Dizi Yazılar

Ölümle Sınanmış Hayat 2

AHMET SİKRİNİ’NİN KÖYÜNE YOLCULUK

 

Hal hatır sorduktan sonra, sohbeti içerde yapmak istediğimi kendisine önerdim. “Hay hay, başım gözüm üzerine” dedi. Bize yolu gösterdi, oturma salonuna gittik. Biz oturur oturmaz küçük masalar önümüze çekildi. Bahçede yetişmiş organik sebze ve meyveler masaların üzerine konuldu. Çatal, kaşık; ellerimizi temizlemek için mendiller getirildi.

Hizmeti yapan iki genç delikanlıydı. Çeviklikleri, hürmetkar olmaları ve hiç konuşmadan çalışmaları dikkatimi çektiğinden, kendimi tutamadım ve ilk sorumu sordum: “Keke Ahmed bu gençler sizin akrabalarınız mı?” dedim.

Başını kaldırıp biraz düşündü, çok şey anlatmak isteyen bir insanın edasıyla: “Hayır, akrabalarım değil, bunlar Şengal  Ezidi’leridir. Evleri viran oldu, İşid onları perişan etti. Hayatlarını kurtarıp Duhuk’a kadar kaçabildiler. Bir kısmını da arabalarımla ben kurtarıp getirdim. Burada misafir ettim, diğerleri kamplara yerleştirildi. Bahçemde bir aileye yer verdim.” dedi hüzünlü bir ses tonuyla.

Oturduğumuz yerin karşısını parmağıyla işaret ederek: “O tarafta bir bina daha var, oraya yerleştirdim. Yaşlı bir kadın, iki oğlu, bir de genç kızları var” dedi.

Ben gülümseyerek  “Sen müslümansın, müslümanlar tarafından katledilmek istenen Ezidiler kaçıp sana sığınmış ve sen evini kendilerine açmışsın, dinimize sığar mı bu?”deyince, şaka yaptığımı bildiği için, “insaniyeti tanımayan din benim neyime” der gibi yüzüme baktı.

Gençlerden birine soramadan edemedim:

“İşid Şengal’e saldırdığında orda mıydınız?”

Evet oradaydık..

Kaçma dışında yapabileceğiniz bir şeyler yok muydu?

Ağır silahları, araçları vardı, kaçmak bile mümkün değildi. Ben bir fırsatını buldum, yaşlı, yürüyemeyecek durumda olan anamı sırtıma aldım, dağın yoluna koyuldum. Diğer kardeşlerim de kaçıp kurtuldu, ama 65 yaşındaki babamı zalimlere kaptırdık.

Bunu öylesine bir uslupla söyledi ki, “Kuzuyu kurtlara kaptırdık” gibi anladım. Evde çalışan Ezidi gençlerden birisiyle bahçede tek başıma konuştum. Mam Ahmed’in kendilerinden ev kirası almadığını, bahçede çalışma karşılığında her birine günde 10 dolar değerinde Irak dinarı ödediğini söyledi.
Ezidi gence: “Annenle konuşup resmini çekebilir miyim?” diye sordum: “Dur gidip sorayım” dedi, koşarak karşı tarafa gitti. Bir müddet sonra geri döndü. Ağaçların arasından “gelebilirsin” sesi geldi kulaklarıma.

Bahçenin orta yerinden gencin ardına takıldım. Tek katlı evden içeri girdim. Giriş salonunda, pencerenin önünde yaşlı bir kadın oturuyordu. “Merhaba” diyerek bana uzanan elini eğilerek sıktım. Kurmanci dilinden hal hatırını sordum. Bir resmini çektim.

 

 

 

 

 

 

Şengal’den kaçış öyküsünü kendisinden dinledim. Mutfakta genç bir kız çalışıyordu, “torunumdur” dedi. Kadının kocasından söz açtığımda, torunu, dedesinin kimliğinin odada olduğunu söyledi, onu getirip bana gösterdi. Faciada yaşlı adam kaçırılıp götürülmüş, geriye kanıt olarak sadece bir kimliği kalmıştı.

 

Kadına ve çocuklarına sabırlar diledim. Bahçeye geri döndüm.

Keke (kardeş) Ahmed’e sorduğum ilk soru soyadı ile ilgiliydi. “Sikrini ne demektir?” dedim. Cevabı hazırdı. “Doğduğum köyün adı” dedi.

 

Biliyordum ki Güney Kurdistan’da, bizler veya batıllar gibi her kesin bir soyadı yoktur. Buralarda soy ismi yerine ya kişinin doğduğu yöre, köy, şehir veya mensup olduğu aşiret, adı-soyadı yerine kullanılırdı.

Mesala Mesud Barzani, Barzan bölgesinde doğduğu için “Barzani”yi soy isim olarak kullanmaktadır.  Örneğin Kemal Kerkuki, Kerkük doğumlu olduğundan Kerkuki’yi  soy isim olarak kullanmaktadır. Başka bir örnek İsa Berwari. Mensup olduğu aşiretin adı, ona soy isim olmuştur.  Aynı bölgeye, aşirete, köye mensup aynı ismi taşıyan birden çok kişi olunca nasıl işin içinden çıkılacak sorusunun yanıtı da şu oluyor: O zaman da baba, dede ve dedenin babası devreye girer.

Biz Zazalarda da gayri resmi olarak hâlâ kişiler babaları ve dedeleri üzerinden tanınıyorlar. Mesala “Hüsik, Hes Qem” de olduğu gibi.
Kek Ahmed’e sorduğum ikinci soru:  “Sikrini nerededir?” oldu. “Bana haritadaki yerini söyler misin?” dedim. Biraz düşündü: “Nasıl anlatayım sana? Metina Dağlarını bilir misin, bir de Gare Dağını? Metina ile Gare Dağı arasındaki vadiye “Sıpne” denir. Bizim köy bu “Sıpne” mıntıkasındadır. Berwari mıntıkası, Metina dağının ardından Türkiye hududuna kadar uzanır.  Hemen Metina dağının  bizim taraftaki yamacında “Bamerni” köyü var. Biraz aşağısında “Şeyh Mima” köyü, daha aşağıda “Kanik,” biraz daha aşağıya inince, bir köprü var, yanında “Berbange Köprüsü” adını taşıyan bir köy durur orada. Bu köyü geçip epeyce aşağı inince, “Sikrini” köyünü görürsün. Köyümüzün biraz alt tarafından Duhok -Amediye karayolu geçer. Daha iyi anlayabilmen için  söyleyeyim: Duhok’tan Amediye’ye giderken, yol çatıdan Bamerni’ye dönersen, uğrayacağın ilk köy, bizimdir!” dedi.

Eskiden köyünün kalabalık olduğunu, yarısının Müslüman yarısının Hıristiyan (yani yarısının  Asurilerden oluştuğunu), cami ile kilisenin birbirine karışmadan kapılarını ibadete açtıklarını, ama müslümanlar ile Hrıstiyanların birbirlerine kız vermediklerini hatırladığını söyledi. Bu cümlelerini noktaladıktan bir gün sonra, beni köyüne davet etti.

Anlaştık.

Sabah saat 7’de kaldığım mahalleye arabasıyla gelecek beni alacaktı. Yatmadan önce hazırlığımı yaptım. Arazi ayakkabılarımı, giysilerimi hazırladım. Yanıma alacağım Kaleşnikofumu da yatak odama getirdim. Sabah telefonumun zili çalınca, elbiselerimi giyerek, çantamı omuzuma astım, Kaleşnikofumu elime alarak asansörle aşağı indim.

Mam (amca) Ahmed arabada beni bekliyordu.
Sikrini’ye doğru hareket ettik. Uğradığımız ilk köyün adının “Zavite” olduğunu ve turizme elverişli hale getirilmeye çalışıldığını, anlattı. Yüksek dağa giden üç adet teleferiği gösterdi.

Bu köyü geçince, başka bir köye vardık, giriş levhasında hem Arapça hem de Latin harfleri ile köyün adı “Bagera” olarak geçiyordu. “Surke” ve  “Lumana” köyünü geçince, “Bamerni” yol çatısına ulaştık, yarım saat içinde “Sikrini” köyüne varmıştık. Mam Ahmed’in burada geniş arazileri, üzüm bahçeleri, zeytin hurma, kaysı ağaçları vardı.

Beni gezdirdirmek istedi..

Köyün baraj gölünün yanına arabasıyla arazisinin içinden, dolambaçlı yollardan geçerek gittik. Arazisinin içinde tepelerin üzerindeki küçük düzlükleri göstererek: “Buralarda villalar yaptıracağım, bu gölün kıyısı, tepelerin üstü ilerde cennet gibi olacak, turistler buraya gelecek, gölün üzerinde tekneler yüzecek” diyordu.

O bunları anlatırken fırsat buldukça soruyorum:

“Siz küçükken  aileniz kaç nüfusluydu?” soruma, “Altı erkek, iki de kız kardeştik, en büyük abimin adı Ali Tahir İskender idi” dedi. Önceleri köylerinde ilkokulun olmadığını, sonradan açıldığını, kızkardeşleri dahil bütün kardeşlerinin ilk okula gittiklerini söyledi ve durdu. Belliydi ki yaşamının çocukluk bölümünü birkaç kelimeyle anlatıp bitirmek istiyordu. Ben ise sinekten yağ çıkarma misali, sabırlı ve her şeyi öğrenerek ilerlemek istiyordum.

Arabasıyla genişçe  bahçesinin içine girdik, üzüm, incir topladık, suda yıkayıp yedik. Bana köyü hakkında malumat vermeye devam ediyordu. Gerçekten manzara görkemliydi. Kuzey Kurdistan  tarafında Metina Dağları baştan başa bir sıradağ olarak uzanıp gidiyordu. Karşısında ise  Gare Dağı ona el sallar gibiydi. Bu iki yüce dağ arasında ise çok sayıda köy ve yerleşim yeri sessiz , sakin bir yaşamı sürdürüyorlardı.

Gezimizden geri dönerken arabasını bir evin önünde durdurdu. “Aha bu da köyümüzün tek yaşlı Hristiyanı” diyerek arabadan indi. Ben de onu takip ettim. Bahçe kapısı açılınca, yaşlı bir kadın ile üzerinde geniş bir şalvar, aynı renkten geniş bir ceket giymiş  yaşlı adam oturuyorlardı. Bizi görünce kalktılar, tokalaşınca sandalyelere oturduk. Mam Ahmed ile tanışıyorlardı, çok eskiye dayanan bir dostlukları vardı.

Sıra bana geldiğinde ilk önce yaşlı adamın adını sordum. “Yako Şabe Tome” dedi. Doksan yaşındaydı. “Bu köye ne zaman yerleştiniz?” soruma, “Köyü kuran ilk aile biziz ve ben daha gençken buraya yerleştik” cevabını verdi.

“Nereden geldiniz ki?” dediğimde,”Hakkari taraflarından göç ettik” dedi.

Adam Asuri ırkına mensuptu. Ve “Sikrine” de bir zamanlar 62 aile Hristiyan Asuri yaşarmış, müslümanlar sonradan yerleşmiş köye.  Önceden kilise varmış, müslümanlar çoğalınca, bir Hristiyan fazladan olan evini müslümanlara vermiş, orayı cami yapmışlar.

“Aranızda  hiç kavga oldu mu, hatırlıyor musun?” diye sorduğumda, kafasını iki yana salladı: “Hayır, hiç olmadı” dedi. “Peki birbirinize kız verip aldınız mı?” soruma da “hayır “ cevabını verince, “kestiğin tavuğun veya koyunun etini köylüler yedi mi?” dediğimde, “yiyenler de yemeyenler de oldu” dedi.

Millattan önce altı yüzlü yıllarda Asur Banipal döneminde Ortadoğunun tümüne hakim, zamanın dünya devleti olan Asur ırkı, Ortadoğuda tükenmek üzereydi!

Bu kocaman köyde adeta numune olsun kabilinden iki yaşlı kalmıştı!  Yaşlı adam bana kendilerinin de eskiden aşiret şeklinde yaşadıklarını, Hakkari’den buraya göçtüklerinde  “Bazi”, “Tiyari”, “Ceyro” ve “Tıxubi” aşiretlerini bildiğini dile getirdi.

“Asurca bir kaç kelime öğret bana” dediğimde:

“Şimo modile?” dedi.

Hiçbir şey anlamadım. Kürtçe tercümesini istedim:
“Navé te çiye?” deyince “adın nedir?” dediğini anladım!

Devam edecek

 

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir Yorum

  1. Selim û Sait Çürükkaya
    Dû bira, dû mirovên qedibilind
    Xizmeta we nayê ji bîrkirin.
    Sait şehid ket,Selim di xizmetê da berdewam e.
    “Qedrê gulê çi zanit,kerbeş divêt kerê reş!”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu