlarından su fışkıran timsahlar ve daha önce hiç görmediğimiz türlü türlü hayvanlar vardı.

Ağızlarından su akan aslan heykelleri, eli sargılı insan büstleri, değişik renkli ışıklar arasında havaya püskürtülen suyun yarattığı manzara, sarayın duvarlarındaki figürler, aynalar, altın işlemeler, hayvan büstleri üzerine konulan masalar, ellerinde çeşit çeşit mezeler, pastalar ve daha önce hiç görmediğimiz yemek tepsileriyle konukların arasında dolaşan melez, siyah, beyaz tenli genç kızlar ve sakiler…
Brezilya müziği ile dolan kulaklarımız, bizi büyüleyen aynalar ve yazarların ayaküstü edebi sohbetleri…
Mermer sütunlar, değerli taşlarla süslenmiş tabanlar, sarayın görkemli balkonu, balkondan görülen, bize yabancı ağaçlarla bezenmiş muhteşem bahçe görünümü…
Bütün ağaçlarda binlerce küçük ampul yıldızlar gibi parlıyordu.
Büyülenmemek ve şu soruyu kendime sormamak mümkün değildi:


Bu görkem hangi sefaletin üzerinde kurulmuştu?

Sarayın bu ihtişamını izlerken, bir gün önce Othon Caddesi’nde gördüklerim zihnimde canlandı.
Caddenin ortasında biri ağız üstü yatıyordu.
Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Kaburgaları çıplak gözle sayılabiliyordu.
Üzerinde sadece bir don vardı. Ayakkabısı yoktu.
Çantamdaki fotoğraf makinesiyle bu sefaletin fotoğrafını çektim.

Yine Othon Caddesi’nde 18 yaşından 25 yaşına kadar küçük ve genç kızlar sıra sıra dizilmişti.
Sarışın, beyaz, melez, kapkara ve kızıl saçlıları vardı.
Kimi belden yukarısı çıplak, kiminin aşağısı çıplaktı.
Müşteri avlıyorlardı bu kızlar.
İşlek yoldan geçen yayaların ve arabaların önlerini kesip kendilerini pazarlıyorlardı.
Bizim Kürdistan’daki ahlaksızlık, burada adeta bir “ahlak” olmuştu.

Yanımda yürüyen Hüseyin Erdem ve Senar Turgut’a,
“Bizim törelerimizin tam tersi, burada töre olmuş,” dediğimde,
Hüseyin, “Bir tahterevallinin iki ucu gibi,” demişti.
Senar ise Hüseyin’in sözünü keserek,
“Bizler de bu tahterevallinin altındaki desteğe benziyoruz, değil mi?” dedi.
Üçümüz birlikte gülmüştük.

Othon Caddesi’ndeki gökdelenlerin ve Valinin Sarayı’nın ihtişamının, milyonlarca yoksullaştırılmış insanın sefaletinin toplamı olduğunu düşündüm.

Saraydan ayrıldıktan sonra okyanus kıyısına, dalgaları izlemeye gittim.
Çok uzak yerlerden geliyordu dalgalar.
Bana yaklaştıkça büyüyorlardı.

Fransız Kürek Mahkûmu Kelebek‘i (Papillon) hatırladım.
Kelebek ile çok benzer yönlerimiz vardı:
O da benim gibi hapis yatmıştı.
O da benim kadar hapisten firar etmeye yeltenmişti.
O da benim gibi sonunda yakalanmıştı.
Ve o da Brezilya’ya uğramıştı.
Şimdi ben de Brezilya’daydım.

Dalgalarla bakışırken onu anımsadım.
Kelebek romanında bir dalgayı anlatıyordu:
Bir arkadaşıyla firar ettiğinde, Hindistan cevizi torbasının üzerinde denize atlamışlardı.
Büyük bir dalga onları kayalara çarpmış ve arkadaşı ölmüştü.
İkinci kaçışında, Kelebek kıyıya yaklaşan büyük dalgaya “Linda” adını vererek, özgürlüğe götürecek dalgayı beklemiş ve o dalgaya binerek özgürlüğe doğru gitmişti.

Ben de kıyıya doğru doludizgin gelen büyük dalgaların yüksek tepesinde, özgürlüğü arıyordum;
Hem kendim hem de Rio’nun yoksulları için.

 

 Bizden Dolayı Rio’da Polis Görünmüyordu

Rio’ya iner inmez zenginliği ile sefaleti dikkatimi çekmişti.
Ve gözlerim, doğal olarak, toplumsal bir muhalefetin izlerini arıyordu.
Arabayla yoksulların arasından geçerek Rio’nun en güzel ve en pahalı oteline vardım.
Başta tanıdığım ve gördüğüm insanlar hep toplumun en elit kesimindendi.
Yetmiş çeşit yiyecek ve meyveyle kahvaltı yapıyor, altı ve kenarları Brezilya’nın değerli ve çeşitli renklerle süslenmiş taşlarından yapılmış havuzlarda yüzüyor, üstü dünyanın en güzel çiçekleriyle donatılmış masalarda oturuyorlardı.

Gördüğüm yoksullarla bu zenginleri karşılaştırıyor ve Brezilya’nın toplumsal yapısı hakkında fikir edinmeye çalışıyordum.

Sokaklarda, caddelerde tek bir polis göremedim.
Silahlı askerler zaten yoktu.
Bu kadar zenginlik ve bu kadar yoksulluk bir aradayken, bu sakinlik bana tuhaf geldi.

Rio’yu iyi bilen bir yazara sordum:
“Burada neden hiç polis ve jandarma görünmüyor?”
Bana,
“Sizden dolayıdır,” dedi.
58. PEN Kongresi’nde, Brezilya’da insan hakları konusu tartışılıyordu ve dünyanın en ünlü yazarları Rio’daydı.
İşte bu yüzden, polis ortalıkta görünmüyordu.

Aman yarabbi!


Kendi ülkemde ben polisten saklanıyorum, Rio’da ise polis benden saklanıyor!
Bu da ayrı bir tuhaflık…

Ama Rio’da polis ne kadar saklanırsa saklansın, bu durum Brezilya’da insan haklarının çiğnenmediğini göstermezdi.
Tam tersine, böyle bir tavır, insan haklarının ne kadar çok çiğnendiğini kanıtlıyordu.
Bütün baskıcı rejimlerin karakteri birbirine benziyordu.
Kendi ülkemde bu tür oyunlara çok tanık olmuştum.

Cezaevindeyken, uluslararası insan hakları heyetleri (örneğin Avrupa Konseyi’nden veya Uluslararası Af Örgütü’nden) geldiğinde, gardiyanlar bir anda değişir, güzel yemekler, tatlılar çıkarılır, güler yüzlü davranırlardı.
Başbakanlar veya cumhurbaşkanları televizyonlardan “İşkence yoktur” diye açıklamalar yaparken, aynı günlerde cezaevinde bizlere korkunç işkenceler yapılırdı.

Kongre Salonunda Öldürülen Kürt ve Diğer Yazarlar İçin Saygı Duruşu

Musa Amca’yı çok severdim.
O da beni severdi.
Ölümünden sonra birçok toplantıda onun anısına saygı duruşunda bulunmuştum.
Ama Rio’da, dünyanın en seçkin yazarlarıyla birlikte onun için saygı duruşuna kalkacağımı hiç hayal edemezdim.

Hey bastonsuz koca Musa!


Fıkralarınla, küfürlerinle, nükte ve hikâyelerinle Rio’da dünyayı ayağa kaldırdın.
Ne olurdu da dirilip bunları kendin dinleyebilseydin, diye geçirdim içimden o an…

Saygı duruşu sırasında Serhat Bucak’ın anlattığı bir fıkra geldi aklıma:
1948’lerde bir polis, sürekli Musa Amca’yı takip edermiş.
Musa Amca kahveye gitse peşinde, lokantaya gitse peşinde, hatta tuvalete bile gitse peşindeymiş.
Bir gün Musa Amca bakkalda alışveriş yaparken, kucağı torbalarla doluyken, kapıda polisle karşılaşır.
Elindekiler fazla geldiği için birkaç torbayı polise verir.
Polis, şaşkınlıkla torbaları alır ve Musa Amca’nın evine kadar taşır.
Kapıda torbaları geri alırken Musa Amca polise teşekkür eder.
Polis de ona şöyle der:
“Musa Dayı, bakın bugüne kadar hakkınızda kötü rapor yazmadım. Ama bir daha böyle yapmayın, yoksa beni değiştirirler. O zaman sizin durumunuz çok daha kötü olur!”
Ve polis çekip gider.

Evet, Rio’da 58. PEN Kongresi’nde Musa Anter ve diğer gazeteciler için yapılan saygı duruşunda aklımdan bunlar geçti.
Acaba diğer yazarlar o anda ne düşünüyordu?
Hep merak ettim.

Saygı duruşundan sonra birçok yazarın görüşlerini dinledim.
Ortak talep şuydu: Yazarların katillerinin bulunması için Türk hükümetine baskı yapılması, Katiller bulunmadığı takdirde, hükümetin “katil” olarak kabul edilmesi, Kürt sorununun çözümü için tarafların görüşmelere başlaması ve bu süreci destekleyecek bir entelektüeller komitesi kurulması.

Gılgamış’ın Sevgilisi ve Torunları

Saçları ve dişleri gibi bembeyaz Ukraynalı şair İrina ile, kaldığımız otelin havuz başında tanıştım.
Konuşması adeta şiir gibiydi; kelimeleri bir tesbihin taneleri gibi diziliyordu.

Bana şöyle dedi:
“Halklarımızın acıları ortak. Ben Kürtleri çocukluğumdan beri tanırım. Çektiğiniz acıları hep kalbimde duydum. Sizinle ilgili yazdıklarım var. Düşüncelerimin kökleri kalbimde büyüdü.
Gılgamış sizin topraklarınızda yaşadı.
Gılgamış Destanı üzerine bir kitap yazdım. Çok seviyorum Gılgamış’ı. O benim sevgilim.
Ve siz de onun torunlarısınız.
Sizin şahsınızda Gılgamış’ı görüyorum.
Enkidu ve Gılgamış önce karşıt, sonra kardeş olmuşlardı.
Ah, kitaplarımın kahramanlarının yaşadığı o kadim medeniyetin beşiği ülkenizi bir görebilsem!
Ama önce kültürlerinizi katlettiler, şimdi de aydınlarınızı ve sizi yok etmek istiyorlar.
Siz o ülkenin en güzel, solmayan çiçeklerisiniz.
Sizleri katlederek dünyanın güzelliğini bozmak istiyorlar.
Ne yapabilirim? Benim elimden fazla bir şey gelmiyor.
Hayatım boyunca Ukrayna’da yaşadım.
On bir yılı cezaevinde geçirdiniz?
Sizin çektiğiniz acıların sahneleri gözlerimin önünde canlanıyor.
Bakışlarınız, yaşadıklarınızı anlatmaya yetiyor.
‘Siyabend û Xecê’ filmi ise anlatamadıklarınızı tamamlıyor.
Sizi çok seviyorum.
Ve biliyorum ki gelecek halklarımızın olacaktır.”

Benim kır saçlı, ince ruhlu, zarif ve baş eğmeyen şairim…
Düşlerimin ufkunda gezinen ninem…
Seni hiçbir zaman unutmayacağım.

Salman Rüştiler Çoğaldı

Rio’da düzenlenen 58. PEN Kongresi’nde en çok tartışılan konulardan biri de Salman Rüşdi hakkındaki Humeyni fetvasıydı.

Bilindiği gibi, bundan yaklaşık üç-dört yıl önce, İngiltere’de yaşayan Salman Rüşdi,
“Şeytan Ayetleri” adlı bir kitap yazmış; kitapta Hz. Muhammed’in haremini hayalî bir şekilde anlatmış ve bunun üzerine Humeyni, Rüşdi hakkında ölüm fetvası vermişti.

Bu fetva sonrası Batı dünyası adeta ayağa kalktı.
Gazeteler, radyolar, televizyonlar günlerce bu konuyu işledi.
Politik çevreler, hükümetler, uluslararası kurumlar harekete geçti.

O günden bu yana yıllar geçti.
Salman Rüşdi hâlâ hayatta.
Ona bir şey olmadı.

Ama bizim ülkemizde, hükümete bağlı güçler tam 30 yazar ve siyasetçi hakkında ölüm kararı aldı.
12’si öldürüldü.

Ve dünya?
Dünya sağır, dünya sessiz, dünya kördü.

Biz ise, haklarında ölüm kararı alınmış iki PEN üyesi olarak, o kongrede sessizce oturuyorduk.
Onlar, gözlerimizin içine baka baka Salman Rüşdi konusunu tartışıyorlardı.

Sonunda Hüseyin Erdem dayanamadı — daha doğrusu, benim rahatsızlığımı hissederek — kürsüye çıktı.
Çelişkiyi açıkça anlattı. İçin de benim adımın da geçtiği 29 yazar ve gazetecinin adını saydı.
Ve kongrenin kararıyla, ‘Salman Rüştiler’ artık otuza çıktı:
Salman Rüşdi, bir tabuya dokunmuştu.
Biz ise ülkemizdeki en gerçek tabulara saldırmıştık.

Onun arkasında Batı’nın güçlü devletleri vardı.
Bizim arkamızda ise yalnızca halkımız.
Ve bu halkın sevgisi, Batı’nın desteğinden çok daha değerliydi.

        Ama çifte standardı bir kez daha açıkça görmüş olduk.

Copacabana Otelinin Havuzunda Yüzmenin İdeolojik Analizi

Kaldığımız otelin havuzu ile Atlantik Okyanusu arasında 300 metre ya var, ya yoktu.
Atlantik’in yanı başında, havuzda yüzmek; okyanus dururken bir leğende yüzmek gibi bir şeydi.
Ama yine de biz üç Kürt, hep havuzda yüzüyorduk.

Üstelik yüzerken bile ideolojik tartışmalara dalıyorduk.
Bir ara, Hüseyin Erdem yüzmenin ideolojik analizi üzerine bir espri yaptı.
Suyun üstüne sırt üstü yattı, kollarını hantalca geriye doğru atarak tembelce yüzmeye başladı:
“Reformistler böyle yüzer,” dedi.

Sonra aniden hızla suya daldı, suyun altında kayboldu.
Kısa süre sonra suyun üstüne çıktı, bana bakıp güldü:
“Siz böyle yüzersiniz,” dedi.

Ardından, ellerini ve ayaklarını hızla suya vurarak büyük sesler çıkardı:
“Anarşistler de böyle yüzüyor!” dedi.

Ben de sordum:
“Peki, orta yolcular nasıl yüzer?”

Gülerek cevapladı:
“Yan yan.”

Üçümüz birden kahkahalara boğulduk.
Havuzun çevresinde güneşlenenler ise bizi anlamadan, şaşkın bakışlarla izliyorlardı.

Rio’da Dağa Çıkamadık

Rio; bağrını mavi okyanusa açmış, küçük büyük koyların süslediği, sayısız yeşil tepenin sardığı; güzelliklerin ve çirkinliklerin iç içe yaşandığı bir kentti.

Bu yeşil tepelerin en yükseklerinden birinin üzerinde, kollarını iki yana açmış duran kocaman bir İsa heykeli vardı.
Geceleyin ışıklarla aydınlatılan bu heykel, sanki Rio’yu korur gibiydi.
Heykelin bulunduğu dağa Corcovado deniliyordu.
Buraya teleferikle çıkılıyormuş.
Ve buradan, tüm Rio’yu büyüleyici bir manzara eşliğinde izlemek mümkünmüş.

İki de bir Hüseyin’e:
“Haydi dağa çıkalım!” diyordum.

Hüseyin, şakayla karışık:
“Yahu, dağa çıkmaktan başka bir şey düşünmüyor musun? Rio’da dağa çıkılmaz, denize girilir!” diyordu.

Ama ben ısrar ediyordum.
Sonunda Hüseyin razı oldu, ama bu kez zaman bulamadık.

İsa heykeli, dağların en yükseğine çıkmış, kollarını açmış Rio’yu izliyordu;
ama tüm olup bitenlere bir heykel gibi sessiz kalıyordu.
Ne denize bakabiliyor, ne de kentin acılarına dokunabiliyordu. Bense gözlerimi okyanustan değil, dağdan alamıyordum.
Çünkü yükseklerde insan kendini daha özgür hissediyor.

 

Sömürge Psikolojisi ve Alman Kompleksi

Yedi aydır Almanya’yı dolaşıyorum.
Gördüğüm şu ki: Bütün Almanlarda bir büyüklük kompleksi var.
Yabancılara karşı üstten bakan, soğuk bir tavır içindeler.
Konuşmuyorlar, samimiyet göstermiyorlar.
Bir Alman’la on saat, yirmi saat, aynı koltukta yan yana otursanız bile, tek bir kelime etmez.
Bir soru sorarsanız, soğuk bir kelimeyle kısa bir yanıt verir ve yine susar.

Bakışlarından, sizi ne kadar aşağılık gördüğünü rahatça anlarsınız.
Bu yalnızca birkaç kişiyle sınırlı değil;
en demokrat geçinenlerinde bile, kendilerini sizden daha yetenekli, daha zeki hissettiklerini seziyorsunuz.

Rio’ya gidip oradaki insanlarla tartışınca, kaynaşınca; Almanların bu kompleksini daha iyi kavradım.
Çünkü Rio’lularda da bir sömürge psikolojisi vardı.
Onlar da kendilerini çok ezik, çok küçük görüyorlardı.
Hemen hizmet etmeye çalışıyor, başlarını öne eğiyorlardı.

Bu ezilmişlik duygusuna tanık olunca, kendimi bir an için bir Alman gibi hissettim — ve bundan utandım.
Rio’lular ezik, çekingen, kırılgan insanlardı.
Devlet karşısında, yabancılar karşısında hep el pençe divandılar.
Onlarla ilk temasımda bunu hemen anladım.
Üstelik bu psikoloji yalnızca sokaktakilere değil, aydınlara ve sanatçılara bile sirayet etmişti.

Buna Atlantik sahilinde başıma gelen bir olay canlı bir örnek:

Hava almak için gecenin saat on birinde sahilde tek başıma dolaşıyordum.
Uzun boylu bir adam yanıma yaklaşarak Portekizce saat kaç olduğunu sordu.
Çat pat İngilizcemle, saatimin Almanya’ya göre ayarlı olduğunu söyledim.
Beni geçip gitti.
Ardından daha kısa boylu biri geliyordu.
Bana yanaşır yanaşmaz, çevik bir hareketle yakama yapıştı.
Elindeki kırık şarap şişesini yüzüme dayattı ve bağırdı:
“Moni! Moni!” (Para, para!)

Adamın sömürge psikolojisini bildiğimden, cebimdeki kırmızı basın kartını hızla çıkarıp yüzüne doğru tuttum.
“Polis!” dedim, buyurgan bir ses tonuyla.

Adam bir anda yakamı bıraktı.
Elindeki şişe yere düştü.
Arkasına bile bakmadan,
“Polis, polis!” diye mırıldanarak arkadaşını da peşine takıp bir ara sokağa doğru kaçmaya başladılar. Belimde silah varmış gibi birkaç adım kovaladım onları.
Sonra arkamı dönüp otele geri döndüm.

 Taşlar, Altından Pahalı

“Bu şehrin taşı bile altın” derler ya, Rio’da bu söz adeta gerçek olmuş.
Hatta Rio’nun taşları, altından bile daha pahalı.
İnanması güç ama, yüzbinlerce insan burada taş satarak, taş alıp tekrar satarak milyonlar kazanıyor.
Rio’da taş satan o kadar çok dükkân, mağaza, tezgâh var ki, saymak mümkün değil.

Şehrin en zenginleri de hiç kuşkusuz taş tüccarları.
Taşlar yalnızca kuyumcularda değil, her köşe başında, her sokakta satılıyor.
Yüzlerce tezgâh…
Ve taştan neler yapmamışlar ki:
Yüzük, kolye, papağan, aslan, balık, Amazon ormanlarının kuşları, saat, kül tablası, fincan, satranç tahtası, bilezik, gerdanlık, boncuk, tesbih, anahtarlık, piramit, gemi, uğur taşları…

Bu taşlar yerin derinliklerinden, steril ortamlarda çıkarılıyormuş.
Arapların petrolü neyse, Rio’nun taşları da o!
Şehri taş işleyen, taşa biçim veren atölyeler ve fabrikalar sarmış.
Zümrüt yeşili, yakut kırmızısı, safir mavisi…
Bildiğimiz bütün renklerin taşı var.
Kürt masallarında dinlediğimiz safirler, zümrütler, yakutlar, inciler…
Burada, adeta soğan, domates gibi pazarlarda satılıyor.

Ve burada taşa para sayanlar, akılsız değil — tam tersine, en akıllı insanlar.
Sormadım ama, büyük ihtimalle Rio’nun temel ekonomisi taşa ve turizme dayanıyor.

Rio’da Milyoner Olmak Kolay

Rio’nun taşları ne kadar değerliyse, parası da bir o kadar değersiz.

Bunu gitmeden önce bilmiyordum.
Yanıma birkaç bin Alman Markı almıştım.
İndiğimde, tutumlu davranmayı kafama koymuştum.
Copacabana Oteli’ne vardığımda, 300 Mark bozdurttum.
Görevli elime tam 3 milyon lira tutuşturdu.

Cebimdeki diğer marklarla birlikte bir anda büyük bir milyoner oluvermiştim!

Durumu Hüseyin Erdem’le paylaştım.
Gülümsedi:
“Selimciğim, burada milyoner olmak kolay. Asıl mesele milyarder olmaktır,” dedi.

Burada paralarda sıfırlar o kadar çok ki, insanın alışveriş yaparken maharetli olması gerek.
Değer ölçüsü tamamen kaymış.
Elimdeki tomar parayı alışveriş yaparken uzatıyor, satıcı ise içinden gönlünce alıyordu.
Kaç para verdiğimi anlamak için hesap makinesi taşımak şarttı. Bir diğer sorun da şu:
Bu kadar çok paraya yer bulmak meseleydi. Sonunda para taşımak için bir çanta edinmek zorunda kaldım.

Rio’da Her Şey Ucuz, Taşların Dışında

Brezilya parasının değeri, Alman Markı ya da Amerikan Doları karşısında neredeyse yok denecek kadar az.
Ama Rio’da hayat ucuz!
Alman mallarına göre buradaki eşya, yiyecek, içecek çok daha uygun fiyatlı.
1000 Alman Markı’yla Rio’da üç ay normal, rahat bir şekilde yaşayabilirsiniz.
Üstelik birkaç valiz dolusu eşya bile alabilirsiniz.

100 Mark bozdurdunuz mu, harcarken bitiremiyorsunuz.
Yemekler inanılmaz ucuz, meyveler, meyve suları adeta bedava!

Brezilyalı ünlü yazar Antonio’nun dediği gibi:
“São Paulo’da kazan, Rio’da ye.”
Yani São Paulo’da zorlanırsın ama Rio’da her şey kolay, her şey ucuz.

Ama işte bir sorun var:
O pahalı taşlar…
Paradan da, altından da, giyecekten de, yiyecekten de hatta insandan bile daha pahalı olan tek şey taştır Rio’da.

Bürokrasi: Kaplumbağa Hızıyla Devletin Kucağında

Siyabend û Xêcê filminin genç yönetmeni serbest piyasa ekonomisine takmış kafayı.
“Kürdistan devleti kurulduğunda devlet ekonomiye karışmasın,” diye sürekli kulağıma fısıldıyor.
Hüseyin Erdem yardımına koşuyor: “Bir de sanata,” diye ekliyor.
Beni ise devletçi ekonomi ve sanat sistemi kurmuşum gibi vazgeçirmek için uğraşıyorlar.

Senar Amerika’ya uçacak, bilet alacağız.
Ama uçak terminali sadece Brezilya parasını kabul ediyor.
Mark bozdurmanız lazım, diyorlar.
Senar sinirleniyor: “Aha, gel işin içinden çık!”

Çaresiz, üçümüz rehberimizle birlikte bankaya gidiyoruz.
Ama bankada bilgisayar yok, hesap makinesi yok.
Her şey kalem-kağıtla, kaplumbağa hızında ilerliyor.

Senar o kadar çok Mark bozduruyor ki, memur kalemle saymaya yetişemiyor.
Telefonla müdürünü arıyor, adam bizi başka şubeye yolluyor.
Bankada yüzlerce kişi sıra bekliyor, onlarca memur etrafta koşturuyor.
Yaklaşık üç saat sonra parayı bozdurabiliyoruz.

Senar’ın pasaportunu inceliyorlar, işlem üstüne işlem yapıyorlar.
Sabırsızlanıyorum, içim sıkılıyor.

Senar bu fırsatı kaçırmıyor:
“İşte devletin ekonomiye müdahalesi böyle sonuç verir,” diyor.
Orada onlarca memur boşuna koşturuyor, ama işi düzgün yapamıyorlar.
Kim üç saat sırada bekleyip para bozmak ister ki?

Ben olsam bankayı kurarım, iki bilgisayar bütün memurların bir günde yaptığı işi yarım saatte yapar.
Ama devlet müsaade etmez, değil mi?

Almanlar her adım başına bir makine kurmuşlar; kredi kartını veriyorsun, kaç lira istersen makinenin tuşlarına basıyorsun, sana anında eksiksiz veriyor.
Ama devlet ekonomiye karışınca, her şey kaplumbağa hızında ilerliyor. Dünya gelişiyor ama biz Sovyetler gibi bir tepeden tokat yemiş gibi yıkılıyoruz.

Kürdistan’da şu an her şey iyi yürüyor.
Ama ekonomi devletin tekelinde olursa, sonun başlangıcıdır bu.
Ne olur, olmasın!

“Hüseyin yine geliyor, ‘sanatı unutmayın’ diyor.
Peki Senar, serbest piyasa ekonomisinde gökdelenler yükselirken, birileri gecekondu bulamazsa ne olacak?
“E kardeşim, bazıları beceriksizdir diye, becerebilenlerin iş yapmasını engellersek sonumuz bellidir: yıkım,” diyor Senar.

İkisinin ortasını bulalım diyorum ben.
Senar serbest ekonomide ısrarcı, Hüseyin ise bürokrasinin gereksizliğini anlatıyor.

Takılıyorum Hüseyin’e:
“Hüseyinciğim, bürokrasi olmazsa, insanı devlet kapısında saatlerce bekletmezse, kapıdan kapıya, memurdan memura göndermezse, ‘bugün git yarın gel’ demezse, bir sürü yere imza attırmazsa, devletin devletliği nerede kalır?
Onun otoritesini, gücünü, korkusunu insanlar nasıl anlar? Demek o da bunun için gereklidir,” diyorum.

Ve akşam…
Birer saat arayla Brezilya semalarından uçuyoruz.
Okyanus karanlık, şehirler yıldız kümeleri gibi parlıyor.
Yüreğimiz Brezilya’da kalıyor, biz ise Avrupa ve Amerika’ya gidiyoruz.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu