Susmak Ölmektir- 41
PKK nin ve Öcalan'ın kurduğu sistemi gerçekten anlamak istiyorsanız bu makaleyi sabırla dinleyiniz.
Selim Çürükkaya / Sakine Cansız´ın kitabının eleştirisini yapmamdan ötürü pek çok okuyucu, tüm bu okuduklarından sonra, büyük ihtimalle şu haklı soruları soracaktır:
Sakine Cansız, Diyarbakır Zindanında Türk devletinin zulmüne boyun eğmedi de, neden Bekaa Vadisinde boyun eğsin ki?
Haydi orada boyun eğdi, Avrupa’ya döndüğünde neden sesini çıkarmadı?
Hamili Yıldırım, eşi Öcalan’ın emriyle öldürüldüğü halde neden “Diyarbakır Cezaevi´nde direnen ben değil, içimdeki Apoculuktu” dedi.
Ve neden şu anda İmralı adasında Abdullah Öcalan’ın yanındadır?
Örgütten kaçıp hayatını kurtaran binler, neden susuyorlar?
Örgütün dağılmasını istemedikleri için mi?
Örgütün halâ Kürt halkının mücadelesine hizmet ettiğine inandıkları için mi?
Örgüt dağılırsa Kürt halkı bir daha toparlanamaz görüşünde oldukları için mi?
Korktukları için mi?
İhanet damgasını yemeyi göze alamadıkları için mi?
Bir alternatif örgüt yaratamadıkları için mi?
Kürdistan’da başka bir alternatif bulamadıkları için mi?
Gözlerini kırpmadan ölüme gidenler, korkak bir adamdan neden bu kadar korkarlar?
Neden öleceklerini ve halkın hiçbir şeyi kazanmayacağını bile bile, binlerce genç hendeklerin arkasına geçip ölebiliyor?
Öcalan İmralı Adasına dönünce, açıkça “Türk devletine hizmet etmeye hazırım” demesine rağmen, neden doğum yıldönümünde O´nun köyüne gidenler, köyün toprağını “kutsaldır” diye kameraların önünde yiyorlar?
Ve Öcalan Türk devletinin bütün resmi tezlerini savunmasına rağmen, kızlarını, oğullarını, ağabeylerini, kız kardeşlerini, amcalarını, teyzelerini Türk devletine karşı savaşta kaybedenler neden “Be Serok jiyan nabe!” (Abdullah Öcalan´sız yaşam olmaz) diye slogan atarlar?
Bütün bu sorulara yanıt verebilmem için Abdullah Öcalan’ın müritleri üzerinde kurduğu toplumsal düzeni anlatmam lâzım.
Bu düzen tahlil edilmeden, onun müritleri üzerinde bu kadar etkin olmasının nedenleri kavranmadan, bu sorulara yanıt verilemez!
1) Kürdistan davası:
Her fanatik organizasyonun “kutsal” bir davası vardır.
Kutsal’ın başladığı yerde mantık ve düşünce biter, inanma devreye girer.
Örneğin dini bütün Müslüman, bir ağaç kütüğünün Hz. Muhammed ile konuştuğuna inanır.
Müzeye konulan bu ağaç kütüğünün bu gün neden konuşmadığını aklından bile geçiremez!
Stalin’e iman eden, ünlü Moskova duruşmalarının (1) Başsavcısı Andrey Yanuaryevich Vyshinskiy, Sovyet devrimini yapan kadroların tümünü idama gönderirken, onların Emperyalizmin ajanları olmadıkları gerçeğine değil, Stalin’in emrine inanıyordu.
Anlatmak istediğim bir organizasyonda, toplumda ve de insanda hakim olan şey düşünce ve bilme değil de, inanma ise; İnanma, insanı, doğru veya yanlışı fark etmeksizin bildiklerini tekrarlayan bir robota çevirir…
Bilme ise; doğru ile yanlışı bildiği bir düşünce sahibi yapar. İnanmanın ön planda olduğu birkaç organizasyona göz atarsak:
* Örneğin EL Kaide olarak bildiğimiz örgütün kutsal davası, Allah´ın hükmü olan Şeriat’ı yeryüzüne hakim kılmaktır. Onlara göre her Müslüman bir mücahit ve bu kutsal amacı gerçekleştirmek için savaşmaya hazır olmalıdır. Ve kâfirlere karşı savaşta yaşamını yitirirse, öbür dünyada Allah onu cennetle mükâfatlandırır. Bu inançtan dolayı dünyamız şu anda bir çeşit üçüncü dünya savaşı içine girmiştir.
* Alamut Kalesi (kartalın öğretisi, ‘Aluh Amut’) sahibi Hasan El Sabah, 4 Eylül 1090 tarihinde tarikatını kurmuştu. Müritlerine “Cennetin anahtarlarını Allah bana vermiştir” demiş ve onları buna inandırmıştı. Cennet’e gidebilmeleri, Hasan El Sabah’ın emirlerine tam uymalarıyla mümkündü. Ve buna öylesine inandılar ki, saldıkları dehşetten dolayı aradan 900 yıl geçmesine rağmen hala konuşuluyorlar!
* Halkın Tapınağı tarikatının kurucusu Jones, nükleer bir savaşın kopacağına ve dünyadaki her şeyin yok olacağına kendi müritlerini inandırmıştı. Ona ve müritlerine göre, kendileri toplu halde ölecek ve nükleer savaştan sonra hep birlikte dirilecek, halkın tapınağı tarikatı yeni dünyayı yönetecekti. 18 Kasım 1978 günü Guyana toprakları üzerinde kurulmuş Jonestown kasabasında yaşayan People’s Temple (Halkın Tapınağı) Tarikatına mensup 900’den fazla kişi, tarikat liderleri Jim Jones (James Warren Jones)’un vaazı üzerine siyanür içerek intihar etti.
* Bir Yahudi tüccarın gayrimeşru çocuğu olan Adolf Hitler’in (2) kutsal davası, Alman ırkının bütün dünyaya egemen olmasıydı. Ona göre Almanlar yabancılarla evlendiği için ırkları bozulmuş. Bozulmuş olan bu ırk, başkalarına boyun eğmişti. Çözüm olarak, has Almanlar birbiriyle evlendirilerek üstün bir Alman ırkı yaratılacak ve bu ırk dünyayı yönetecekti. 6 milyon Yahudi olmak üzere 17 milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldu. Kafasına kurşun sıkarak kendini öldürdü, cesedi Sovyet askerlerinin eline geçmemesi için üzerine benzin dökülerek yakılmak suretiyle yok edildi.
• Pol Pot Kamboçya’da devrim yaptı. Kendisi Kamboçyadaki Khmerler’in lideriydi.
Khmer kültürünün kaynağı Hindistandır. Ama Kamboçya’da Vietnamlılar da yaşardı. Onların kültürlerinin kaynağı ise Çin idi. Her iki halkın kültürü farklıydı. Pol Pot´un örgütü Kızıl Khmerler köylüydü; şehirlilerin düşmanıydı, yabancıların düşmanıydı, Khmer olmayan herkesin düşmanlarıydı. Onlara göre Khmer olmayan her topluluk ya “şeytani grup”, ya “komplocu”, ya da “sabotör” dü.
Bunları ortadan kaldırmak devrimin kutsal göreviydi.
“Yalnız bunlar değil, çağdaş ve yabancı ilişki belirtisi taşıyan her şey kurban edilme nedeniydi. Gözlük, kol saati, tükenmez kalem, yabancı bir deyim ya da sözcük kullanmak, yumuşak eller, mücevher, kadınlarda uzun saç gibi özellikler bir insanın gerçek Khmer olmadığına işaretti.”(3)
Yok edilen yüz binlerce kurbanın suçu “Kamboçyalı bedende Vietnamlı beyin taşımaktı.”
Pol Pot döneminde, yani sadece 3 yıl 8 ay içinde, ülke nüfusunun yaklaşık yarısı, 3 milyon kişi katledildi.
Öldürülenlerin sayısı o kadar çoktu ki onları mermilerle öldürmek fazla masrafa mal olacağından dolayı, insanlar maliyetsiz bir şekilde bıçaklarla, ya da dövülerek öldürüldü.
Pol Pot’a göre “aslında insanlar doğuştan eşit ve iyilerdi, onları bozan ise yozlaşmış bir toplumda yaşamaktı. Para, din, teknoloji, piyasa ekonomisi, iş bölümü, toplumu yozlaştıran unsurlardı. Ancak bunların yok edilmesiyle yeni bir toplum yaratılabilirdi. Buna inanıyordu ve bunun için Ülkedeki üniversiteler, okullar, postaneler, fabrikalar, gazeteler, dergiler, bankalar gibi kurumların hepsi kapatıldı, tahrip edildi. Yeni kurulan düzende paraya ihtiyaç yoktu ve para yürürlükten kaldırıldı. Merkez bankası ve tüm bankalar kapatıldı. Dış dünya ile bağlantıyı kesen Pol Pot parası ve eğitimi olan herkese düşmandı. Entelektüel olduğu düşünülen herkes öldürüldü. Devlet kurumlarında çalışan asker, bürokrat, diplomat, doktor, profesör, bilim adamı, din adamı, gazeteci, yazar kısaca eli kalem tutan okuma yazması olan ağır işkencelerden geçirildi ve katledildi. ‘Burjuva medeniyetini’ yok etmek iddiasındaki bu rejim pek çok kişiyi gözlük kullandığı yada yabancı dil bildiği gerekçesiyle suçlayarak öldürdü. Toplumun geleneksel değerlerini tahrip eden Pol Pot rejimi aileyi ve Budist inançları ortadan kaldırmaya çalıştı. Aile fertleri birbirinden koparılarak herkes pirinç tarlalarında çalışmaya zorlandı. Çocuklar kolektiflere emanet edildi. Toplanan çocuklar beyinlerinin yıkanması ile rejime sadık askeri güç haline getiriliyordu. Eskiye dair her şeyi imha eden Pol Pot hayata dair her şeyi sıfırdan başlatmayı planlıyordu.” Rejimi yıkıldığında, kendisi de geberip gittiğinde, Kamboçyalılar bin yıl sonra unutamayacakları bir kabusun sahibi oldular.” (4)
Josef Stalin’ nin kutsal davası ise sosyalizmi bütün dünyaya hakim kılmaktı.
“Onun bu yolda katlettiği insan sayısı kimine göre 20, kimine göre ise 40 Milyondur.Öldürülenler sadece sosyalizmin düşmanları değildir.
”Stalin kendine yakın olanları öldürttüğü gibi, düşman gördüklerini, ya da gelecekte düşman olabileceklerden korktuğu kişileri de öldürttü.
Sadece 1930’ların sonunda Stalin Genelkurmay başkanını, ordunun politik başkomiserini, tüm önemli askeri bölgelerin başkomutanlarını, Sovyet elçilerinin yüzde 99’unu, 17. Parti merkez Komitesi’nin 139 üyesinden 98’ini ve sonunda bütün bu cinayetlerden sorumlu olan gizli servisin iki başkanını öldürttü.’(5)
PKK’nin Kutsal davası da Kürdistan davasıdır.
Kürtler bunun için gidip PKK ya katılmıştır.
Katıldıktan sonra kendilerini bambaşka bir organizasyonun içinde bulmuşlardır.
Bu organizasyonu birkaç başlık altında kısaca izah edersem:
1) Gelirlerin denetimi veya Komun:
PKK kurulmadan önce, yani Kürdistan devrimcileri grubu aşamasında iken; grubun üyeleri komun hayatı yaşıyorlardı. Çoğunluğu yoksul olan bu elemanların kıt bütçeleri vardı ve ortaktı, yani eşyaları, evleri paraları ortaktı. Cezaevlerine düşen PKK üye ve taraftarları oralarda da komunler kurdular. Her cezaevinde bir komun yönetimi vardı, dışarıdan ailelerin getirdiği paralar ve giyecekler komun yönetimine teslim edilir, komun yönetimi de bununla komun üyelerini besler ve giyindirirdi. Dışarıda Abdullah Öcalan PKK içinde tek başına iktidarı ele geçirince, PKK nın bütün gelirlerine, paralarına ve servetine de sahip oldu. Artık partiye katılmaya gelen herkesin parası, malı mülkü partiye teslim edilirdi. Dünyadaki bütün gelirlerden tek sorumlu Abdullah Öcalan’dı. Zaten parti demek Öcalan demekti. Paraları ve geliri sadece o denetlerdi. Bunun karşılığında ise Öcalan tarafından müritler beslenir, giydirilir ve diğer zorunlu ihtiyaçları karşılanırdı. Hiç kimsenin özel parası olamazdı. Bu durum, zorunlu bir bağımlılık yaratıyordu.
2) Aile bağlarının zayıflatılması veya yok edilmesi:
PKK daha Kurdistan devrimcileri, yani grup aşamasındayken, üyeler için evlilik yasak değildi, grubun kurucularından evli ve nişanlı olanlar bir hayli fazla idi, sevmek ve aşık olmak suç sayılmazdı. Abdullah Öcalan’ın kendisi, Haydar Kaytan, Mehmet Karasungur, Hamili Yıldırım, Mehmet Can Yüce, ve daha pek çok kurucu üye evliydi. Abdullah Öcalan Parti içinde tek adam olunca, evliliği yasakladı. Ve evlilik alçaklıktır diyerek, evlilikleri yererek bozdu, evli olan bütün müritlerini boşadı. Müritlerine “siz kölesiniz, kölelerin evlenme hakkı yoktur, sevmek suçtur” diyerek her kesin kendisini sevmesini, Tanrı’nın bir buyruğu gibi dayattı. Bunu kabul etmeyen herkesi öldürttü. “Tek sevgi odağı ben olmalıyım” sözünü sık sık tekrarladı.
3) Mürit haline getirdiği kişilerin aile bağlarını tamamen kopardı:
Dağa gerilla olmak için çıkan veya Bekaa vadisine giden hiç kimse artık ailesi ile haberleşemezdi. Aile onun dilinde “ajan bir kurum” du. Ailecilik yargılanmayı gerektiren bir suçtu. Bu durum müridi devşirme (6) veya Mankut (7) haline getirdi.
4) Politik bir sınıf sistemi kurdu:
Abdullah Öcalan başta politik bir parti gibi şekillenmek istenen PKK yi Şam’da bir tarikat gibi şekillendirdi. Tarikat içindeki iktidar bir piramit gibiydi. İktidarın en tepesinde Abdullah Öcalan vardı. Onun altında merkez komitesi / başkanlık konseyi, bunların altında silahlı muhafızlar, en alttaysa sıradan insanlar bulunurdu. Tüm iktidar Öcalan’a koşulsuz bağlı olmayı kabul eden birinci halkanın elindedir.( 5)
(5) Parti’nin veya bütün müritlerin denetlenmesi:
PKK’ ye katılmak, çok kolaydır, ayrılmak ise imkansız gibidir. Fransızların ünlü filozofu Sartre, bu kategorideki örgütler için: “insanlar bu tip örgütlere ayaklarıyla gider katılırlar, tabutlarıyla çıkarlar” der. PKK den ayrılmak diye bir terim yoktur. Kaçmak vardır. Kaçmak hem suçtur, hem de ihanetle eş değerdir. Ayrılmak istediği için sayısını bilmediğim kadar militan öldürülmüştür. Ayrılan ve kaçan militanlar tarikat / parti içinde öylesine yerilir, öylesine kötülenirler ki, müridin dilende onların adı, “unsur” “provokatör,” “ajan”, “kaçkın”, “iblis” veya “düşkün”dür.
6) Sözlü ifadenin denetimi:
Öcalan’ın kurduğu tarikatvari, mafyavari sistemi eleştirmek yasaktır. Eleştirinin karşılığı ölümdür. Nitekim bu güne kadar tarikat içinde hiçbir mürit, tek bir kelimeyle bile olsa Abdullah Öcalan’ı eleştirememiştir. Parti veya tarikat içinde eleştiri özeleştiri mekanizması vardır. Bu mekanizma müritlerin Öcalan’a boyun eğmeleri için fili kazığa bağlayan bir ip gibi kullanılır. Yalınızca Öcalan eleştiriden muaftır. Zira onun hatta işlediğine kimse asla inanmaz. İnanan inançsız olur ve yaşaması riske girer. Onu, hatasız kabul etmek ve öyle inanmak partili olmanın amentüsüdür. Öcalan’ın Partinin veya tarikatın içinde casus ve muhbir ağı vardır, hatta herkes herkesin casusudur ve her militan / mürit, yanındakinin durumunu, farklı fikirli kişileri Abdullah Öcalan’a rapor etmek zorundadır.
(7) Öğrenmeyi denetleme:
1986’ dan sonra Öcalan tarikatına / partisine katılanların dışardan bilgi almaları yasaklandı. Şöyle ki; televizyon ve radyo dinleme, gazete okuma koşullar gereği zordu. Yozluğu geliştirir, düşman televizyonu, gazetesi veya radyosudur propagandasıyla müritleri için bu pencereler kapatıldı. Sadece örgütün televizyon, radyo ve gazeteleri doğruyu söyler denilerek, kitle ve militanlar diktatörlüğün resmi yalanlarına mahkum edildi. Öcalan’ın kitapları dışında roman veya kitap okuma suç sayıldı. Bütün bunların yerine Abdullah Öcalan’ın “eğitim çalışması” olarak adlandırdığı,onun kitaplarının okutulduğu “dersler” konuldu. Derslerde sadece Abdullah Öcalan’ın yaptığı konuşmalar anlatıldı. Bu dersler bütün alanlarda çok sistemli olarak günde yedi veya sekiz saat sürdü. Öcalan bu yöntemle müridin dışarıdan bilgi almasını engelledi, müridin ne bilmesi gerektiğini kendisi belirledi ve verdi.
8) Duygusal denetim:
Abdullah Öcalan tarikatın müritleri için, koyduğu kuralları çiğneyenleri yargılamak amacıyla mahkemeler kurdurttu. Direkt kendisine bağlı emirle çalışan bu mahkemeler, hukuk bilgisi olmayan silahlı kişilerden oluşurdu. Ve bu mahkemeler, propaganda ile galeyana getirilmiş yüzlerce müridi jüri olarak kabul ediyordu, en basit “suç” işleyenleri idam cezasına çarptırıyor, jüriye de onaylattırıyordu. İdam cezaları kurşuna dizilmek şeklinde infaz ediliyor ve kurbanlar ağaçlara bağlanırken, herkes seyir için çağrılıyordu. İzleyiciler kurbanları yuhalar, birazdan katil olacak olanlarla özdeşleşirdi. Ve otomatik silahlarla kurbanlar taranınca, fışkıran kanı zevkle seyredenler, sevinç çığlıkları atarlardı.
Öcalan, bütün bunları yaparken hiçbir zaman yalnız değildi, arkasında her zaman bir, bazen iki, bazen de dört sömürgeci devlet vardı.
Sakine Cansız yukarıda anlattığım dünyada “Hep kavgaydı yaşamım” kitabını yazdı.
Anlattığım bu dünya da susturuldu! Yukarda anlattığım dünyada önce siyasi olarak, ardından fiziki olarak yok edildi.
Hamili Yıldırım, izah ettiğim ortamdan dolayı, bir Mankurt’ a dönüşmüş olarak yaşıyor!
Mehmet Cahit Şener yukarda anlattığım dünyada katledildi.
İzah ettiğim ortamı büyük çoğunluk kavrayamadığı, kavrayan azınlık çoğunluktan korktuğu için dram sürüyor.
Son sözüm, Kürdistan halkı sömürgecilerin kendisine kurduğu bu tuzaktan kurtulmadığı müddetçe, asla sömürgecilerden kurtulmayacaktır olacaktır!
(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Moskova_Davalar%C4%B1
(2) Politik Paronoya, Robert S. Robins, Dr. Jerrold M. Post, Doğan Kitap, sayfa 304-305
(3) http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/256030/kambocyanin-kanli-tarihi-pol-pot-rejimi
(4) Politik Paronoya,Robert S. Robins, Dr. Jerrold M. Post, Doğan Kitap, sayfa 276
(5)Politik Paronoya,Robert S. Robins, Dr. Jerrold M. Post, Doğan Kitap, sayfa 297
(6) Devşirme: Osmanlı imparatorluğu döneminde işgal edilen ülkelerden çocuk yaşlarındaki erkekler toplanır, İstanbul’a getirilir, ailelerinden, geçmişlerinden, gelenek göreneklerinden, dillerinden koparılır başka bir kültürle yetiştirilirdi. Büyüdüklerinde geçmişlerini pek hatırlamazlardı.
- Eskiden Orta Asya veya Çin’de, savaşta esir düşen erkeklerin başındaki saçlar kazınır, başına ıslak deve derisi sarılır ve böylece elleri kolları bağlı olarak uzun süre Güneş altında bırakılır.Deve derisi kurudukça gerilir. Gerilen deri, başı mengene gibi sıkar ve inanılmaz acılar vererek aklını yitirmesine neden olur. Böyle bir kişi geçmişini unutur, yıllar sonra annesi,, karısı, babası ile karşılaşsa onları tanımaz, sahibinin kullanacağı bir köle olur.
Not: Bu makale ‘Politik Paronoya’ adlı kitap referans alınarak yazılmıştır.
BİTTİ