Aktuel’in yayınlayamadığı röportaj
Selim Çürükkaya / Bundan yaklaşık olarak bir hafta önce “Yeni Aktüel” Dergisinden bir muhabir, ortak bir tanıdığımız aracılığıyla E_ mail üzeri bana ulaşarak, Türkiye’de Yayınlanan “Apo’nun Ayetleri” ve “Sırlar Çözülürken” adlı kitaplarımı okuduğunu, “Ergenekon” örgütünün bu günlerde aktüel bir konu olduğunu yazarak söyleşi yapmak istediğini ileti.
Bende kendisini ve söz konusu dergiyi tanımadığımı, bir araştırma yaptıktan sonra yanıt verebileceğimi söyledim.
Araştırmamdan sonra muhabir ile bazı ortak tanıdıklarımız çıkınca, şart koşup söyleşi yapabileceğimi bildirdim. Verdiğim yanıtlar yayına girmeden önce bana verilecek ve ben “evet” dersem yayınlanacaktı. Yanıtları yolladım, ek sorular geldi, onlara da yanıt verdim. Son biçimi, yani yayınlanacak hali önüme geldi. Metinde kullandığım “Kürdistan” kelimesinin yerine “Güneydoğu” kelimesi kullanılmıştı. İtiraz ettim. Söyleşi yayınlansın diye “Güneydoğu” kelimelerini de kaldırdık. Dergi Perşembe günü çıkacaktı, çarşamba akşamı muhabire tel açtım :
“tamam söyleşi yayınlanacak” dedi.
Perşembe sabahı internette baktım dergi çıkmış, ama söyleşi yoktu.
Muhabir, Ergenekon konusundan dolayı yayından kaldırıldığını söyledi.
Ama bana göre Türk basını gizli bir mutabakata uyuyordu.
Bu mutabakata göre “Kürt sorunu” yerine “Kürdistan sorunu var” demiyeceksin. Ergenekon’un devlet dışı bir çete olduğunu söyleyeceksin, devletin ta kendisi olduğunu söylemeyeceksin. İmralı’da tutuklu olan Öcalan ile Türk Genel Kurmayı’nın kirli ilişkilerine fazla dokunmayacaksın. Bunlarla birlikte “Kürt sorununu” misaki milli sınırları içinde düşüneceksin, “Serv” e karşı olduğunu ikide bir söyleyeceksin, Kürtlerin sadece kültürel haklarından bahsedeceksin, biraz insan hakları, biraz da barış diyeceksin, “PKK terörü!” ne de karşı olacaksın. Bu kurallara riayet ettin mi, Türk basınında yer alabilirsin, etmedin mi son anda geri çevrilirsin!
Selim Çürükkaya kimdir?
“DEVLETTEN 7 YIL ALACAKLIYIM”
Bingöl doğumlu Selim Çürükkaya, öğretmen okulunda okurken, “Kürdistan Devrimcileri” adlı yasadışı grubun kuruluşunda ve örgütlenmesinde yer aldı. 12 Eylül askeri darbesinden yaklaşık olarak 4,5 ay önce gözaltına alınıp tutuklandı ve Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde 3 yıl boyunca yargılandı. O günkü infaz yasası gereği 4 yıl yatması gerekirken, başta ünlü Diyarbakır Askeri Cezaevi olmak üzere, çeşitli cezaevlerinde 11 yıl yattı.
Çürükkaya, bu durum için “Devletten 7 yıl alacaklıyım” diyor.1980’den 1987’ye kadar yattığı Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan vahşi işkencelere bizzat yaşayarak tanıklık etti. İçerdeyken cezaevinde yaşananları konu alan üç kitabı yayınlandı. Hapisten çıktıktan sonra bir süre İstanbul’da gazeteci olarak çalıştı. Tekrar arandığını duyunca, yurt dışına çıktı. Bekaa Vadisi’ndeki PKK kampına katılan Çürükkaya, kendi deyimiyle “Abdullah Öcalan’ın girdiği tehlikeli ilişkileri ve PKK içinde inşa ettiği diktatörlüğü” fark etti. Bir yolunu bulup Avrupa’ya kaçan Çürükkaya, burada PKK’da yaşadıklarını ve kaçış öyküsünü konu alan “Apo’nun Ayetleri” kitabını yazdı. Kitabı yüzünden PKK’dan tehditler alan Çürükkaya, 7 yıl gizli yaşadı. Son olarak Türkiye’de yayınlanan “Sırlar çözülürken” adlı kitabında, kendi ifadesiyle “Türkiye‘deki kırk yıllık karanlık ilişkilere” ışık tutmaya çalıştı.
“APONUN AYETLERİ” VE “SIRLAR ÇÖZÜLÜRKEN” KİTAPLARININ YAZARI SELİM ÇÜRÜKKAYA’DAN ÇARPICI İDDİALAR…
“Abdullah Öcalan’ı PKK’nın başına Ergenekon örgütü geçirdi”
“Tutuklanmadan önce duygulu ve içli şiirler yazardım. Tam üç yıl sistemli işkence görünce, şiir yazma yeteneğimi kaybettim. Çok sonraları öğrendim ki içimdeki şair katledilmiş ve beynimdeki ölü şairle yaşamak zorunda kalmışım!”
“Bir gardiyan PKK’nin kurucusu M. Hayri Durmuş’a “Sende Türk kanı var mı?” diye sordu. Durmuş, “Türk, Kürt, İngiliz kanı diye bir şey yok A, B, Ab ve O kan grupları vardır” dedi. 3 gün sonra elimize bir gazete geçti. Evren, orada; “Bizim cezaevlerinde yatan bazı şahıslar, kendilerinde Türk kanının bulunmadığını söylüyorlar” diyordu.
“Kaldığım hücrede donumun içinde sakladığım sekiz sayfalık bir dilekçeyi mahkeme salonuna kadar götürebilmiştim. Amacım bize yapılan işkencelere dikkat çekmekti. Dilekçeyi zorlukla, gururla ve utanç içinde mahkeme heyetine vermeyi başardım.”
“Kitabımda ‘Abdullah Öcalan, Ergenekon örgütünün bir elemanıdır’ diye yazdım ve PKK kuruluş aşamasındayken Öcalan’ın Ergenekon tarafından PKK’nin başına nasıl geçirildiğini izah etmeye çalıştım.”
“Kontrgerilla deşifre olunca hemen ardından „Ergenekon” adlı bir örgüt kuruyorlar. Tabi bu „Milli” ve daha komplike bir organizasyondur. Bu işlerin uzmanı olan Kemal Yamak’ın bu örgütün dışında kalması imkansızdır.
Yeni Aktüel Muhabiri.
“Apo’nun Ayetleri” ve “Sırlar Çözülürken” kitaplarının yazarı Selim Çürükkaya, İstanbul polisinin operasyonuyla ortaya çıkarılan Ergenekon örgütüyle ilgili çarpıcı iddialarda bulundu. Son kitabında ve internet sitesindeki köşesinde Abdullah Öcalan’ı PKK’nın başına Ergenekon örgütünün getirdiğini yazan Çürükkaya, e-posta yoluyla yönelttiğimiz soruları aynı yöntemle yanıtladı.
Uzun yıllar Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yatmışsınız. Biraz anlatır mısınız?
Selim Çürükkaya : 24 Mayıs 1980’den Nisan 1987 tarihine kadar “Diyarbakır cehennemi” olarak değerlendirdiğimiz askeri cezaevinde tutuklu olarak kaldım. “PKK örgütünü sevk ve idare etmek” suçlamasıyla askeri mahkemede yargılandım. Diyarbakır’daki mahkeme, örgütü sevk ve idare ettiğim için 15 yıl, mahkemede siyasi savunma ve siyasi savunmanın savunması yaptığım için 13 yıl olmak üzere toplam 28 yıl hapis cezası verdi.
Bu karardan 12 yıl (1991 tarihinde çıkan bir aftan yararlanıp çıkmıştım) sonra örgütü sevk ve idare ettiğime dair herhangi bir delile rastlanmadığı için örgütün sair efradı olmaktan TCK’nın 168/2 maddesinden yedi yıl hapis cezasına çarptırıldım. O günkü infaz yasası gereği dört yıl yatmam gerekirken ben tamı tamına 11 yıl yatmıştım. Yani şu anda devletten 7 yıl alacağım var. Ama yedi yıllık Diyarbakır cehenneminin karşılığı nasıl ödenecek?
Cezaevindeki işkence ve kötü muamele fiziğinizde veya psikolojinizde herhangi bir iz bıraktı mı?
Selim Çürükkaya : Diyarbakır cehenneminin vücudumda bıraktığı görünür izlerin hiç bir önemi yoktur benim için.
Ya görünmeyen izlerin?
Onları nasıl iyileştireceğim?
Hangi merhemi onlara nasıl süreceğim?
Veya bu görünmez, iyileşmez, irin bağlamış yaralarımı size nasıl göstereceğim?
Bunu da bilemiyorum! Örneğin tutuklanmadan önce çok güzel şiirler yazardım, duygulu ve içli…
Tam üç yıl sistemli işkence görünce şiir yazma yeteneğimi kaybettim.
Çok sonraları öğrendim ki içimdeki şair katledilmiş ve beynimdeki ölü şairle yaşamak zorunda kalmışım!
Ve ben uzun yıllar neden şiir yazamadığım konusu üzerinde düşünmeye başlamıştım.
Nihayet bir şairin “Austwisch yaşandıktan sonra şiir yazılmaz” sözünü okuyunca, beynimdeki ölü şaire oturup ağlamıştım.
Mardin eski milletvekili Nurettin Yılmaz, Diyarbakır Askeri Cezaevi komutanı Esat Oktay Yıldıran’ın bir görüşmeleri esnasında “ben kolorduyu, savcıyı, hakimi tanımam, doğrudan jandarma genel komutanlığından emir alırım” dediğini belirtmişti. Gerçekten de başına buyruk biri miydi?
Diyarbakır cehenneminin iç güvenlik amiri Esat Oktay Yıldıran’ın 24 Şubat 1981 günü 35. Koğuşta Direnişçilerin konulduğu hücrelerde yaptığı ilk konuşmasının giriş bölümünü çok iyi hatırlıyorum. Şöyle demişti:
“Beni dinle! (O daima karşısındaki kitlenin içindeki bireye seslenirdi.) Ben direktmen Genelkurmayın emriyle buraya atandım. Benim adım Esat Oktay Yıldıran’dır. Ben Kıbrıs’ta Rum çocuğunu bıçakla kesmiş, babasının gözlerinin önünde kanını şarap niyetine içmiş adamım.”
Kendisini bu cümlelerle bize tanıtan Esat Oktay Yıldıran, iki yıl boyunca bize sistemli işkenceler yaptırdı. Elbette bu işkenceler emir komuta zinciri içinde yapılıyordu. Esat Oktay’ın maiyetinde olan işkenceciler, onun emri olmadan tuvalete bile çıkamazdı. Esat Oktay Yıldıran, Kontrgerilla şefi Kemal Yamak’ın emri dışında hareket edemezdi. Kenan Evren’ in Diyarbakır cehennemiyle direkt ilgisini şu anekdotla anlatmak istiyorum. 1981 yılının Mayıs ayıydı. 35 koğuşta bir gardiyan PKK’nin kurucusu M.Hayri Durmuş’a: “Sende Türk kanı var mı?” diye sordu. Bu soru karşısında tıp öğrencisi M. Hayri Durmuş, “Türk, Kürt, İngiliz kanı diye bir şey yok. A, B, Ab ve O kan grupları vardır. Bunlar da kendi aralarında RhD Pozitif ve RhD Negatif diye ikiye ayrılır”dedi. Bu tanımı kabul etmeyen işkenceci, M. Hayri Durmuş’ a dakikalarca süren işkenceler yaptı. Bu olaydan tam üç gün sonra elimize bir gazete geçti. Bu gazetede Kenan Evren’in bir demeci vardı: “Bizim cezaevlerinde yatan bazı şahıslar, kendilerinde Türk kanının bulunmadığını söylüyorlar” demişti.
Kemal Yamak’ın Ergenekon şeflerinden olduğu görüşünüzün dayanağını öğrenebilir miyiz?
Doz yayınlarından çıkan kitabım „Sırlar Çözülürken” de anlatmaya çalıştım. Kemal Yamak Kontrgerilla şefidir. Yani Özel Harp dairesinin kurucusudur. Böyle gizli bir dairenin olduğuna dair dönemin Başbakanı Ecevit, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ve Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık’a bir brifing vermiştir. Bu brifingde Özel Harp Dairesi diye bir dairenin olduğunu, bu dairede çalışanların maaşlarının Amerika tarafından ödendiğini, fakat bundan sonra Amerika’nın yılda bir milyon doları artık ödemiyeceğini söylüyor.
Tabi bu brifingle kontrgerilla deşifre olunca, hemen ardından „Ergenekon” adlı bir örgüt kuruyorlar. Tabi bu „Milli” ve daha komplike bir organizasyondur. Bu işlerin uzmanı olan Kemal Yamak’ın bu örgütün dışında kalması imkansızdır. 12 Eylül öncesi 7. Kolordu Komutanlığı’na atanması ve Diyarbakır cehenneminin yaratıcısı rolünü üstlenmesi tesadüfi değildir. Turgut Özal zehirlenmeden ve vefat etmeden önce Kemal Yamak’ın Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olması da tesadüf değildir. Turgut Özal zehirlenip hasta haneye kaldırıldığında, hasta haneyi kontrol altına alan ve Özal gömülünceye kadar her şeyi idare etmesi ise; hiç mi hiç tesadüf değildir. Kemal Yamak ile ilgili öykünün devamını öğrenmek isteyenler „Sırlar çözülürken”e başvurabilirler.
Kemal Yamak ve Esat Oktay Yıldıran hakkında başka neler biliyorsunuz?
Turgut Özal, köşkte düşüp ambulansa alınınca, haberi Alan Kemal Yamak hemen hasta haneye koşuyor. Yamak, bu anı “Gölgede kalan izler ve gölgeleşen bizler” adlı anı kitabında şöyle yazıyor:
„Her şeyin daha kontrollü olabilmesi için, Genelkurmay Başkanı’na cenazenin GATA’ ya naklini teklif ettim. Uygun bulundu merasimi de oradan başlatacaktık” „Cenazeyi İstanbul’da defnettikten sonra, uçakla Ankara’ya dönüyorduk. Sayın cumhurbaşkanı vekiline bu gün istifamı sunmaya kararlıydım. Fakat bundan evvel yapmam gereken bir görev vardı. Açılan deftere ben de hislerimi yazmalıydım”
Kemal Yamak ve Esat Oktay Yıldıran Kıbrıs’ta birlikte çalışmışlardır. İkisinin Diyarbakır ceheneminde neler yaptıklarına baktığımızda, Kıbrıs’ta tutuklu ve esir düşen Rumlara neler yaptıklarını tahmin edebiliyorum. Mesela Diyarbakır Cezaevi’nde bu ikili hep marşlar ve türküler eşliğinde bize zulüm yaptılar. Bakın Kemal Yamak, aynı yöntemi Kıbrıs’ta uyguladığını kendi anılarında nasıl anlatıyor:
“1974 Barış harekatında ve hemen öncesinde çok faydalı çalışmalar yapılmıştı. Çok basit ve etkili bir örnek vermek gerekirse Rum radyo ve televizyonlarının Türklere senelerce dinlettiği ve toplumun hep üzüntülerini dile getirerek şikayetçi olduğu „Bekledim de gelmedin” şarkısına karşılık, önce ‘Bir gece ansızın gelebilirim’i, harekattan hemen sonra da ‘ kendim ettim kendim buldum’ şarkısını dinleterek, Rumlara verilen karşılık halkı çok etkilemiş ve yerini bulmuştur.”
Esat Oktay Yıldıran’la hiç birebir temasınız oldu mu?
1981 Nisan ayında askeri mahkemeye çıkarılıyorduk. Kafalarımız sıfır numara tıraş edilmiş, üstümüze siyaha boyanmış asker elbiseleri zorla giydirilmiş, bileklerimize kelepçe takılmış, kollarımızdan zincirlerle birbirimize bağlanmıştık. Pazara götürülen köleler gibi mahkeme salonuna götürüldük. Kaldığım hücrede kaleme alıp donumun içinde sakladığım sekiz sayfalık bir dilekçeyi mahkeme salonuna kadar götürebilmiştim. Bu dilekçede bizlere yapılan işkence yöntemlerini yazmıştık. Amacım bu yöntemleri mahkeme heyetine vermek ve korkunç cehenneme dikkatleri çekmekti. Tabi dilekçeyi zorlukla gururla ve utanç içinde mahkeme heyetine vermeyi başardım. Geri dönüşte cehennemin giriş koridorunda Esat Oktay Yıldıran bizi karşıladı. Altı kişinin adını okuyarak, duvarın dibine dizdirdi. Diğer tutuklular dövülerek koğuşlarına gönderildi. Her birimizin arkasına bir komando eri diktirdi. Sert bir ses tonuyla soyunmamızı istedi. Biz soyunmayınca elindeki copuyla rasgele vurmaya başladı. Gücü tükeninceye, eli kalkmayıncaya kadar bizi dövdü. Tekrar soyunmamızı istedi.
Soyunmadık! Komandolara “Bunları soyun” diye bağırdı. Emri alan komandolar, düğmelerimizi kopararak, elbiselerimizi yırtarak bizi soydular. Külot katında kaldık. Esat Oktay Yıldıran: “Külotlarınızı çıkarın!” dedi bize. Biz ise yapıştık külotlarımıza. Komandolar külotlarımızı zorla koparınca anadan üryan kaldık ve Yıldıran, bir at kamçısıyla çıplak vücutlarımıza saldırdı. Arkadaşlarımın vücudundaki kırmızı ve mor çizgiler hala gözlerimin önünde ve kulaklarımda kamçı sesleri var.
Sizden önce işkenceyi dillendiren olmadı mı? Mahkemeye verdiğiniz dilekçe basına yansımış mıydı?
Mahkemelerde sözlü olarak dillendirenler olmuştu, ama yazılı olarak mahkemeye sunulan ilk belge, benim mahkemeye sunduğum belgedir. Dilekçem dosyaya konuldu, ama basına yansımadı:
Onun emirleri doğrultusunda ağır işkence ve kötü muamele ile karşılaştınız. Öldürüldüğünde ne hissettiniz?
Esat Oktay Yıldıran İstanbul Kısıklı’da bir otobüsün içinde öldürüldüğünde ben Şanlıurfa cezaevinde tutukluydum. Haberi televizyondan izlediğimde, koğuşumuzun gardiyanını çağırdım, personelle birlikte bu cezaevinde kaç kişi kalıyor dedim. “730 kişi” dedi. “Git yarı açık cezaevinde 730 adet halka tatlı yaptırt, kişi başına bir adet dağıt ve gel parasını benden al” dedim. Bir saat kadar sonra tatlılarımızı koğuşumuza getiren gardiyan paraları benden alınca, bu tatlıları neden dağıttığımı öğrenmek istedi. “Esat Oktay Yıldıran öldürüldüğü için” dedim. “O da kim?” deyince, “git müdürüne sor, o bilir” cevabını verdim.
Yıldıran’ı İstanbul’da belediye otobüsü içinde, sonradan itirafçı olan Alaattin Kanat’ın öldürdüğü, Bekaa Vadisi’ne dönüşünde törenle karşılandığı söylentilerinde gerçek payı var mı?
Esat Oktay Yıldıran, Alaatin Kanat tarafından öldürülmemiştir. “Onu mazlumların, işkence görenlerin, kıçtan sigara içirtilenlerin, aç kalanların, açlıktan kendi kendini yiyerek yaşayanların ruhu öldürmüştür” demek daha doğru olur. Yıldıran’ı öldüreni biliyorum, ama adını vermek istemiyorum. Şu anda yaşıyor ama Apocularla olan bütün ilişkilerini kesmiştir.
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, cezaevindeki işkence ve kötü muameleden haberdar olmadığını ve kötü muamele ve işkencenin olmadığını söyledi. Evren’in bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
El hak Kenan Evren doğru söylüyordur! Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları “işkence” ve “kötü muamele” ile izah etmek mümkün değildir. Onların ötesinde tanımlara ihtiyaç vardır. Üç yıl boyunca sistemli olarak tutukluların makatına yağlı cop sokmak, tek tek ve toplu olarak dayak zoruyla tutuklulara bok yedirmek, erkek tutukluları erkeklik organlarıyla tartmak, tutukluları bayılıncaya kadar susuz bırakmak, bir deri bir kemik kalıncaya kadar aç bırakmak, oğulun eliyle babaya boklu cop yalatmak…..Bütün bunları “işkence” ve “kötü muamele” tanımına sokmak zordur. Kenan Evren doğru söylüyor bu yapılanlara yeni bir tanım bulmak gerekiyor! Biz o dönemin adını koymuştuk zaten: “Vahşet dönemi”
“Rızgari” adlı internet sitesinde yazdığınız bir yazıda, Diyarbakır cezaevinde yaşananları konu olan bir film yapmayı planladığınızı belirtiyorsunuz. Bu projeniz hangi aşamada?
Diyarbakır cehennemi ile ilgili şimdiye kadar iki ciltlik “12 eylül karanlığında Diyarbakır şafağı” adlı bir belgesel roman, “Demirci Kawa ve çağdaş Kawa Destanı” adlı bir tiyatro eseri ve son olarak Komal- Yayınlarınca basılan “O Türküyü söyle” adını taşıyan bir senaryo öyküsü yazdım. Bununla yetinmedim “www.diyarbakirzindani.com ” adlı bir site kurdum. Tabi cehennemin filmini yapmak hayalimdir. Bu hayalimin gerçeğe dönüşmesi için paraya ihtiyacım vardır.
1993 yılında kurulan DYP-SHP hükümetinin Kürt sorununu demokratik yöntemle çözmeyi ve PKK’yi dağdan indirmeyi hedeflediği, birilerinin bunu önlemek için PKK’ya ateş kes kararını bozdurduğu ve 33 sivil askerin katledilmesi olayını tezgahladığı yolunda görüşler var. Siz de bu görüşlere katılıyor musunuz?
Türkiye’deki hükümetler cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt sorunuyla uğraşamamışlardır. Bu sorun orduya havale edilmiş bir sorundur. Ordunun sorunu halletme yöntemi, asmak, kesmek, sürmek, susturmak ve asimile etmek şeklindedir. 80 yıldır bu politikada bir değişiklik olmamıştır. Bundan dolayı “DYP-SHP koalisyonu sorunu demokratik yöntemlerle çözecekti. 33 asker öldürülünce ateş kes bozuldu” söylemi, bir demagojiden ve bazı çevrelerin kendi kendilerini kandırmasından ibarettir.
33 Askerin o gün oradan geçeceği bilgisini Şemdin Sakık’a, o tarihte JİTEM’de çalışan “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın verdiği yolundaki iddialar hakkında neler biliyorsunuz?
Şemdin Sakık ve Yeşil aynı karargahtan idare edilen, zalim sistemlerin günah keçileriydi. 33 askerin öldürülmesi ve ateşkesin bozulmasıyla bunların ilişkisi yoktur.
Tunceli’de oturan baldızınız Ayten Öztürk’ün de Yeşil ve ekibi tarafından kaçırılıp öldürüldüğünü okumuştum. Siz bu konuda neler biliyorsunuz?
Baldızım Ayten Öztürk’ün hiçbir siyasi örgütle ilişkisi yoktu. Sekreter olarak bir fabrikada çalışıyordu. Kaçırılıp öldürülmeden önce babası ve iki kız kardeşi ile birlikte Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı’na çağrılmışlardı. Alay komutanı onları “Mahmut bey” isminde sakallı, sivil giyimli birisiyle tanıştırmıştı. “Mahmut bey” kibarca onların ifadelerini ve adreslerini aldıktan sonra evlerine yollamıştı. Bir müddet sonra baldızım Ayten Öztürk, Kepektaşı nahiyesinde evinin önünden dört zorba tarafından beyaz renkli bir araçla kaçırıldı. 11 gün sonra Elazığ Asri Mezarlığı’na yakın bir yerde yarı gömülü cesedi bulundu. Burnu kesikti, kafa derisi yüzülmüştü… Yeşil’in fotoğrafları basında yayınlanınca, resmi gören baldızlarım ve babaları: “Tunceli Alay Komutanı’nın bizi tanıştırdığı ‘Mahmut bey’ işte resimdeki adamdı” dediler. Cem Ersever, gazeteci Soner Yalçın’ a “Ayten Öztürk’ü Yeşil kaçırmıştı” demişti. Oralarda adalet olmadığı için baldızım Ayten Öztürk, faili meçhul sayılmıştı.
“APO’nun ayetleri” adlı kitabınız yayınladıktan sonra PKK ve onun lideri Öcalan’la ne tür sorunlar yaşadınız?
APO’nun ayetleri adlı kitabım Avrupa’da yayınlanınca, hakkımda ölüm fetvası verildi. Yedi yıl gizli yaşamak zorunda kaldım. Kitabı okuyan ve bulunduran beş Kürt, saldırıya uğradı, ikisi komaya girdi.
“Sırlar Çözülürken” adlı kitabınızda ve Rızgari adlı sitedeki yazılarınızda, Öcalan’ın, İstanbul polisinin operasyonuyla ortaya çıkarılan Ergenekon’un bir elemanı olduğunu ve bunu fark eden örgüt militanlarını ortadan kaldırıldığını öne sürüyorsunuz. Bu iddianızı hangi kaynağa dayandırıyorsunuz?
Ben o kitapta “Abdullah Öcalan, Ergenekon örgütünün bir elemanıdır” diye yazdım ve PKK kuruluş aşamasındayken Öcalan’ın Ergenekon tarafından PKK’nin başına nasıl geçirildiğini izah etmeye çalıştım. Ergenekon görünen devletin arkasındaki görünmeyen devlettir. Veya devletin beynidir. Sorunuzun yanıtını 424 sayfalık “Sırlar çözülürken” adlı kitabımda verdiğimi belirtmeliyim. Bütün tanıklar ve kanıtlar oradadır. Ama burada size çok çarpıcı ve kısa bir yanıt vermeden geçemeyeceğim. PKK kurulmadan önce Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) vardı. Onlar ana dille eğitim, doğuya yol, fabrika, iş, elektrik, okul istiyordu.
PKK, DDKO’yu “alçak” olarak niteleyerek, “Bağımsız Kürdistan” şiarıyla ortaya çıktı. 30 yıl sonra, yani yüz bin ölü, beş milyon sürgünden sonra, geldiği nokta “alçak” olarak nitelediklerinin biraz daha gerisine düşmek olmuştur. Ne istiyor şimdi Öcalan? Af! Ve Kürtçe seçmeli ders! “Sırlar Çözülürken” de anlattığım yönlendirme olmasaydı, PKK, “alçak” olarak değerlendirdiği DDKO’nun bir adım daha gerisine düşer miydi? Kaldı ki Öcalan, Kürtler için ana dilde eğitim bile istemiyor. Çünkü o efendilerinin elinde bir kumandadır sadece
Aynı sitedeki yazılarınızda, Öcalan’ın avukatları aracılığı ile PKK’ya ateşkes kararını bozdurduğu iddialarına yer veriyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
İmralı’ya giden avukatların Kandile gittikleri, Avrupa’ya gelip seminerler verdikleri, Öcalan’ın talimatlarını her tarafa götürdükleri, hiçbir engelle karşılaşmadıkları herkesçe biliniyor. 2004 yılının Mayıs ayındaki avukat görüşmesinde Abdullah Öcalan’ın kendi avukatına: “11 Eylül’e kadar umudum şuydu: Devlet çatışmayı bitirir. Ecevit hükümetteydi. Sonra seçim oldu. AKP hükümetine 6 aylık bir süre verdim. O dönemdeki başbakana mektup yazdım. Hiçbir ses çıkmadı. Bu ne demektir? Demek ki, ‘biz bildiğimizi yapacağız’ diyorlar. 2003’ün ilk yarısına kadar bekledik, olmadı. Yapacağım bir şey kalmadı. Bundan saldırma anlamı çıkmaz, hayır kendi kararlarıdır. Ben burada gerilla yönetmem. Bunu arkadaşlara da, savcıya da söyleyin. Ben hukuk nedir bilirim. Siyaseti de bilirim. Arkadaşlara söyleyin siz karar verin. Savaşabiliyorsanız savaşın! “ (2004.04.07 Tarihli Görüşme notu)”
Bu birinci belge, ikincisi de şudur: “Kani Yılmaz: – PKK’nin eski Avrupa sorumlusudur. Kandil dağında yapılan KONGRE GEL’in ikinci kongresine katılmıştır. Daha sonra öldürüldü. www.pwdnerin.com adlı sitede “Bu oyun bozulacak” adlı makalesinde şunları: “Kongra Gel’in 2. Kongresinde, Haziran’da savaş kararı tartışılırken, bizim savaş kararına karşı çıkışımız üzerine, bunlardan biri (Öcalan’ın avukatlarını kast ediyor) kameraları kapatarak kürsüye çıkmış ‘bu kongreden savaş kararı çıkmalıdır’ demiş ve karar çıkmıştı.” Diyor ve ekliyor:. “Peki Genelkurmay’dan hiçbir rahatsızlık uyarısı almayan avukat, hazirandan bu yana şehit düşen onlarca gencin sorumluluğunu nasıl taşıyacaksın?” diye soruyor!..
Üçüncü bir belge daha vardır. O da nefel.com adlı internet sitesinde Arif Zereven ile Osman Öcalan arasındaki söyleşidir: Arif Zêrevan: – PKK-Kongra Gel, şimdi yeniden savaştan söz ediyor, ateşkesi bitirdiğini, yeniden savaşacağını söylüyor. Siz bu savaş siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Öcalan: – Ben bu savaşı şaibeli görüyorum. İki buçuk yıldır savaşı önlemek için çalışıyorum. 2002’nin Eylül’ünde savaş kararını çıkarmak istediler, biz bunu engelledik. Kongra Gel’in kuruluş toplantısında yine savaşı gündeme getirdiler, biz yine engelledik. 2004’ün Mayısı’nda Kongra Gel’in ikinci toplantısında o kararı aldılar; ben orada yoktum.
Arif Zêrevan: “Şaibe var” demekle neyi kastediyorsunuz?
Osman Öcalan: Diyebilirim ki, Abdullah Öcalan’la Türk ordusu arasında zımnî bir anlaşma vardır. PKK lideri, ordunun savaş istediğini düşünüyor ve o da orduya göre hareket ediyor.”
Yeni Aktuel : Bu konuda başka tespitleriniz var mı?
Türk Genle Kurmayı istediği için Abdullah Öcalan İmralı dan dışarıya talimat yolluyor, istemezse tek satır dahi dışarı çıkmaz. Ateş kes ve ateş et kararları İmralı Adasından çıkıyor. Öcalan’a bu kararları aldırtan verdiren ve bu kararları Kandil Dağına götürten gücü herkes biliyor. Zira Öcalan o güce, “Ben hizmet etmeye hazırım” sözünü vermiştir. Hizmetin karşılığı bu yaşananlardır.
PKK ve Kürt sorununun çözümü konusunda AK Parti hükümetinin yapması gereken düzenlemeler sizce neler olabilir?
AK Parti ile birlikte hiçbir parti yukarıda anlattığım gibi Kürt sorununu çözmek ile ilgili bir politikaya sahip değildir. Ve Kürt sorunu “insanları dağdan indirme” sorunu değildir. Kürtleri dağa süren ordu, işlerin bir müddet daha böyle sürmesini istiyor. Kürtler dağdan inerse, siyasi bir sorun olarak karşısına çıkacak olan Kürt sorunuyla karşılaşmamak için terör olarak damgalattırdığı ve kendisinin kontrol ettiği bir“sorun”olarak tutmak istiyor. Kürtlerin sorunu bir ülke sorunudur, toprak sorunudur, kendi ülkelerinde kendi kendilerini yönetme sorunudur.
Kürtlerin ülkesi dört parçaya bölünmüştür. Kürtler yok sayılmış veya yok edilmeye çalışılmıştır. Kürtler bugün Irak, Türkiye, Suriye ve İran’da bunun sancılarını yaşıyorlar. Kürtler bütün dünya milletleri gibi kendi ülkelerinde kendilerini yönetmek istiyorlar. Diyarbakır’ın Bağlar semti kadar nüfusa sahip olan Kıbrıslı Türkler için bağımsız devlet isteyenlerin, Kıbrıs’ı fiilen ikiye bölenlerin, kendi ülkelerindeki parçalanmışlığa son vermek isteyen Kürtleri bölücü olarak damgalaması kadar mantıksızlık hiçbir yerde yoktur. Gerçek budur. Bu gerçekleri kabul eden herkes ve her güçle bu sorun konuşularak demokratik ve kansız biçimde çözülmeli. Aksi halde ne Kürt halkı, ne Türk halkı, nede bölge halkları rahat yüzü görmeyecektir.
“KANTAR” İŞKENCESİNİN ÇİZGİ RESMİ
Selim Çürükkaya, Diyarbakır’daki işkenceleri sembolize eden ve tutuklulardan Zülfükar Tak tarafından çizilen, ilk olarak Çürükkaya’nın kaleme aldığı “Diyarbakır Şafağı” kitabında yayınlanan “Kantar” adlı resmi şöyle açıklıyor:
“O resmin adı kantardır. Tutuklular koğuşun havalandırmasında çırılçıplak soyundurulur ve tek sıraya dizdirilir. En baştaki tutuklu sırtüstü yere uzanır. Onun arkasında sırada bekleyen tutuklu sırtüstü yerde yatan tutuklunun erkeklik organını ve testislerini iki eliyle tutar ve onu yerden kaldırmaya çalışır. Kaldırdığı kadarıyla kaldırır ve yüksek sesle şöyle bağırır. ‘Kaldırdığım kişi 1960 Mardin doğumlu Şevket Kaya, 60 kilo gelmiştir, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım’ der. Bunu söyledikten sonra kaldırdığı kişiyi yere bırakır, bu kez tartılan kişi tartanın yerine geçer ve aynı yöntemi uygular.”
BİTTİ