Amed’e Cevap
Selim Çürükka / Merhaba Amed, ben Amed’i başka biri biliyordum. Daha önce bir kaç kez yazılarıma yanıt vermişti. Eğer sen gerçekten O değilsen, benimle orta ve liseyi okumuşsan, yalan atmıyorsan, böyle birinden şüpheleniyorum…….
Senaryodan, psikolojiden bahsettiğine göre o olabilirsin. Ama o arkadaşım biraz akıllıydı. Onu biraz uyanık yetiştirmiştim. Demek ki zaman, insanı salaklaştırabiliyor! Neyse salaklık korkunun sonucu tezahür etmişse geçer, şimdiden sana geçmiş olsun derim.
Anılarımı sattığımı söylüyorsun. Beni iyi tanıyan biri olsaydın para için düşüncelerimi satmayacağımı bilirdin.
Ben Apo’nun Ayetleri’ni kendi imkânlarımla Srockholm’ daki Gotap matbaasında 10 bin mark vererek bastırdım.
İsviçre’de posta kutusu kiraladım. Ve bu posta kutusu aracılığıyla dağıttım. Bir tane de sen istemişsin, eğer sen oysan, iki satırlık mektubun hala arşivimde duruyor.
Türkçe kitap satışından elde edilen para, kitabın masraflarını zar zor karşıladı.
Eğer dürüstsen gerçekten durumumu öğrenmek istiyorsan, sana matbaaya ödediğim para miktarının makbuzunun fotokopisini ve satılan kitabın adetini bildiren tüm mektupların fotokopisini yollayayım.
Kitabın Almanca basımına gelince, eğer haberin varsa, bilirsin ki kitabın Türkçe basımı yapıldıktan sonra, kitabı okuyan iki kişi saldırıya uğrayarak komalık oldu.
Bu kişilerin durumunu Alman basını yazdı. Ve kitap dikkat çekti. Bazı yayınevleri ve bazı yazarlardan çeviri teklifleri gelince, hemen kabul ettim. Ben zaten kitabı herkesin okuması için yazmıştım. Neticede Almanya’nın en büyük yayınevlerinden biri olan “Fischer Verlag,” kitabın Almancasını yayınladı. Bu yayınevi tanınmayan yazarların kitaplarını yayınlamayı kabul ettiğinde, ilk önce iki bin Mark yazara ödüyor. Kitap piyasaya çıktığında 2 bin mark daha ödüyor. Kitap hiç satılmazsa bu dört bin mark yazara kalıyor.
Kitap satılırsa, fiyatının % 5’i üç ayda bir yazara ödeniyor. Ve önceden ödenen 4 bin mark bu yüzde beşten düşüyor. Benim Fischer Verlag’la yaptığım anlaşma böyledir. Dürüstsen adresini ver bir kopyasını sana postalayayım.
Yoksa tanıdığın bir yazara durumu sor, öğren. Ben kitabı para kazanmak için değil, Bekaa vadisinde hayatımı ortaya koyarak yazdım. Yazdıklarımın bütün dünyanın öğrenmesi için milyarlarım olsaydı tereddütsüz hemen verip yayınlatırdım. Eğer şu anda Fransızca’ya çevirebiliyorsan, ben kıt kanat geçinir tercüme parasını biriktirir, sana yollarım. Sen yayınlat, geliri sana ait olsun.
Kabul ediyorsan bu sayfalarda açıkla, ben yayın hakkını sana verdiğime dair belgeyi sana yollarım. Ben bu kitabı yayınlamak için on yıl Almanya’da hapis hayatı yaşamayı göze almışım. Yedisini yattım, bir müddet sonra çıkarım. O zaman konuşuruz.
“Apo’ nun Ayetleri’nin içeriği doğru mu, yanlış mı onu tarih gösterir” diyorsun.
Daha tarih neyi göstersin? Öyle tarihi marihi işin içine karıştırmadan söyle, Aponun Ayetleri’nde hangi konu yalan, hangi olay doğru değil. Yazıldıktan yedi yıl sonra gelişmeler hangi sayfasını, cümlesini veya kelimesini yalanladı?
Cevap ver! Beni besleyebileceğini söylüyorsun. Ben beslemelik birisi olsaydım herhalde devrimci olmayıp kendimi besleyebilirdim.
Biliyorsun çokça Kur’an okumuşum, kendime biraz mürit de bulabilirdim, imam olup cinci Ali’den daha iyi o „işi” yapardım. Bunu yapmadımsa Apo’ya dalkavukluk yapar, onun yaşam öyküsünü yazar, överdim. Televizyonda Apo’yu anlatan özel bir program yapardım, beğenilmediyse, biliyorsun biraz şairliğim var, Apo’yu öven şiirler yazardım. Zazaca olanları çok dikkat çeker tutulurdu. Tutmadıysa Apo üzerine kaside yazmayı denerdim. Nasıl olsa bu işleri yapıp beslenen çok sayıda kişi vardır. Herhalde aç kalmazdım. Bana yardım etmekten söz ediyorsun, bu da bir gelişmedir.
Üç yıl önce korkudan adımı ağzına alabilir miydin?
Açıkça kitabımı okuyabilir miydin? Sana göre kitabın doğru olan bir bölümüne „doğrudur” diyebilir miydin? Senin oturduğun kahveye ben girseydim, köyünüzdeki mezar taşları gözlerinin önünden geçmez miydi? İmam gibi komünist olduğumu iddia ediyorsun! Uyanan bir müridime saygı duyarım, asla ona kızmam, eleştirmem, daha da uyanması için çaba harcarım. Fakat hala hayatını ortaya koyup kitap yazan bir insanın, „kitap yazmakla ajanlık yaptı” düşünceni çok ilkel buluyorum.
Bu suçlamalar bilirsin geçmişte Andrei Sakarov’ a, Dr. Pastarnak’ a, Sol Jenistin’e yapılmıştı. Benim gördüğüm gerçekler, onların gördüklerinden belki daha kabaydı. Sovyetler’ in yıkılmasını isteyen batılılar onların kitaplarını bütün dillere çevirdiler. Çok iyi de yaptılar. Fakat benim batılılarım da yoktu.
Çünkü bizim ki daha yavruydu, istedikleri zaman bir kuş gibi yakalayıp bir kafese tıkarlardı.
Eğer yardım yapmakta samimiysen bir gazete çıkarmak istiyorum, biraz paraya ihtiyacım var. Bu kurnaz batılılar vermezler.
Sen birazını hallet, bir gazete çıkaralım, gazetenin para işlerini sana devrederiz. Bütün geliri sana olsun, yeter ki ben bildiklerimi halkıma ulaştırayım. Samimi olarak söylüyorum.
Gücün varsa, korkun yoksa bana bildir. Korkuyorsan seni gizli tutacağıma dair söz veriyorum.
Ben senin yaptığın gibi yapamazdım. Sen benim gördüklerimin bir kısmını gördün. Benden önce bir köşeye çekildin. Kimseye bir şey söylemedin. Soranlara işler iyi gidiyor, ben yapamıyorum dedin, kendi kendini besledin, şimdi beni de susturup beslemek istiyorsun! Biraz ayıp olmuyor mu? Gemiyi delme hikayene gelince, ona şöyle bir karşılık vereceğim: Biz bu gemiyi yapmadan önce çok sayıda arkadaş köy köy dolaştık, gece gündüz tartıştık, geminin yapımına çok fazla kişi karar verdi. Tahta bulduk, kalas bulduk, metal bulduk, direk bulduk, mürettebat temin ettik, bir kaptan çok sayıda yardımcıya ihtiyaç vardı, onları kendi aramızda seçtik. Geminin yolunu, güzergâhını belirledik ve cennete doğru yola çıktık.
Yolun bir yerinde 12 Eylül fırtınasına tutulduk. Gemi alabora oldu. Bir kısmımız suya düşüp, yüzdük, bir kısmımız boğuldu, biz yüze yüze bir adaya gittik orada tutuklandık, esir edildik. Siz ve kaptan yabancı sulara çekilip gemiyi kurtardınız. Bu ara gizliden düşmanla işbirliği yapan kaptan, gemiyi daha önce hepimizin ortaklaşa tespit ettiği güzergâhtan çevirmeye başladı. Durumundan kuşkulanan yardımcılarının bazılarını zehirleyerek öldürdü, bazılarını birbirine boğdurdu, bazılarını kazana atıp yaktı, bazıları da kazayla öldü. Kalan bir iki yardımcısı da korkudan susunca onları kaptan dairesinden dışarı mürettebatın içine attı. Ve kaptan gemiye tek başına hakim olunca, kabindeki düşman telsizinden yönlendirilerek geminin yönünü cehenneme doğru çevirdi. Ardından geminin değişik yerlerine büyük megafonlar koydurdu ve “Cennete doğru ilerliyoruz” propagandası yaparak uğradığı limanlardan çokça yolcu aldı. Gemiye binen yolcuların dünyayla irtibatları kestirildi. Ve onlara:
“Sabırlı olun, bana inanın, sizi cennete götürüyorum” propagandası megafonlarla yapıldı. Bu yalan propagandaya inanan insanlar öyle olmuşlardı ki, kendi aralarında bazen birisi “yahu kaptan bizi cehenneme götürüyor” dediğinde veya kaptandan şüphelendiğinde hemen o kişiyi boğup denize atmışlardı.
Çünkü adamlar cennete gitmek istiyorlar, doğruyu söyleyenler ise umutsuzluk yayıyordu. Böyle boğulup denize atılanların sayısı çoğaldığından, yolun yanlış olduğunu bilenlerin bir kısmı korkudan susmuş, bir kısmı cehennem yolundan gittiklerini bilmelerine rağmen başka gemi ve başka kaptanlar olmadığından, cennete gideceğine kendilerini inandırmıştı. Sen belki bazı yanlışları gördün, belki geminin cennet’e doğru gitmediğini kavradın, sessiz sedasız kendini denize atarak kurtuldun. Uğradığın limanlarda halka yalan söyledin: “Kaptan çok ustadır, yedek kaptanları vardır geminin. Direkt cennete gidiyor. Ben ise dayanamadım, kendimi gemiden aşağı attım. Aslında cenneti de hak etmemişim, cehennemlik biriyim” dedin.
Ben ise adadaki zindandan kurtulunca, bir kayıkla gemiye ulaştım, içeri girer girmez, yardımcı kaptanların olmadığını, geminin rotasından çıktığını anladım. Bunu gemideki mürettebata söyledim. Beni boğmak istediler. Fakat prestijim olduğu için beni öldüremediler. Önce prestijimi sonra beni boğacaklarını anlayınca, küçük bir mikrofon ele geçirerek kendimi gemiden aşağı attım ve daha denizden karaya ayak basmadan bağırdım:
“Gemi rotadan çıkarılmış, Kaptan haindir, sizi cehenneme götürüyor” dedim karaya çıkınca nerede bir megafon bulabildimse bu çağrıyı yaptım.
Başta kaptan, sonra senin gibi adamlar; “Bu adam şeytandır, onun dediğini dinlemeyin, sizi cehenneme götürür” dedi.
Benim gemim yoktu, megafonlarım küçüktü. Neticede yedi yıl sonra geminin kaptan dairesi kaptanla birlikte cehennem uçurumundan düştü. Geminin gövdesi uçurumun üzerinde asılı kalmış, cennete gitmek isteyen halk uçurumun üzerindeki gemide şaşkın, Kaptan’ın bazı yalakaları megafonla şöyle duyuruyu yapıyorlar:
“Sakin olun, kaptanımız çok zeki, çok ustadır, şu anda cehennemde zebanilerle pazarlık yapıyor. Aslında cehennem o kadar kötü bir yer değilmiş, Allah söz vermiş, biraz demokratlaşacak, cehennemin yasalarında biraz değişiklikler yapılacak, zebanilerle kaptan yumuşak bir inişle bizi demokratikleşmiş Cehenneme indirecek!..”
Durum maalesef böyledir. Ben senin tavrını, gerçeği söyleyerek başını belalara sokmaktansa, kendime besleneyim daha iyidir olarak değerlendiriyorum.
Cennete gitmeye inanıp, Cehenneme giden adamlardan daha akıllı hareket etmişsin.
Ama vicdanını yitirmişsin. Bu dünyada vicdansız olarak yaşamak, öbür dünya da Cehennemde yaşamak kadar kötüdür.
Ben vicdanımı yitirmedim.
Bir de Cennete giderim diye Cehenneme gidecek kadar ahmak değilim.
İki lafın neredeyse bana roman yazdıracak.
Uzun oldu okuyuculardan özür diliyorum.
Sana tavsiyem, kaybettiğin “vicdan”ını ara, “cüzdan”a önem verme, vicdanınla beni kazanabilirsin cüzdanınla değil.
12.05.2000
Not: 12 Mayıs 2000 tarihinde intername sitesinde yayınlanmıştır.