KitapRoman

‘DR. SAİD’İ OKUDUM

İlhami Sertkaya / Nihayet geç de olsa, Selim Çürükkaya’nın yazdığı biyografik romanı okudum.  Romanda yerine göre adı geçen ve kendisini üçüncü tekil şahısın yerine koyan ‘Selim’i bilmeyen okuyucular olsa, mutlaka ‘ kaybettiği dağların anahtarını bulmaya koyulurcasına kafa, beden yoran Selim’i merak ediyor olmalılar.

Gerçekten kitabın adı ile bütünleşmiş anlamın simgesi olmuş bir kahramanın iznini titizlikle sürmekte olduğu anlaşılıyor. Kitabın hemen ilk başlangıcında önemli bir detay dikkatimi çekti; Almanya’daki bahçesinde gelen bir telefon ile kahramanın izini sürme startı, Dr. Said’i bir haber mahiyetinde yazıp vefatıyla noktalaması.

Romanlarda giriş, gelişme sonuç kalıpları, süreçleri içinde düşünüldüğünde, kahraman(lar)ın akıbet(ler)i de genelde sona doğru belirtiliyor.

 İlk başlangıçta Said’in ölüm haberiyle başlayan bölüm bitince, ‘artık ne anlatacak?’ diye insanın içinden geçebilir!

 İşte tam bu noktada,  ‘durun daha başlamadım’ dercesine geniş bir açılımla, okuyucuyu tarihe yolculuğa çıkarıyor. Dr. Said’i yaratan şartlar, coğrafya, doğa ve doğallıkları, bir tarih eleğinden geçirerek işliyor.

Fakat ben o ilk başlangıçta öğretici olan Ziva’nın bir cümlelik söylemini belirtmeden geçemem. Ziva bir beyazlığa sarılmış Said’in   naaşına yaklaşıyor ve kitapta dinleyelim: “Ziva, ağlamaklı bir ses tonuyla ‘ölmek kolay yaşamak zor demiştin, sen neden kolayı seçtin?’ diyerek hüngür hüngür ağladı” (sy.23) 

 Bu, ancak kabullenmekten zorlanan çok renkli, çok yönlü, kendisinde çok değerler yaşatan taşıyan bir ‘çekim merkezi’ olabilmiş, tarihe mal olacak kişilerin yokluğuna, vefatına olan isyanın isyancı yansımasıdır. Devamında, çeşitli ölüm şekillerin olduğunu, sonuçta bütün ölümler ‘aynı’ olsa da anlamları, amaçları bakımından ‘aynı‘ olmadığının gerçeğini detaylardan çıkarıp okuyucuya adeta tekrar belirtiyor.

Bu kısa, öz girişten sonra, (benim de memleketim olan) Bingöl’ün birinci dünya savaşı yıllarından başlayıp yoğun bir tarihi anlatıma geçiyor. Zaten kaderine müdahale edilmiş bir halkın tarihine eklenen yeni Rus işgali, tam da Bingöl’ün Karlıova, Kığı, Karêr bölgelerine kadar yayılan savaşın yarattığı ortamın acımasız kayıpları, kargaşaları betimleniyor.

Yabancısı olmadığım coğrafyayı, şekilleriyle isimlendirerek anlatan yazar, böyle acımasız ortamlarda başlayan ‘zamansız zamanları’,  göç hareketliliklerini, gece vakitlerinin değişik manzaralarını, bilinir bilinmez patikaları, orman ve yaprak kokularını, binek hayvanları, yarım kalmış aşkları, biten gidişleri akıcı bir üslupla anlatıp savaşlarıyla birlikte çökmüş çar ve Osmanlı hanedanlıklarından kalan enkaz zamanlara konuyu getirip yeni bir dönemin başlangıcını aralıyor.

 (Burada bir parantez açmadan geçemeyeceğim; devleti olan haklarda, uluslarda, savaş bitince, kendi özgür gerçekliğinin temelinde inşasını, gelişimini tamamlamaya, yarasını sarmaya koyulurken, bizim gibi devleti olmayan ulusun gerçekliğini yok etme süreci şeklinde devam ediyor.

Rus Osmanlı savaşında, Rus işgaline karşı verilen savaşı öven kimi Kürd aydınlarına! Şu acı gerçeği belirtmeliyim; boşa dalkavuklaşmayın, özgürlüğümüzü asıl gasp edenin Osmanlı, sonrasından da TC olduğunu her gün yaşıyorsunuz. Sömürgecilerininiz bile içten içe sizin halinize gülümsemektedirler. İçimde hep geçen ve cevabının gerçekliğine inandığım sorumu bu kez sesli sorayım ortalığa; Çarlık Rusya’sı Kürdistan’ı işgal etseydi, şimdi biz bu halde olmaz, kendi yönetimimiz mutlaka kurulmuştu. Nitekim artık sömürge saçmalıkları, daha da saçma olan bir halkın dilini kültürünü tarihini edebiyatını kimliğini yasaklayan, bu değerlerin resmileşme, özgürleşme hakkını kabul etmeme çağdışı mantık, ancak Farslarda, Araplarda, Türklerde kalmıştır. Biz de ne tuhaf ki koca dünyada bu ‘üçlünün’ egemenliği altında olan bir coğrafya ve ulusuz. Hala çekeceğimiz var).

Yazar, bizi Rus- Osmanlı savaşından sonraki uzun sürmeyen ‘sükûnet dönemine’ götürüyor.  Başkaları için savaşın da, Kürdler için bir ‘fiziki kayıp-imha’ olurken, sükûnet dönemlerinde ise ‘kültürel imha’ dönemi oluyor. On yıl kadar bir zaman sonra Şeyh Said ile simgeleşmiş ulusal özgürlük savaşı başlıyor. Çok sancılı sıkıntılı ortamda, bazı sosyal ilişkileri, kahramanlıkları, ihaneti ile, uzun yolculuklarıyla, sıkça kullanılan ‘bın xet’ kavramı, dağ ile birlikte yenilgi zamanında , adeta bütünleşiyor.

 Yenilgi sonrasının kahredici ortamında yozlaşmanın kültürel yıkımın başlaması, bir sarhoş dana gibi ortalığın kendisine kaldığının hissiyle, Türk devletinin tepeden tırnağa her alanda şımarıklığı bütün hızıyla sürdüğünü kitapta rahatlıkla okuyoruz. 

Türkçe bilmeyen, askere alınan hemen her kürdün, karşılaştığı aşağılık davranışları adeta içselleştiriliyor. ‘Oğlum, evladım, rahat hazır ol, Türküm doğruyum, hayvan herif, eşek, yala tozları, öp botları,’ gibi Türk askeri komutanlarının sıkça kullandıkları kavramlarla, istenildiği zaman istenilen şekilde askere alınan kürde vurulan dayaklar…

Yazar bu konuda komşularından, çevresinde yaşayanlardan işittiklerini anlatırken, anlatımı sıklaştırıp boğuntuya getirmeden, asalak, külüstür Türk bürokratlarının görgüsüz halellerinide, uğradığı rastlantılarda belirtiyor. 

Yazar, yoğun asimilasyon döneminde, Selim’in köylerinde yaptırılmış, ilk okula başladığı 60lı yıllara getürüyor bizi. Yaratılan sahte heyecanların ortasında, siyah önlük beyaz yaka ile, sınıfta, bitişiğinde oturan arkadaşı Aziz Kaya ile, bütün bu okul, öğretmen, sınıf çabalarının amaçlarından habersiz iki çocuğun masumluğuyla fısıldaşıyorlar. Arkadaşı Selim’e öğretmen için böyle fısıldıyor:
-Bizim dilimizden konuşsun, onun dilini anlamıyoruz?
Selim;
-Herhalde Zaza’ca bilmiyor
Arkadaşı;
-Eee! Nasıl öğretmen olmuş?  (syf.137)
Kendi anadilini bilmeyen, başka bir dilde eğitim veren birini, ‘öğretmen olabileceğine’ doğal olarak aklı ermeyen çocuk, bu acı gerçeğin sadece sömürge bile kabul edilmeyen kendi ülkesinden olabileceğini, kendisi gibi milyonlarca olan çocuklar gibi bilmeden büyüyecekti. Ancak, Kürdistan’da asimile memurları olan Türk öğretmenlerinin amaçlarının elbette ‘ilim-bilim’ olmadığını gelecek yıllar içinde yükselen ‘ulusal bilinç’ ile öğreneceklerdi. Bu ‘delikanlılık’ yıllarında, özellikle Selim , sorgulayıcı, duyarlı olduğu için erkende politikleşiyor.

Köyden başlayan bu bilinç kımıltısı, yöresindeki geçmiş başkaldırıları daha da merakla araştırıyor, kitaplar okuyor, Bingöl kahvelerinde, derneklerde, sokaklarda köylerde tartışmalara katılıyor. O, artık, kaybolmuş aşkını arayan, durdurulmaz, anlamlı sorularla yüklü bir sevdalı gibidir.

Ulusal bilincin 1970 li yılların ortalarında doruğa çıktığı dönem, ‘yorgun teorilerin’ artık ihtiyaç duydukları pratik, kendisini döneme, ortama, topluma dayatmıştır.

 Terse dönmüş tarih, üzerinde çullanmış yalanlardan, kirliklerden kurtulup doğrulmak görevini, bu dönemin pratisyenlerine emretmiştir. Binler gibi Selim de startı verilen pratik esaslı bu dönemi, Diyarbakır zindanlarında karşılamıştır.

Eşi Aysel ve yüzlerce insanla acımasızlıklar yaşayan Selim’in ilk sıralar görüşüne, ailesi, kardeşleri gelirlerdi. Bunlardan biri de kardeşi Hasan’dır. Hasan, bildiklerini abisi Selimle, daha da somutlaştırır, kabına sığmaz bir canlılıkla yoğunlaşmış, umut ışığına dönmüş gerillaya katılır.

 Kısa sürede (zaten Türk devletinde yaptığı askerlikteki tecrübelerini de değerlendirerek) bir gerilla komutan olur. Hasan’ın belirgin özelliklerinden biri, düşmanla iş birliği yapan koruculara karşı yaklaşımıdır. O,  bu toplumda, zayıf karakterli insanları kullanarak iş birliğine alıp, direnen insanlar ile birbirine kırdırmak amaçlı düşman politikasını iyi bildiği için, bu psikolojik durumun analizini yapmış, ‘biribirini kırmak’ yerine, bu zemini yaratan, sebep olan düşmana yönelmeyi esas alıyor,  birliğindeki gerillalara dinletiler yapıyor, tecrübesini paylaşıyor.

Bu konu ile ilgili (kendi sömürge toplumunun genel psikolojik yapısını) yaşadığı bir anısı ile belirtiyor. Bindiği bir trende, sekiz kişinin oturabileceği banklara, bir arkadaşıyla karşılıklı uzanmış, arkadaşıyla Türkçe konuşuyorlarmış. O sırada oturmak için kompartımanın kapısına gelen orta yaşlı adam, öylece ayakta duruyormuş. Aradan hayli zaman geçmiş, iki arkadaş bu kez Zaza’ca konuşmaya başlayınca, orta yaşlı adamın o an dili açılmış gibi, bağırmış onlara. Hasan, adamı oturması için yanına çağırmış, adam oturunca Hasan:
-Dayı, biz kendi aramızda Türkçe konuşunca sesin çıkmadı, Zaza’ca konuşunca neden horozlandın?
Adam;
– ‘Ben zannettim ki siz devletin adamlarısınız, nerden bileyim ki bizdensin?’ Dedi.
Hasan:
-Ben efendinin dilini konuşunca sen beni efendi sandın, korktun, kapıda ayakta bekledin, ayaklarını çekin, ben de oturayım diyemedin. Ama Zaza’ca konuşunca, bizim de köle olduğumuzu anladın ve üzerimize bağırdın
Adam:
-Valla doğru söylüyorsun’ dedi.
  (syf.243)
Selim’in Hasan ve Ömer ismindeki kardeşleri değişik aralıklarla şehid oluyorlar. Şeyh Said ve Dersim hareketinden yaklaşık altmış yıl sonra, ilk kez ‘yöresel’ dezavantajını aşıp, hemen bütün kuzey kürd coğrafyasını kapsayan avantajlı ve olması gereken genişlikte yoğun bir savaş sürüyor.

 Dr. Said’in yaşı, gelişimi, birikimi, iradesi, bu şartlarda belirleniyor. Kitapta yazarın anlatımlarında, Said’ in çocukluktan beri , diğer kardeşlerinden bazı farklı özellikleri olduğu anlaşılıyor. Pratik savaşçı yönü, araçların tekniklerine olan hevesi, askeri eğitimi ile bütünleşince, ‘maya’ sındaki  güçlü iradesiyle, onu kısa sürede bir gerilla komutanı etmiştir.

 Said, artık Kürdistan dağlarındadır. Romanın okuyucuyu Dr. Said ile karşılaştırdığı sayfalara getirilince, anlatılanların Said ile birlikte daha anlaşılır olduğu nettir.

Tanımayan, görmeyen okur için , Dr. Said karekteri rahatlıkla ‘hafıza aynasında’ görülüyor. O orta boy, dolgun, yüzünde gülümsemeleri, gülüşleri unutulmuş gibi asılı kalan sima , yazarın anlatımına taşınarak, bizleri gecelere, dağlara bin bir çeşit coğrafik şekillere, köylere, sığınaklara götürmektedir. Said, gittiği her yörede, küllenmeye yüz tutmuş, bastırılmış, bilinçlice unutturulmak istenen geçmişi de adeta ‘kazıyor, mesela yaşlı bir adamda, az çok işitmiş olsa da Şeyh Said hareketinin simgeleşmiş kahramanlarından ‘Yib Mehun’un kahramanlık öyküsünü detaylıca öğreniyor. Hacı Sıddık’tan yeni ve ilginç tarihi olaylar dinliyor.

(Parantez açmalıyım; Hacı Sıdıkk’ın da dediği gibi: ‘bizim tarihimiz yazılmadığından, bizler yaz(a)madığımızdan, inkarcılar unutturmak için başka yalanlar yazdılar’. Çok doğru! O kadar ki; ulusal bilince ulaşmakta olan bizim kuşak da, geçmiş kurtuluş hareketlerinin derslerle dolu detaylarını, simgeleşmiş kahramanlarını bilmek yerine, uzak diyarların tarihini öğrenmeyi esas aldılar genelde.

 Kaç kişi bizim ‘ Yib Mehun’ larımızı bilir? Kendim de bu roman ve elbet Dr Said’in sayesinde öğrendiğim ‘Sar’ hanımı kaç kişi bilir?

 Gerilla hareketi, aynı zamanda unutturulmak istenen geçmişin anlamlı detaylarını canlandırma hareketidir de. ‘Yib Mehun’un mezarı ziyaretgah olmalı, “Sar’ın kendisini götüren askerlerin elinde Murat suyuna atığı noktaya anıt nişanı dikilmeli)

Romanın bir yerinde Hacı sıddık, Dr. Said ve arkadaşlarına şöyle diyor;
-“Şu anda oturduğumuz bu evi görüyor musunuz?(….. )Bundan altmış yedi yıl önce,Şeyh Said efendi kıyamı döneminde, Palu Elazığ cephe komutanı rahmetli Şeyh Şerif bu odaya gelmiş ve burada bir toplantı yapmıştı” ( syf. 277)

Ve sonra ninesi Sar’ı anlatıyor. Dr.Said, öğrendiği, savaşın detayları gibi, teknik ve tarihi detayları birliğindeki gerillalarla paylaşmayı ihmal etmemesi önemli bir özelliktir. ‘Sar’ın duruşundan etkilenen bir bayan gerilla, bundan böyle lakabının ‘ Sar’ olmasını istiyor ve artık ‘Sar’ dır. Tarihi bilince, şehitlere, simgeleşmiş kahramanlara karşı hassas olan Dr. Said, yapacakları tren eylemini ‘Yib Mehun’ ve ‘Sar’a adamaya karar veriyor. Eylem anında;
“Roket atarlarını vagona doğrulttu;
-Bu, Suda yitip giden Sar için;
Vagonun isabet aldığını görünce;
-Bu da Yib Mehun için ‘ dedi Dr. Süleyman”
( Said syf 288)

Tarihi kesitleri, güçlü doğa tasvirleriyle ören yazar, bazen bir dağcı gruba rehberlik yapıyor gibi, karşılaştıkları coğrafik şekillerin efsanelerini, önemli özelliklerini, tarihe mal olmuş simgesel olgularını anlatmaktadır.

Geçmiş ile şimdiki duruma bir ‘kıyaslama kavisi’ çizerek, izini sürdüğü Dr. Said’in güzergahını, yaşadıklarını anlatmaktadır. Çünkü Dr. Said, bir yöreye sığmayan, sınır dinlemeyen, mevziden mevziye koşan bir gerilla komutanıdır.

Bağrında kim bilir, kaç beden taşımış sessiz bir tarih şahidi gibi akan Murat nehrinin ötelerine bir rüzgar olup esmiş, kulp, Hani, Lice kırlarında geçitler tutmuş, düşmanı şaşırtan eylemlerden geçmiş, Zap vadisi, Gabar, Kandil dağlarındadır şimdi.

Her sürprize hazır durumların birinde karşılaştığı okul arkadaşı Gabar’ın da komutanıdır. Bir çatışmada kafasında kurşun yiyen Gabar, ilgili doktorların anlattıklarına göre, sağ kalsa da hafıza kaybı yaşayacakmış. İlk fırsatta Gabar’a ulaşan Said, üzüntüsünü yüzünün sempatik, gülümser perdesiyle gizleyerek, kısa, öz, esprili, moral verici diyaloğa geçer arkadaşıyla;
-“Gabar, Bingöl’de senin Hatice isminde sevdiğin bir kız arkadaşın vardı, hatırlıyor musun?” Gabar ‘evet’ deyince ‘o zaman senin hiç bir şeyin yoktur’ demişti “ ( syf. 349)

Çetin bir savaş, yoğun bir gerilla hareketi dönemidir. Birçok badireleri atlatan Dr. Said, büyük bir kuşatmayı, mantığın almadığı bir şekilde boşa çıkardığı Sason dağlarındadır. Kuşatmayı yarma, boşa çıkarma konusunu komutan arkadaşlarıyla konuşunca, kendi görüşünü, planını belirtirken, arkadaşları da ‘mantık almadığı için’ karşı çıkarken, detayları anlatan Said, şu şaşırtıcı, anlamlı cevabı belirtiyor:  (…)”Biz ise mantıkın kabul etmediği şeyi yaparak onları yanıltacağız, kendimizi kurtaracağız’  (syf. 391)

Gerçekten ilginç, şaşırtıcı bir sonuçla, kuşatmayı boşa çıkartıyor. Yörede ‘Sason ve ters lale’ efsanesini insanlardan dinliyor, Ermeni Kürd ilişkisini , Antranik Paşa, Eliyê Yunus İsyanını detaylıca öğreniyor.

Romanın ilk giriş kısmında Dr. Said’in naaşına yaklaşıp belirtiğimiz o anlamlı söyleminden başka bilgimizin olmadığı Ziva, ile romanın ileriki sayfalarında karşılaşıyoruz ( syf. 417-418) İntihar eylemi için gerillaya ulaşan, komutan Dr. Said ile karşılaşan Ziva ile arasında şu diyalog geçiyor;

Doktor ‘-Şimdi sen ölmek mi istiyorsun? Diyerek ilk sorusunu sormuştu. “evet.’ Cevabını almış ve devam etmişti’.. Yani Ziva’yı ‘ kolay olan ölümden ‘ vaz geçiriyor.

Gerillanın savaşa endeksli olma durumu, dahası; hareketin kaderini belirleyen gelişmeleri ( geç de olsa) öğrenmeleri, elbet ( olumluda, olumsuzda olsa) etkilemektedir. Çokları gibi Dr. Said’ de, içinde komutanlık yaptığı hareketinde, daha önce bazı tuhaf gelişmeleri ile başlayan kırılmanın ayak seslerini duymuş, yazık ki; şimdi de ‘tarihi kırılmanın’ kendisini görüyor, izliyordu.

Kaderi bir kişinin dudakları arasında çıkan sözlere kalmış ( ya da bırakılmış) bir gerilla hareketi gerçeği, ajitasyonlarla, koca hareketin bütün ‘canfeda’ gelişmelerini, yanlış bilgilerle, spekülasyonlarla, tek kişiye mal etme tuhaflığı ( savaşın hatırına, belki de çoklarının düşündükleri gibi, hareketin selameti hatırına, göz yumma, görmezden gelme kahırı çekilmiş, fakat) artık ‘tek kişi’ yani Öcalan Türk devletinin elinde esir; dahası, dünya alemin önünde Türk devletinden özür diliyor, hizmet etmek istiyor, İfadeleri, kısaca; lideri olduğu partisinin aleyhinde, Türk devletinin lehinedir.

İlgili her keste bir şaşkınlık yaratan bu durum, gerillada da ( elbette Dr. Said’ de de), şok etkisi yaratıyor. Önceleri kişi ( kendisini) tabulaştırmayı bilerek başlatan Öcalan, sonra bilmeden yıllarca propagandasını yaptıkları partililer, taraftarlar, artık oluşmuş bir tabudan kaynaklanan vahim krizi atlatmaktan doğal olarak zorlanıyorlardı.

Eğer bu ‘kişi tabulaştırması’ oluşturulmasaydı gerilla bu kadar zorlanmaz, şaşkınlıkta, çelişki durumda kalmazdı. Yeni, karmakarışık bir dönem başlıyor gerillada. Televizyon dinleyen, Öcalan’ı izleyen gerillalar birbirlerine suskunca bakıp, birinin bir ‘umut verici’! Açıklama yapmalarını bekliyorlar.

 Kafalar önde, şaşkınlıklar saklıdır yüzlerde. Kısaca, her alanda olduğu gibi, gerillada da, partinin bilinen siyasi içeriğinden boşaltma, savaşmak zorunda kalınan esas amacından saptırmak olan ‘İmrali tezlerini’ savunup yine Öcalan’ı ‘irademiz’ denilip bütün söylemlerini kabullenmek ya da ret etmek.. Dr. Said, ve bir hayli gerilla, bu yeni durumu , ‘parti ve uğruna savaşılan amacıyla zıt yönlü’ olduğu, parti gerçeğinin böyle olmadığını belirterek (ilk zamanlar tekrar düzeltilmesine, olmazsa) partiden ayrılmaya karar veriyorlar. Bu ‘düzeltme’ durumunda partiyi terse döndürülmesine karşı, fiziki müdahale de var. Bu yönelimde ‘gerilla kanı akıtılacak‘ gerekçesiyle vaz geçen Dr Said, meşakkatli bir yolculukla Güney Kürdistan’a ulaşıyor.

 Ardından bıraktığı görkemli geçmişten kopmamış; geçmişin görkemli anlamına ‘bilinmez derinlerde indirilen fay hattının kırılmasıyla’ oluşan enkazın tahribatlarıyla uğraşmak zorunda kalmış. Bu kez karışık puzle taşlarını yerlerine koyması gibi, yeni‘gerekliliklerle’ dolu bir sivil hayatın içindedir.

 Hareketlidir. Arkadaşlarını, kaybolan ilişkileri arayıp bulmaya uğraştığı bir süreçte, tesadüf bir durumla, canından bir parça olan ve hala göremediği kızını buluyor. Bir yandan kamuoyunu gelişmelerden bilgilendirmek, kayıp- tutuklu arkadaşlarına ulaşmak- kurtarmak için çaba sarf ederken, bir yandan yoğun gündemlere cevap olma, geri kalmama pratiğinde zamanla yarış içindedir.

Yeni planlar, programlar, derken Almanya’dadır şimdi. Yıllarca dağlarda savaş ortamında, o ‘zamansız zamanlardan’ kalan tek uyumsuz detayı; yemek ve içmekteki aceleciliğidir. Halk ve toplum ilişkileri tecrübesiyle, çok yönleri, tarzları , davranışları, alışkanlıkları farklı olan Alman toplumuna uyum sağlıyor, dil öğrenmeye, eğitim almaya başlıyor.

Bu uğraşısı,imkan yaratma, sosyal ilişkiler geliştirme ile bütünleşiyor. Kısa sürede, çoklarının on yıllarca başaramadıklarını başarıyor. Yoktan var etmenin, Dr. Said için yaşam alışkanlığı olduğu, pratik tarzından anlaşılıyor.

Yarattığı imkanları, gerekli bulduğu insanlarla, yurtseverliğine inandığı kişilerle , çevrelerle paylaşıyor ve onun dünyasında, para asla amaç değil, ama gerçekçi düşündüğü için, amaca giden yolda, bu ‘para aracına’ sahip olmak, onu kullanmak gerektiğinin de bilincinde. ‘Teorinin şahidi pratikmiş’ evet; bunu Dr.Said’ de, bir sabah kaldığı yerin dilsiz ve kör duvarlarından başka kimselerin göremediği ve içine girdiği atmosferden ( devamındaki pratiğinden) anlıyoruz.

Birkaç günlüğüne gittiği deniz kenarındaki lüks otelde, bir sabah telefonuna bakıyor, gelen haberle sarsılıyor. DAİŞ zalimleri Güney Kürdistan’a saldırmış, binlerce Ezidi Kürdü esir alınmış, halk, çaresizce dağlara koşuyormuş. Bu haberle, artık Dr. Said’in iç dünyasında vurulmuş sevdasının kendisini çağıran boğuk sesleri kulaklarını çınlatıyor.

Kürdistan özgürlük davasının sınır tanımaz, sadık evladı, tarihin kendi manevi dünyasına verdiğini his ettiği emiri yerine getirmek için yola koyulmaktadır. Artık hiçbir ‘lüks’, hiç bir ‘rahatlık’, başka hiç bir gündem, iş, uğraş onu durdurtmamaktadır. Tam o an, telefonla kendisinin yanına gelmesini belirten arkadaşı Rana’yı şöyle cevaplıyor: ‘Rana gelme. Ben hemen çıkıp geleceğim. Tatil bitti. ISIS Kürdistan’a saldırdı, katliam var” ( syf.577)

Yazarın izini sürdüğü kahramanı, yönünü tekrar acımasızlara karşı savaşa çeviriyor. Askeri birikimleri, uzmanlık alanlarıyla, savaşın içinde yer almak için gerekli yetkililerle, çevrelerle, tanıdıklarıyla, eski gerilla arkadaşlarıyla görüşüyor, durum hakkında bilgiler alıyor, planlar oluşturup yetkililere öneriler yapıyor. Bu yoğun trafikte, Kürdistan bayrağının özgürce dalgalandığı tek alan olan güney parçasında, savaş cephelerini dolaşıyor. Anlatılanları dinlemekle yetinmeyip, düşmanın taktiğini ve kullandıkları savaş malzemelerini, psikolojik durumu öğrenmek için ‘savaş cephelerine’ gidiyor. Özgür Kürdistan parçasında, oluşmuş hükümete rağmen bir ‘ulusal ordu’ kurulamamış olmasının dez avantajlığından, savaş, siyaset, toplumsal durum ve benzeri konularda tartışmaların, bilgi paylaşımlarının içindedir.

Bu koşuşturmaların birinde bir KDP yetkilisi ( Kemal Kerkuki’nin) Dr. Said’e anlattığı bir anısı, ‘ulusal ordu ve bağımsız devletleşmenin’ önemi açısından ilginçtir. Saddam devrilirken ordusuyla Kerkük’e giren komutan Kerkuki, vali binasını önce ele almaya yöneliyor. Kürdistan Yurtseverler Birliği ( YNK). Peşmergeleri, daha evvel binayı almışlar. Komutan Kerkuki de, binaya giriyor, bakıyorki vali makamında YNK yetkilisi ‘ Rızgar Ali’ oturuyor. Kerkuki de Sandalyeyi çekip karşısında oturuyor. Gerisini kitapta okuyalım:

‘Aradan kaç dakika geçti, bilmiyorum. Kapıdan Amerikalı bir komutan girdi. Arkasından Amerikan askerleri ve gazeteciler vardı. Ben ve Rızgar Ali ayağa kalktık, kendimizi tanıttık. Adam beni sağına, Rızgar Ali’yi de, soluna aldı…. Basın toplantısı yaptık. ….. Sonra Amerikalı komutan, askerler ve gazetecileri odadan çıkardı, bana ve Rızgar Ali’ye döndü “-Kerkük hiç kimsenin olmayacaktır, ne sizlerin, ne Arap’ların -Ben affalayıp kaldım, ikimiz de bir şey demeden toplantı bitti” ( syf. 600)

Bu duruma elbette hayıflanan Kerkuki’ye , Dr.Said’in ‘teorik gevezeliklerden’ arınmış , gerçekçi cevabı içinden geçiyor: “istikrarı genel olarak sağlayacak bir ordu değilseniz, bağımsızlık ilan edip tanınmazsanız… )

Dr. Said’in askeri uzmanlığının yanında, siyasi öngörüsünün de güçlü olması dikkat çekicidir. Daha ISID zalimine karşı savaşırken, siyasi sohbetlerde ‘İran- Haşdi şabi’ tehlikesinden bahsediyor, fakat sadece ‘bahsetmekle’ yetinmiyor, yapılması gerekenleri belirtiyor. Bu temelde, arkadaşı Doğu Kürdistan’lı Memed’e ( bitmek üzere olan İŞİD ) savaşı sonrası o vatan parçasına gidip savaşma düşüncesini belirtiyor. Arkadaşı Dr.Said’i iyi tanıyan Memed, bundan heyecan duyuyor.

Fakat bu olmuyor işte. Cepheden cepheye koşan, defalarca döşenmiş mayınları söken, anlaşılmayan pusularda çağırılan ve çok hayatlar kurtaran Dr. Said, karmakarışık ölüm taşlarına dönmüş yer altı tuzaklarının birinde şehit oluyor.

Beni karışık duygulara çeken, düşündüren, meraklarımı anlatımlarına serpen kitabın sayfaları, arka kapağını bakışlarıma indirince, hala şehid olmuş kahramanı ateş hatlarınının ‘zamansız gündemlerinde’ arıyordum.

Sonra her bir parçası elimde kalmış, içimden renkli- renksiz, karşılıklı uçurum çelişkili silüetleriyle, derslerle dolu bir hayatın görkemli sahneleri. Bazen çewlik’de, Karêr, Çılkani de, Ko Spi de, Yado ve Yib Mehun’un huzurunda , bulunmuş yeni sayfalarını açıyorum tarihin. İçinde, ( günümüzün tuhaf koşullarında) direniş esaslı ( doğal) hatalar, yanlışları ve açık ihaneti, aleni itirafçılığı birbirine (anlaşılmaması için beyhude çabalarla ) karıştırmaya vurulan köklü bir tokat, net bir cevap taşıyan Dr. Said’ in güzergahı.

Terse dönmüş tarihi, kabullenmez ‘kötü kaderi’ rededen bu güzergahta zaman kaybettiren ihanetlere rağmen, durmayan zaman gibi hedefe akar. Pratikliğiyle verdiği bir mesajı daha var Dr. Said’in, ‘kimse kendisini kandırmasın, dalkavukluğu örtecek teorik gevezeliklere gerek yok, internet- bilgi iletişimi çağındayız, bilinmeyen bir şey yok’

Varlığıyla zalime karşı savaş cephelerinde sembol, yokluğuyla güneyden kuzeye( Çewlik- Çılkani’ye) taşıdığı ‘Alarengin’ in sevdalı oğlu:

Sen rahat uyu. Anılarının önünde saygıyla eğiliyorum.

Selim Çürükkaya

1954 te Bingöl' de doğdu. Öğretmen okulundan mezun oldu. Siyasi nedenlerle on bir yıl hapis yattı. Gazeteci ve yazar. Yayınlanmış 10 Kitabı var. Siyasi mülteci olarak Almanya'da yaşıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu