Bozkıra Kıvılcım Olabilmek!
Selim Çürükkaya / Bu yazı 1986 yılında Diyarbakır Cezaevinde 35. koğuşta (Hücre bölümünde) kaleme alınmış, daha sonra “12 Eylül Karanlığında Dirayabakır Şafağı” adlı belgesel romanda yayınlanmıştır. Söz konusu kitaptan alınan bu bölüm, 1982 yılında, 21 mart Nevroz gecesinde Mazlum Doğan’ın kendisini hücresinde asmasını anlatmaktadır.
Konuyla ilgili yapılan spekülasyonlara bir yanıt niteliği taşıyan bu yazının yazarı, Mazlum Doğan’ın kendisini astığı gece aynı hücrede kalıyordu. Yazılınlar 35. koğuşta kalan PKK’ lı tutsaklar tarafından, yayınlanmadan önce okunmuş, kimselerin itirazı olmamıştı.
“35. Koğuşta bir veya bir buçuk ay kadar tecritin salonunda askeri yürüyüş eşliğinde işkence yapıldıktan sonra, esirleri artık hücrelerden dışarı çıkarmadılar. Sabah kahvaltısıyla birlikte esirler ayağa kaldırılıyor, önce “İstiklal Marşı” sonra “Ey Türk Gençliği” daha sonra “And” okutuluyor. Ardından da işkence zoruyla ezberletilen 56 marş sırayla, koro halinde söyletiliyordu.
Gardiyanların deyimiyle çatlak sesler çıktığında veya yüksek ses çıkmadığında dayak düzeni aldırtılarak, tüm esirleri dayaktan geçiriyorlardı. Bunun dışında gardiyanlar kendilerine göre bir aksaklık, bir disiplinsizlik, buldular mı, dayak düzeni aldırtıyorlardı. Aksaklık, disiplinsizlik, bir esirin öksürmesi, sağa sola bakması, hazır ol vaziyette beklerken parmağını kıpırdatması demekti. Hücrelerin karşısında gözetleme delikleri olduğundan bir çift göz esirleri, o deliklerden sürekli izliyordu.
35. Koğuşta işkenceci gardiyanlar, tek tek esiri her an istedikleri kadar dövebiliyorlardı. Ayakta hazır ol vaziyette bekleyen esirlerin önünden geçen gardiyanlar: “Niye ters baktın lan?” veya, “ne düşünüyorsun lan?” gibi sorular sorarak onlara işkence yaparlardı.
Mahkemeye gidiş gelişlerde, görüşmeye veya başka yerlere gidiş gelişlerde işkence sistemliydi. Yemek dağıtmak, salonun temizliği ve kantin eşyası getirmek için hücrelerden çıkarılan esirlere işkence yapılırdı. Özellikle her çarşamba günü topluca işkence uygulanırdı. O günlerde diğer koğuşlarda kalan esirlere havalandırmalarda göstermelik olarak top oynatılırdı. Bir çarşamba günü yine dayak atılınca birinci kat 5. Hücrede kalan Hişar Ekincioğlu, Selim Çürükkaya’ya:
-Sence neden her çarşamba günü bize dayak düzeni aldırtıyorlar?
-Yalnız çarşamba değil, başka günlerde de dövüyorlar.
– Tamam dövüyorlar ama, çarşamba günü mutlaka toplu dayak atıyorlar. Çarşamba günü toplu dayak atmalarının nedeni şudur: Diğer koğuşlara çarşamba günü top oynatıyorlar. O gün mahkemeye gittim, göz altından tecritin salonunun penceresinden dışarı bakma fırsatı buldum. Koğuşta kalanlar havalandırmada voleybol oynuyorlardı. Fakat oyuncular da, izleyiciler de hazır ol vaziyetteydiler.
– Hazırol vaziyette bekleyen adam nasıl voleybol oynar?
– Top kendisine geldiğinde hazırolu bozar, topa vurur, tekrar hazırola geçer. Neyse koğuşlarda kalanlara çarşamba günleri top oynatıyorlar. Biz tecrittekiler, koğuştakilerin top oynadıklarını duyuyoruz ya. İşkenceciler bizi koğuşlara özendirmek için bunu yapıyorlar. Yani, “Bakın koğuşlarda herkes rahat rahat top oynuyor” demek istiyorlar. Biz de bu duyguların uyandığını hissettikleri için çarşamba günleri toplu dayak atıyorlar.
– Mantıklı bir açıklama.
– Böyle boyun eğmenin bize bir yararı yok artık.
– Ne zaman oldu ki?
– Hiçbir zaman boyun eğmek, insanı kurtuluşa götürmez. Boyun eğmek, işkenceyi, baskıyı, alçalmayı, onurun çiğnenmesini kabul etmektir. Biz dayaktan ve işkenceden kurtulmak için boyun eğdik. Şu çelişkiye bak; bir anlık işkenceden kurtulmak için, süresiz işkenceye razı olduk teslim olmakla.
– Bir anlık işkenceyle mi, teslim olduk?
– Bir anlık işkenceyle teslim olmadık ama işkenceden kurtulmak için bize sürekli işkence yapılmasına razı olduk.
– Dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Felsefe yapar gibi konuşuyorsun.
– Yahu kardeşim, teslim olman için sana işkence yapılıyordu değil mi? Onlar, direndiğinden dolayı sana işkence yaptıklarını söylüyorlardı. Öyle değil mi?
– Peki sen, bana işkence yapılmasın düşüncesinden hareket ederek kurallara uymadın mı?
– Hemen hemen öyle.
– Demekki işkenceden kurtulmak için kendini işkenceye teslim etmişsin! Yani yırtıcı kurttan kurtulmak için, kendini vahşi aslanın pençesine atmışsın!
– Bu vahşi aslanın pençesinden nasıl kurtulacağız acaba?
– Kurdun pençelerinden kurtulmamız daha kolaydı. O zaman ölümü göze alarak direnseydik kurtulmamız belki mümkündü. Şimdiki durumumuz neye benziyor biliyor musun?
– Neye benziyor?
– Aç bir kurtun pençesine düşmüş bir adamı düşün; kurt, adamla hayli boğuşuyor, hırpalıyor, her tarafını kanatıyor. Adam can havliyle kurdun pençesinden kurtuluyor. Kendisini aslanın pençesine atıyor. Bu kez aslan adamı pençeleriyle yerden yere vuruyor, hırpalıyor; adam ürkmüştür, adam korkmuştur, adam ölü numarası yapıyor. Aslanın kucağında yatıyor, korkusundan kıpırdanamıyor. Aslan arasıra adamla oynuyor, pençesiyle vuruyor ama adam korkusundan hareket edemiyor. Aslanla boğuşmayı göze alamıyor. Şimdiki durumumuz aslanın kucağındaki bu adamın durumuyla aynıdır. Değil mi?
– Bizim durumumuz adamın durumuna benziyor. Ama Türk sömürgecileri veya bize işkence yapanlar, aslana değil de, çakala benziyorlar.
– Neyse çakal, aslan farketmez. İkisi aynı soydandır.
– Nasıl farketmez? Çakal korkaktır, pençesindeki adam kendine güvenirse pençesinden kurtulabilir!
– Ben de öyle düşünüyorum.
– Peki nasıl yapalım?
– Toplu bir şey yapamayız. Açlık grevi silahını elimizden aldılar. Ölüm orucu silahını patlatamadık, o da silah olmaktan çıktı.
– Nasıl çıktı?
– Çıktı tabi. Ancak biri, onun patlayan bir silah olduğunu ispat ederse, kitle için veya hepimiz için bir silah olur. Birisi onu patlatmadığı sürece patlamayan, düşmanı ürkütmeyen bir silahtır bizim elimizde. Bu cezaevinde durum, ölüm orucu için böyledir.
– O zaman başka mücadele biçimi kalmadı.
– Bizim itiraf yapmamamız bir mücadeledir.
– Nasıl bir mücadeledir?
– İtiraf yapmamak için direniyoruz ya!
– O zaman mahkemelerde siyasi savunma yapmak da bir direniş biçimidir, değil mi?
– Tabi. Bugün hem Türkiye’de, hem de Kürdistan’da cuntaya karşı en etkili direniş, mahkemede sergilediğimiz tavırlar ve yaptığımız savunmalardır. Kürdistan’ın bugünkü ortamında mahkeme kürsülerinde sömürgeci faşizmi teşhir etmek, herkesin kârı değildir. Bu ortamda mahkemelerde siyasi savunma yaparak direnenler, yarının kahramanlarıdır.
– Kahramanlık üzerine pek bilgim yok.
– Bence zor koşullarda kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri yapan kişi, kahramandır.
– Bu tanım bana mantıklı geldi. Önemli olan bir mücadele yöntemi bulmaktır. Bunun üzerinde kafamızı yoralım. Daha başka mücadele biçimleri bulamaz mıyız?
– Bugünkü koşullarda, bireysel mücadele geçerlidir.
– Ama eskiden bireysel mücadele anarşizmdir, demiyor muyduk?
– Bizim koşullarımızda değil. Bu koşullarda bireysel mücadele en
önemli mücadele yöntemlerinden biridir.
– Niye?
– Örgütlenmenin koşulları yok. Örgütlenmenin imkanı yok. Yandaki hücrelerle konuşamazsın. Onların görüşlerini öğrenemez, kendi görüşlerini onlara aktaramazsın. Herkes başkasından bir şey bekliyor, ama kimse bir şey yapamıyor. Bir şey yapabilecek bir birey lazım.
Spartaküs bir bireydi. Önce köleleri örgütleyip sonra isyan edemezdi. Bunun için koşullar yoktu. Önce isyan edecekti. İsyanıyla köleleri örgütleyecekti. Nitekim Spartaküs’ün isyanı, Oenonaos ve Orius’u da isyana sürükleyecek, sonra bu isyan çığ gibi büyüyecekti.
Bununla isyanı Spartaküs yarattı demiyorum. İsyanın tüm koşulları oluşmuştu. Spartaküs, yalnız bunun başlatıcısı, yani bardağı taşıran son damla olmuştur.
İsa da bireydir. Koşulların ürünüdür İsa. Bu da doğru. İsa’nın çıkışı, bozkıra bir kıvılcımdır. Yanmaya elverişli bir bozkır olmasaydı, İsa’nın kıvılcımı yangına dönüşmezdi. Evet bize bir kıvılcım gereklidir. Yalnız bir kıvılcım.
– Peki nasıl yaratacağız bu kıvılcımı?
– Nasıl mı yaratacağız? Sen bir kıvılcım olabilirsin. Ben bir kıvılcım olabilirim. O bir kıvılcım olabilir. Şu bir kıvılcım olabilir.
– Yani mutlaka tekil mi olması lazım? Hepimiz birden kıvılcım olamaz mıyız?
– Haydi gelin olalım!
– Nasıl yapacağız?
– Şey yapalım. Bize dayak düzeni aldırtıyorlar ya, iki cop vurduktan sonra, ellerimizi içeri çekelim. “Aç” derlerse, ellerimizi açmayalım. Kapıyı açıp bizi dışarı çıkarırlarsa, şu karşıki kaloriferi görüyor musunuz? Tam kapıdan çıkar çıkmaz, “Kahrolsun sömürgecilik!” sloganını atalım. Hızla koşarak kafamızı kaloriferin peteklerine vuralım.
– Ben varım arkadaş.
– Sen?
– Ben de varım.
– Ben de hazırım
– Tamam.
– Kafama takılan bir şey var. Bizim yapacağımız bu eylem
intihar değil mi?
– İntihardır.
– Peki devrimciler intihar eder mi?
– Normal bir ortamda intihar etmek devrimcilikle bağdaşmaz. Ama biz normal bir ortamda yaşamıyoruz. Hatta başka mücadele imkân ve biçimlerinin bulunduğu bir ortamda intihar etmek doğru bir anlayış değildir.
Bugünkü şartlarda bizim başka da başvurabileceğimiz mücadele aracımız yoktur. İntihar, bir şey karşısında aciz kalıp, o şeyden kurtulmak için bireyin kendisini öldürmesidir. Bizim intiharımız böyle değildir. Onlar yaşamı bize karşı silah olarak kullandıkları için, biz de ölümü onlara karşı silah olarak kullanmak zorunda kalıyoruz. Yani bizim intiharımız bir eylem biçimidir, kitleleri eyleme geçiren, işkence ve zulmü gerileten bir eylem biçimi.
– Pek kafama yatmadı.
– Yahu kardeşim! Filistinliler, Lübnan’dan Filistin’e intihar komandoları göndermiyorlar mı? Giden komandolar eylem yaptıktan sonra gerekiyorsa intihar etmiyorlar mı? Bu yanlış mı? Yanlış değil. Çünkü Filistinlilerin başka biçimde mücadele verme koşulları yok. Filistinlilerin yaptıklarını yanlış mı görüyorsun?
– Hayır, yanlış görmüyorum.
– O zaman bizimkine niye yanlış diyorsun?
– Belki yanlış değil, ama ikna olamıyorum.
– Sana ikna olmamanın nedenlerini anlatayım mı?
– Anlat.
– Sana devrimciler intihar etmez, intihar etmek acizlerin işidir, devrimciler en zor işkencelere dahi dayanırlar diye anlatılmış veya sende öyle bir kanı oluşmuş. Bundan dolayı bir eylem biçimi olan intiharı devrimcilikle bağdaştırmıyorsun.
Evet devrimciler her koşula, her türlü işkenceye dayanmalıdır. Ama bizim sorunumuz dayanma sorunu değil ki, bizim sorunumuz zulmü, işkenceyi geriletme, itirafları engelleme, mahkemelerde siyasi savunmaları yapabilme ve insanca yaşayabileceğimiz bir ortam yaratma sorunudur. Bizim sorunumuz bugünkü vahşeti protesto etme sorunudur. Protesto etme, kan dökmekle, can vermekle olur.
Bu ortamda hangi tür eylem koyarsan koy, sonucu ölümdür. Bu ortamda ölüm orucu kitleselleşemez. Kitleselleşmeyen bir eylemin sonucu, Diyarbakır cezaevinde ölümdür.
Önümüzde iki yol vardır; ya bu şekilde boyun eğeceğiz, düşman koğuşlarda itirafı yaygınlaştırır, sonunda herkese itiraf yaptırır. Ya da kendimizi feda edip insanlara bir çıkış yolu gösteririz. Kendimizi feda etmenin biçimleri çok değişik olabilir. Ama biçim ne olursa olsun, sonuç ölümdür.
Ölüm, intihar etmektir. Ama bu intiharların diğer intiharlardan farkı şu; diğer intiharlarda birey öldü mü her şey biter, bunda birey öldü mü her şeyin başlangıcı olur.
– İşte burası kafama yattı.
– O zaman dediğimizi yapıyoruz.
– Tamam, yapacağız.
Çarşamba günü öğleden sonra, eli sopalı bir grup gardiyan 35. Koğuşa girdi. Kara Gardiyan “Herkes falaka düzeni alsın” diye bağırdı. Esirler sırtüstü yere yatarak ayaklarını parmaklıklardan dışarı uzattılar. Her kata birkaç gardiyan çıktı ve 1. Hücreden başlayarak sırayla dayak atmaya başladılar.
Gardiyanlar esirlerin hücrelerden dışarıya uzatılan ayak bileklerinin üzerine bir ayaklarını basıyor, o vaziyette ellerindeki sopalarla ayaklarının altına vuruyorlardı. Ayaklar parmaklıklar arasına kıstırılmış, üstten de ayakla basılmış vaziyetteki esirler, dövülen ayaklarını içeri çekemiyorlardı. Kara gardiyan 5. Hücrenin önüne geldiğinde, esirler sırtüstü yere yatıp ayaklarını parmaklıklardan dışarı uzatmışlardı.
Kara, Selim’nin ayak bileklerine sol ayağıyla sıkıca bastı. Elindeki balta sapıyla ayaklarına hızla vurdu. Selim ayaklarını içeri çekmek istedi, çekemedi. Ayaklarını dışarı doğru uzatmak istedi. Kara elindeki sopayla ayaklarının üst tarafına var gücüyle vurdu. Selim acıyla yattığı yerden sıçradı. Oturdu, iki elini parmaklıklardan dışarı uzattı. Gardiyanın elindeki sopayı iki eliyle yakaladı. İçeriye doğru çekti. Kara daha güçlü, duruş pozisyonu daha avantajlı olduğundan sopayı Selim’in elinden aldı. Çok seri bir biçimde birkaç kez peş peşe Selim’in kol ve bileklerine vurdu. Selim, gardiyanın şaşkınlığından yararlanarak ellerini ve ayaklarını içeri çekti.
Bu arada, beton sekinin üzerinde sırtüstü yatıp ayaklarını dışarı uzatan Hişar Ekincioğlu, birden ayaklarını içeri çekerek ayağa kalktı. Beton sekinin üzerinden fırlayarak karşıdaki duvara yapışık kalorifer peteklerine kafasını hızla vurdu. Yere düştü. Kalorifer petekleri kana boyandı. Esirlerden Timur Fidan’ın kafası zaten kalorifer peteklerinin yanındaydı. O da yattığı yerden kafasını peteklere vurmaya başladı. Gardiyanlar bu durum karşısında esirlere işkence yapmaktan vazgeçtiler. Buna rağmen Timur Fidan’ın hala kalorifer peteklerine kafasını vurduğunu görünce, M. Han Erşener’den engel olmasını istediler.
M. Han, bir esiri tutmaya çalışırken, diğeri peteğe kafasını vuruyordu. Bu hengamede herkes üst üste yığılınca, gardiyanlar paniğe kapılarak ellerindeki sopaları da bırakarak, tecrit bölümünden dışarı çıktılar.
5. Hücredeki esirler üst üste yığılmıştı. İkisinin başından kan akıyor, biri baygındı. Birinin de elleri, ayakları tutmuyordu. Diğer ikisi de ayağa kalkamayacak durumdaydı.
Tecrite bir sessizlik çökmüştü. Herkes birinci ve ikinci kattaki gardiyanların paniğe kapıldığını görmüş, kaloriferlere kafa vurulduğunu işitmişti. Bunun için esirlerde de bir tedirginlik vardı. Tedirginlik sürerken bir grup işkenceci, iki sıhhiye ile birlikte birinci kat 5. Hücrenin önüne geldi. Kapı açıldı. Sıhhiyeler yaralıların kafasındaki kırık yerlere şişeyle tendürdiyot döktüler.
Kara, kafası kırılan ama bayılmayan Timur Fidan’ı yerden sürükleyerek dışarı çıkardı. Belinden ve ensesinden tutarak ayağa kaldırdı. Yüzünü hücrelere doğru çevirerek: “Ulan bakın! Sizin en akıllı adamınız budur, fakat bir copa dayanmayarak intihar etmeye kalkıyor” dedi. Timur Fidan’ı kucağına alarak hücreye bıraktı. Gardiyanlar kapıyı kapatıp gittikten sonra hücredekiler iki yaralı tutsağı yan yana yatırdılar. Çarşafların ve battaniyelerin üzerinde kıpkızıl kan vardı. Ellerini, ayaklarını kullanamayan esirler, yaralı arkadaşlarına yardımcı olamıyorlardı. İşkencecilerin de bu kadar korkmaları, hemen gidip sıhhiyeleri getirmeleri, onların ölümden ne kadar çekindiklerini gösteriyordu.
Onlar da direnerek ölmenin, yeni direnişler yaratacağını çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen bir müddet sonra Kara, 10. Hücrenin önüne gitti:“Dayak düzeni al” dedi. Amacı gözdağı vermekti. “Siz ne yaparsanız yapın, dayak ve işkence kalkmaz” demek istiyordu.
Büyük bir ihtimalle gardiyanlar sıhhiye getirmeye gittiklerinde, Yüzbaşı Esat, Kara’ya: “İşkence yapmaya devam et” talimatını vermişti. Kara, 10. Hücrenin parmaklıkları arasında uzanan ellere hızla bir sopa indirdi. Sopayı tekrar havaya kaldırdı. İkinci kez vururken, Medeni Çelik ellerini parmaklıklardan içeri çekti ve sopanın ucu o hızla yere değerek kırıldı. Hücredeki Medeni Çelik, ellerini çekince tuvalet bölümüne doğru koştu. Oradan geri dönerek, parmaklıklara doğru hızla koşarak kafasını parmaklıklara vurdu ve yere düştü. Diğer esirler yerdeki Medeni Çelik’i zaptetmeye çalışırken, o kafasını demirlere ve betona vurmaya devam etti. Kara, aniden hücrenin kapısını açtı.
Yerdeki Medeni Çelik’in ensesinden tutarak dışarı çekti. Orada ayağa kaldırarak: “Haydi vur ulan, vur kafayı şu betona. Vur da göreyim senin erkekliğini” dedi.
Medeni birkaç kez sağına soluna baktı. Sonra karşıdaki duvarın çıkıntı sütununun keskin köşesini gözüne kestirerek 15 metre uzaktan bütün gücüyle koştu, sütunun keskin köşesine kafasını şiddetle tosladı. Bir ölü gibi sırtüstü yere düştü.
Tecrit gardiyanlarının tümü, Medeni’nin etrafında toplandılar. Esirler de hücrelerinden merakla olan biteni izliyorlardı. Gardiyanlar Medeni’nin bayılıp bayılmadığını öğrenmek için önce tekmelediler. “Numara yapıyor” dediler.
Tekmelerle ayıltamayınca Kara, yakasındaki toplu iğneyi çıkardı, yerde yatanın kalçalarına, sırtına batırdı. Kıpırdamadığını görünce, iğneyi köküne kadar batırarak kahkaha attı. Sonunda Medeni Çelik’in baygın olduğuna inandılar. Ayağından çekerek 10. hücreye attılar. Hücredeki esirler baygın arkadaşlarını kucaklayarak sekinin üzerindeki yatağa yavaşça koydular. Üzerine birkaç battaniye örtünce hücre önündeki gardiyanlar; “Ulan uyandığı zaman bizi hemen çağırın, s… iz” – dediler.
Gardiyanlar koğuşu terkedip gidince,“Marşa başla”demişlerdi. Esirler gözyaşı dökerek, marş söylüyorlardı. Kendilerine işkence yapanların marşlarıydı söyledikleri. Sevinç gözyaşları değildi. Acı gözyaşlarıydı döktükleri.
Çaresizlikti, boğazlarında hıçkırığa dönüşen. Onların utançları, düşmana boyun eğmek, düşmanın marşlarını gözyaşları dökerek söylemekti. İstenmeden, nefret edilen, şövenizm kokan, bütün dünya halklarının düşman olduğunu anlatan marşları yüksek sesle söylemek ne utanç verici bir şeydi!
Bir şeyin utanç verici olduğunu bilip, buna rağmen o şeyi yapmak daha da acıydı. Esirler bir çıkmazdaydı. Önleri zifiri karanlıktı. Karanlıkta korkudan türkü söyleyenler gibi marş söylüyorlardı. Ama, karanlığı delip geçmek çok zordu. Işık gerekliydi karanlığı geçmek için. Cesaret gerekliydi ışık olmak için. Herkes kafasında bir ışık arıyordu. Bir meşale, bir kıvılcım. Neden bulunamıyordu bir ışık? Hangi rüzgarlar söndürmüştü bilinçlerdeki ışıkları?
Gerçekten sönmüş müydü ışıklar?
Yoksa terör fırtınasıyla közler küllenmiş miydi bilinçlerde? Oysa bu koyu karanlığın ortasında cılız dahi olsa, ışığın aydınlığı bol olurdu. Bir mum ışığı dahi, derya kadar derin bir karanlığı ürkütürdü. Bir mum ışığı, bir mum ışığı kadar ışık gerekliydi esirlere! Ruhlarındaki alevi harlandıracak bir ışık gerekliydi. Işık arayışları devam ediyordu. Bu arayış, koskocaman bir çölün ortasında su arayan insanların arayışı gibiydi. Belki ondan daha da öte.
Kafasını sütunun köşesine vuran Medeni Çelik ayılmadı. Koma durumu devam ettiği anlaşılınca, hastaneye kaldırıldı. Medeni koğuştan çıkarıldıktan sonra gardiyanlar esirlere tekrar işkence yapmaya başladılar. Onları sıra dayağından geçirirken, birçok hücreden bağırtı ve çığlık sesleri yükseliyordu. Bu bağırtılar arasında, birinci kat 3. hücrede kalan bir esir:“Komutanım komutanım, burada bir arkadaş boynunu kesti” deyince, gardiyanlar katlardan inerek
3. Hücrenin önünde toplandılar. Kapıyı açarak elbiseleri kıpkızıla boyanmış Ali Çiçek’i yerden sürükleyerek dışarı çıkardılar. Salonun orta yerinde yatırdıklarında kan, boynundaki damardan adeta fışkırıyordu. Bir gardiyan 3. Hücrede kalan diğer esirlere: “Lan ibneler, bu adam boynunu neyle kesti” diye bağırdı. Bir esir: “Sabah traş olmak için jilet almıştık, onunla kesti” deyince, koğuş gardiyanı, “Lan bütün hücreler beni dinleyin. Hangi hücrede jilet varsa dışarı atsın. Son sayı üç” dedi. Hücredeki jiletler dışarı atılırken, Ali Çiçek’in boynundaki kanlar hala akıyordu. Gardiyanlar tedirginlikle hücrelerden bir battaniye alarak Ali Çiçek’i bu battaniyeye sarıp revire götürmek istiyorlardı.
Henüz Ali tecrit bölümünden çıkarılmadan ikinci kattan: “Gardiyaaaan, gardiyaaan, gardiyaaan! Burada bir arkadaş intihar etti” diye biri bağırdı. Birinci katın salonunda bulunan gardiyanlar, ikinci ve üçüncü kata doğru kafalarını kaldırarak; “Hangi katta ulan, hangi katta” diye sordular. Bir esir: “Burada, ikinci katta, ikinci” dedi. Gardiyanlar hep birlikte koşarak birinci kattan ikinci kata çıktılar. En çok dikkatlerini çeken şey, esirlerin kendilerini, “Komutanım” değil de, “Gardiyan” diye çağırmalarıydı. İkinci kata çıktıklarında, “Kim o intihar eden lan” diye sorunca, ikinci kat 4. Hücredeki esir yanında oturanı göstererek: “Bu arkadaş bir kutu ağrı kesici hap birden aldı” dedi, yerdeki boş kutuyu parmağıyla gardiyanlara göstererek.
Gardiyanlar hemen hücrenin kapısını açarak hap yutanı dışarı çıkardılar. Henüz onu dış salondan dışarı çıkarmadan, ikinci katta kalan başka bir esir yüksek sesle: “Gardiyaaan, gardiyaaan, gardiyaaan! Burada bir arkadaş intihar etti” diye bağırdı.
Gardiyanlar tekrar koşa koşa ikinci katın kapısından içeri girdiler. 5. Hücrede kalan esirin, bir kutu hap yuttuğunu öğrendiler. Bunun üzerine bir gardiyan, “Lan ibneler herkes hücredeki ilaçları dışarı atsın” der demez, ikinci katın başka bir hücresinden, “Gardiyaan, gardiyaan! Burada da ihtihar eden var” diye bağırdı.
Gardiyanlar henüz birini çıkarmadan başka bir hücreden bağırmalar oluyordu. Bu ara, başka bir hücreden, “Gardiyanan, gardiyaaan!” diye bağırılınca, tecrit bölümünde dolaşan onlarca gardiyan, hücrelerin kapısını açarak tüm ilaçları topladılar. Başka bir esir: “Gardiyanan, gardiyaaan!” diye bağırırken, tecrit çavuşu; “Kes lan ibne. Hap atmışsa, niye söylüyorsun? Ölsün a … a k…m” diye bağırdı.
İkinci kattaki gardiyanlar, onu da hücreden çıkararak hepsini birlikte revire götürdüler. Gardiyanlar da tecrit bölümünden ayrıldı, tecrite bir sessizlik çöktü. Sanki hiç bir canlı yaşamıyordu. Kelebek uçsaydı kanat sesleri duyulurdu belki.
Bazı hücrelerde esirler birbirlerine bakıp ağlıyorlardı. Tedirginlik ve sevinç karışımıydı duyguları. Gözyaşları da öyle. O duyguları, yaşamayanlara anlatmak çok güç. Çok önemli bir şey icat eden bir bilgenin duyguları mı desem, denizde, boğulmak üzereyken can yeleğine kavuşan insanın duyguları gibi mi desem, karanlığın ortasında ateş böceği görüp ateş zannederek sevinen, yanına vardığında ateş böceği olduğunu görüp üzülen insanın duyguları gibi mi desem, bilemiyorum.
Umut, umutsuzluk, korku, heyecan, başaramamazlık, gelecek kaygısı, bir şeyi başarabilme sevinci birbirine karışmıştı. Hücrelerde hangi esirin yüzüne baksaydınız, bunları görürdünüz. Bazı hücrelerde bu gelişmeler üzerine eleştiriler ve tartışmalar da oldu:
– Beceremedik, insan bir iş yaptı mı ciddi yapar. Kalorifere kafayı vurduk, beceremedik. Jiletle boynumuzu kestik, hemen gardiyana haber verildi. Hele hap atanlar… Mademki intihar edeceksin, hap attığını niye arkadaşına söylüyorsun?
– Sen arkadaşların ölmesini mi istiyorsun?
– Tabii ölmesini istiyorum!
– Şimdi sen boynunu kesen, kalorifere kafasını vuran, hap atan arkadaşların ölmesini mi istiyorsun?
– Evet.
– Sende duygu diye bir şey kalmamış o zaman.
– Sen de duygusal hareket ediyorsun. İnsan yaşasın, nasıl yaşarsa yaşasın mantığından yola çıkıyorsun. Erdemi, gururu, inançları, namusu ayaklar altına alınan insanın yaşaması hiçbir şey ifade etmez. Elbette şerefli bir ölümü böyle bir yaşama biraz insan olan herkes tercih etmelidir. Sen, arkadaşların ölümünü istememekle onların da bizim gibi gururlarını, inançlarını, erdemlerini çiğnemelerini istiyorsun. Şunu kafana iyice koy! Bugün bize, boyun eğen, kurallara uyan, tüm işkenceler karşısında susan diriler lazım değil. Bunlar gibi hapishanede binlercesi var. Bize işkenceye, zulme başkaldırıp şehit düşen “bir ölü” gereklidir. Böyle “bir ölü” belki hepimizi diriltir.
– Niye, şimdi biz ölü müyüz?
– Ölünün bir özelliği, artık bir kez daha ölmemesidir. Yeri geldiği zaman ölmesini bilmeyen insan, bir ölüden farksızdır.
– Demek ki ölümlerin de çeşitleri vardır?
– Niye olmasın ki? Sen teslim ol, gardiyana yalvar, her kurala en iyi şekilde uy, buna rağmen gardiyan seni öldürsün, ölümün kitlenin cesaretini kırar, kitlenin moralini bozar. Düşman ölümü kitleye karşı korku aracı olarak kullanır.
Ama düşmana boyun eğme, dayattığı kurallara uyma, her şart altında onurunu koru, gardiyan öyle seni öldürsün, ölümün yaşayanlara cesaret olur. Ölümün, zulme karşı duranların elinde bayrak olur. İşte bize böyle bir ölüm lazımdır.
– Anlayamadım kardeşim. Ben mi yanlış düşünüyorum, sen mi çıldırdın? Bu kadar diri varken, insan umudunu bir ölüye bağlar mı?
– Henüz işin ciddiyetini kavrayamamışsın. Anormal bir ortamda, normal bir ortamdaymışsın gibi düşünüyorsun.
Demin sana ölünmesi gereken noktada ölmesini bilmeyen insan diri değil, ölüdür demiştim.
Bugün bizim bir ölüden farkımız yok. Sevgimiz kepaze edilmiş, sevemiyoruz. Ağzımıza kilit vurulmuş, konuşamıyoruz. Beynimiz ipotek edilmiş, düşünemiyoruz. Kutsal bildiğimiz şeyler botlarla çiğnenirken biz üzgünce bu durumu izliyoruz. Özgürce ağlayıp hıçkıramıyoruz bile! Yaşamak bu mu, biz yaşıyor muyuz?
Bu ortamda ancak ölerek yaşanabilir. Düşman düşüncelerimize, inançlarımıza yönelmiş. Onları öldürmek, yok etmek istiyor. Düşünceleri, inançları öldürülmüş bir robot haline getirilmiş insan neye yarar? Bize cesedini, inanç ve düşüncelerine feda etmiş “bir diri” gereklidir. Düşüncelerini inançlarını cesedine feda etmiş “bir ölü“ değil!
– Mademki böyledir niye ölmüyoruz?
– Doğru. Niye ölmüyoruz?
– Önce birisinin ölmesini mi bekliyoruz?
– Zannetmiyorum… Ama biraz da öyledir.
– O halde söylediklerin doğru değil.
– Söylediklerim doğru. Ama biz doğrular uğruna ölümü göze almıyoruz.
– Öyle midir? Yoksa gerçekten doğruların, doğru olduklarına inanmadığımızdan mıdır?
– Bu soru gerçekten kafamı kurcaladı.
– Bak eğer biz teslim olmuş, kurallara uymuş, vücutlarımızı inançlarımıza feda eder, ölerek dirileceğimizi bildiğimiz halde ölemiyorsak; savunduklarımıza inanmıyoruz demektir.
– Düşüncelerine katılmıyorum.
– Neden?
– Biz gerçeğe inanıyoruz, fakat kendimizi feda etmek istemiyoruz. Önce başkalarının kendisini feda etmesini bekliyoruz.
– İşte bu, gerçeğe inanmadığımızı gösteriyor.
– Sana bir türlü anlatamadım. Biraz beni dinle! 10 Kişinin ölüm orucuna yattığını bir düşün. Bu kişiler: “İşkence ve zulüm kalkmayıncaya kadar eylemimiz devam edecektir” desinler. Sonunda 10’u da ölüm orucunda ölsün. Bu 10 kişinin ölümünden sonra kitlenin cesaret alacağına, işkencecilerin geri adım atacağına inanıyor musun, inanmıyor musun?
– İnanıyorum.
– Peki inandığın halde neden ölüm orucuna yatmıyorsun?
– Demek ki ölmek istemiyorum.
– O zaman şimdi içinde yaşadığımız ortamı ölüme tercih ettiğinden dolayı ölümü göze almak istemiyorsun.
– Olabilir.
– O halde şimdi içinde bulunduğumuz durumumuzu şerefli bir ölüme tercih ediyoruz.
****************************************************************
İntihar etmeye kalkışanlar revire götürüldükten sonraki sessizlikte, tecritteki esirler, hücrelerde durmaksızın tartışıyorlardı. Çoğu kalorifere, kolona kafa vurmayı, jiletle boyun kesmeyi doğru eylemler olarak buluyor fakat hap atmayı eleştiriyordu. Evet bu tip eylemler işkencecileri geriletebilirdi. Ama blöf için yapılmamalıdır. Blöf için yapılan eylemler ciddi eylemlere gölge düşürür.
Bunların dışında başka eylem türleri de tartışılıyor, konuşuluyordu. O gün kimse marş söylemediği için akşama kadar tartışmalar sürdü. Akşam üzeri kafasını sütunun krişine vuran Medeni Çelik dışında, diğerlerini tecrite geri getirdiler. Tecrit gardiyanları hücrelerin salonuna geldiklerinde, yürüyüşlerinde ve bakışlarında bir ürkeklik vardı. Revire götürülen esirleri hücrelerine koyduktan sonra çavuş: „İstirahat et” dedi. Hücredeki esirler hep bir ağızdan, “Sağol” dediler. Akşamüstü yemekler dağıtıldığında gardiyanlar yemek dağıtanlara hiç karışmadılar. “Acele edin lan ibneler” demediler.
Esirler yemekleri yavaş yavaş dağıttılar. Yemek dağıtımı bitince çavuş: “Üçüncü ve dördüncü katlardaki hücrelere birer bidon su çıkarın” dedi. Yemek dağıtanlar, hemen çavuşun dediğini yaptılar. Su taşıma işlemi bitince, yemek dağıtanlar hücrelere konuldular. Üçüncü ve dördüncü kattaki esirler, o gün istedikleri kadar doya doya su içebildiler. Yemek duası okunduktan sonra ilk olarak koğuş gardiyanı küfürsüz bir “Afiyet olsun” çekti. Yine esirler ilk olarak o gece, serbestçe yemek yediler ve serbestçe hücre içinde tartışabildiler.
Sabah erkenden tecritin kapıları açıldı. Bir ekip gardiyan, birinci katın salonuna girdi. Esirlerin sonradan “Ferdi Tayfur” lakabını takacakları çavuş, bu ekibin başıydı. Bu çavuş, tecrit bölümünün tam orta kesimlerine gelerek hücrelere doğru döndü. Hücrelere şöyle bir göz attığında, tüm esirlerin parmaklıklar önünde tek sıraya dizilip hazır ol vaziyetinde beklediklerini görünce:
– Arkadaşlar, bundan sonra ben sizin komutanınızım. Sizinle birlikte çalışacağım. Şimdiye kadar size küfür edilmiş olabilir. Ben Türk askeriyim. (Sanki küfür edenler Türk askeri değildi) Türk askeri küfür etmez. Sizin ananız, benim anam, sizin bacınız benim bacımdır. Türk askeri işkence yapmaz. Bugün sizin eliniz kolunuz bağlıdır. Bir çocuk dahi size dayak atabilir. Bugün elleriniz bağlıyken sizi düvenler, yarın çarşıda sizinle karşılaşsalar, korkularından kaçarlar. Siz mert insanlarsınız. Ben burada olduğum müddetçe siz mert olun, ben de mert davranırım. Benim felsefemde kula kulluk etmek yoktur. “Kula kulluk edenlere yazıklar olsun” dedi.
Esirler bu konuşmayı ayakta dinliyorlardı. Bir çavuşun esirlere, “Arkadaşlar” diye hitap etmesi, görülmüş birşey değildi. O güne kadar esirlere hep, “Lan ibneler, lan oruspu çocukları, lan yavşaklar” diye hitap ediliyordu. Hele esirlere: “Siz mert insanlarsınız” demek de ne oluyordu?
Oysa o güne kadar esirler “Şerefsiz, namussuz, adi, hain” insanlardı. Hatta her gün küfürcü bir gardiyan tek tek hücrenin önünden geçer, esirlerin yüzüne bakar: “Ulan siz şerefsiz insanlarsınız” derdi. Birgün yine bir gardiyan hücrelerdeki esirlere “Siz şerefsizsiniz” deyip geçerken, bir esir yanındakine; “Şimdi geri dönüşte buraya uğradığında Bir dakika komutanım’ diyeceğim. O da, ne diyeceksin lan, diyecek. Ben de, Komutanım gerçekten biz şerefsiz insanlarız diyeceğim. O da: Niye lan, diyecek. O zaman ben: Sizin gibi şerefsizlere boyun eğdiğimiz için şerefsiz olduk diyeceğim” dedi. Yanındaki esir: “Bu sözün çok doğru, ama söylersen kesinlikle bizi öldürürler” dedi.
Çavuşun bu son konuşmasıyla sadist, vahşi, küfürbaz Türk askeri, melek pozisyonuna sokulmak isteniyordu. Esirler, yılların deneyimlerini yaşamışlardı. İşkencehanelerde böyle tatlı sert usullerin uygulandığını biliyorlardı. Havuç sopa politikasını görmüş, duymuş, yaşamışlardı. Sömürgeci işkencecilerin bazen vahşileştiğini, bununla bir şey elde edemeyince, melek pozisyonuna girip emellerine ulaşmak istediklerini bilmeyen yoktu. Şimdi yeni görevlendirilen çavuş bu rolü oynamaya çalışıyordu.
Konuşmadan sonra tek tek katları dolaşan çavuş, birinci kata indiğinde; “Arkadaşlar, içinizde saz çalmasını bilen var mı?” diye sordu. Bir müddet sessizlikten sonra, ikinci kat 5. Hücrede kalan Mahmut Şahin:“Ben biliyorum komutanım” dedi.
Çavuş, sazı getirmesi için bir gardiyanı gönderdi. On on beş dakika sonra gardiyan elinde bir divan sazıyla geri geldi. Çavuş sazı alarak ikinci kat 5. Hücrenin önüne gitti. Mahmut Şahin ellerini parmaklıklardan dışarı uzatarak sazı çavuşun elinden aldı.
Saz hücreye sokulmayacaktı. Mahmut onu parmaklıklarda çalacaktı. Önce iki parmağıyla penayı tuttu, parmaklarını perdelerden bir aşağı bir yukarı gezdirdi. Penayı hafifçe tellere dokundurunca ılık bir müzik sesi, işkenceler altında bodurlaşmış duyguların derinliğine etki yapmaya başladı. Saz iyice akort edildikten sonra:
“Ez xorte Kurd im, pır bi nav ü deng
Wa mın hıl girti bomba ü tüfeng
Eze herım şer eze herım ceng
Ger ez bım kuştın daye tü megri“ türküsünün müziğini çalmaya başladı. Bu müzik esirlerin katılaşmış duygularını okyanusun dalgaları gibi harekete geçirdi. Duygu dalgaları, vücudun kıyılarına çarpınca gözyaşı olup aktı.
Sazın haykırışı duygulara öyle bir hitap ediyordu ki, notalarda tılsımlı bir şey vardı sanki. Mahmut Şahin Şıvan’ın müziğinden Aram’ın müziğine atladı ve “Ay dıl”ı çaldı. Kürt kültürü işkencehanede, demir parmaklıklar ardında Mahmut Şahin’nin eliyle şaha kalkmıştı.
Sazdan çıkan müzik şelaleleri esirlerin kurumuş duygularının köklerine doğru akıyordu. Sazdan yükselen nağmeleri isyancı duyguları derinden filizlendirmiş ve müzik meltemi filizlenmiş duyguları nazikçe okşuyordu.
Esirlerin aşırı duygulandığını sezen Çavuş, Mahmut Şahin’nin elindeki sazı aldı. Dördüncü kat 3. hücrede kalan M. Hayri Durmuş’a: “Hayri, kimin sesi güzelse bir türkü söylesin” diye seslendi. Hayri ses çıkarmayınca: “Kemal, bize bir türkü söyle” dedi Çavuş.
Kemal Pir: “Ben türkü söylemesini bilmiyorum” deyince, Çavuş elindeki sazla tek tek katları dolaştı. Hangi hücrenin önüne gittiyse, hücrede kalan esirlere: “Sen söyle, sen söyle, sen söyle!” dedi. Buna karşın kimi esir, “Bilmiyorum”, kimi: “Sesim hoş değil” kimi: “Müziğim zayıftır” cevabını veriyordu. Çavuş, dördüncü kat 6. hücrenin önüne gittiğinde Müzaffer Ayata’ya: “Bir türkü söyle” dediğinde, sesi çok güzel olan Müzaffer: “Söyleyeyim” dedi.
Bu ara bütün esirler, kulak kesildiler. Müzaffer‘in söyleyeceği türkü, Hayri’nin de çok sevdiği bir türküydü. Müzaffer yanık sesiyle türküyü çok içten söylüyordu. Tecritin sessizliği de hesaba katılınca dinleyen herkes, olağanüstü etkileniyordu. Türkünün son bölümünde, “99 yaram var, beri gel oğlan beri gel, bir yara da sen açma”yı söylediğinde, hıçkırıklar esirlerin boğazında düğümlendi.
Çavuş, türküyü dinledikten sonra biraz dertlendi. Birinci kat 3. hücrenin önüne geldi. Orada Rıza Altun adındaki esirle konuşmaya başladı.
Çavuş: Rıza bize “Can Hatice”yi söyle.
– Bilmiyorum.
– Söyle, söyle!
– Bilmiyorum dedim ya.
– Hadi ben söyleyeyim sen tekrarla.
– Olur.
– Havar havar can Hatice, gözleri ceylan hatice.
– Havar havar can Hatice, gözleri ceylan Hatice.
– Men sana kurban Hatice.
– Men sana kurban Hatice.
– Mac mac can Hatice.
– Şapur şupur can Hatice….
Rıza çavuşun taklidini yapamadığından, “Şapur şupur” der demez tüm esirler kahkaha ile güldüler. O şartlarda gülmek belki doğru değildi. Ama o durum karşısında gülmemek çok zordu.
Kimi yıllardır gülmemişti, ondan güldü. Kimi komikliğimize güldü. Kimi de ağlanacak halimize.
*****************************
O günün hiçbir farkı yoktu diğer günlerden. Yine sabah erkenden, İsmail Hakki Oruç yüksek sesle üç kez: “Koğuş kalk, koğuş kalk, koğuş kalk” demişti. Esirler İsmail Hakkı Oruç’un sesiyle uyanarak yataklarını toplamaya başladılar. Alt katın salonunda iki güvercin bir dişi için dövüşüyorlardı. Serçe kuşları, “Ciyak ciyak” ötüyorlardı. Havalar hala soğuktu. Esirlerin ağzından çıkan nefes, gözle görülüyordu. Veremli olanlar derin derin öksürüyorlardı. Bazı hücrelerde “traş düzeni”ne geçenler traş oluyorlardı. Sakallar aynasız traş edilirken, çoğu esir: “Acaba bugün bize ne yaparlar” kaygısını taşıyordu. Hiç kimse biraz sonra kapıların açılmasını istemiyordu.
Esirler traş olduktan bir müddet sonra, dış kapılar açıldı. İ. Hakkı Oruç yüksek sesle dikkat çekti. Gardiyanlar yemekçileri hücrelerden dışarı çıkardılar. O gün yarım karavana çorba gelmişti. Yemek dağıtmak için hücresinden çıkan Sürmeli Çelik karavanayı alıp, dördüncü kata çıktı. Bugün çorbayı oradan dağıtıp aşağı inecekti. Dördüncü kat kapısından içeri girerek Kemal Pir’i, Hayri Durmuş’u, Müzaffer Ayata’yı, Celalettin Delibaş’ı geçerek 9. Hücrenin önüne gitti.
Durdu, elindeki karavanayı yere koydu. Mazlum Doğan’ın kendisine tabak uzatmasını bekliyordu. Bekledi, bekledi. Ama Mazlum yoktu: “Mazlum abi, Mazlum abi” diye iki kez seslendi. Mazlum yine yoktu. Bu ara dördüncü kata giren bir gardiyan hızlı adımlarla 9. Hücrenin yanına gitti, bir iki kez Mazlum’u çağırdı. Yemek dağıtan Sürmeli Çelik’i alelacele aşağı indirerek hücresine koydu.
Bu ara Hayri, Mazlum’u“Keko, Keko”diye iki kez çağırdı. Dördüncü katın başka bir hücresinde kalan Müzaffer Ayata:“Keko artık yok, niye çağırıyorsun?“dedi.
Bu, “Keko artık yok!” kelimesi, bütün esirlerin beynini allakbullak etti. Bu cümle herkeste bir şok etkisi yarattı.“Keko artık yok, Keko artık yok! Keko artık yok…”Bu cümle bütün kafalarda yankılanıyordu. “Neden Keko artık yok? Neden Keko artık yok…?” sorusu bütün beyinlere çengel gibi takılıyordu. Henüz bu soruya cevap bulunmadan merdivenlerden yukarı çıkan bir sürü ayak sesi işitildi. Seslerden dördüncü kata çok sayıda gardiyanın çıktığı belli oluyordu.
Tüm esirler parmaklıklar önünde ayakta bekleyip, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Mazlum’un kaldığı hücrenin kapısı açıldıktan sonra dördüncü kattaki tüm hücrelerin kapıları peş peşe, seri bir şekilde açılıp kapandı. Onbeş dakika kadar sonra dördüncü katta hiç kimse kalmadı. Herkes aşağı indirildi. Dördüncü kata tam bir sessizlik çöktü.
Gerçi bu sessizlik tecritin tümüne hakimdi ama dördüncü kattaki esirlerin alınıp başka taraflara götürüldüğü tahmin ediliyordu. Ortalıkta tek bir gardiyan görülmemesine rağmen, hiç kimse hücreler arası konuşmaya cesaret edemedi. Keko’ya ne olduğunu soramadı. Yemek dağıtan Sürmeli Çelik 9. Hücrede bir şeyler görmüştü ama başka hücredekilere anlatamıyordu.
“Keko artık yok” denilmişti. Peki ne olmuştu Keko’ya? Ne kimse kendisinin dışında bu soruyu kimseye sorabiliyor, ne de kendisi dışında birisinden cevap alabiliyordu. Tecrit bölümü dört kat 40 hücreden oluşmuştu. Bir hücreden çıkan en ufak bir sesi tüm hücreler duyabilirdi. Ama Keko’ya ne olduğunu kimse bilemiyordu. Kimse de soramıyordu. Belki durumu bilenler vardı ama kimseye anlatamıyorlardı.
Hücreler birbirinden kopuk ayrı gezegenler gibiydi. Aynı hücrelerde kalanlar çevreden bir şey öğrenemeyince, konu üzerinde konuşmaya başladılar. Birinci kat 5. hücrede kalan Timur Fidan Selim Çürükkaya’ya:
– Keko’ya ne oldu diyorsun?
– Arkadaş, “Keko yok” dedi. Demekki Keko’ya bir şeyler olmuş.
– Ne olmuş?
– bu gün ayın kaçıydı?
– 21 Mart.
– 21 Mart Newroz bayramıdır. Sömürgeciliğe ve ırkçılığa
karşı mücadele günüdür.
– Eee?
– Anladın değil mi, Keko’ya ne olduğunu?
– Keko eylem mi koydu diyorsun?
– Evet, kesinlikle eylem koymuştur!
– Nasıl bir eylem?
– Tek başına eylem koydu işte.
– Hayır, Keko tek başına bir şey yapmaz. Kaldı ki ölüm orucuna başlama hazırlıkları yapıyordu. Bayramda bizi alt salona indirdiler ya, hani tek sıraya dizilip, birbirimizle öpüşerek bayramlaşıyorduk, o zaman Keko yanağımdan öpüyor gibi yaptı. Ağzını kulağıma yaklaştırdı:“Kendini ölüm orucuna hazırla” dedi.
– Tamam, onu bana da söyledi. Demekki o olmamış, böyle yaptı.
– Nereden biliyoruz ki kendisinin yaptığını?
– Ya kim yapabilir?
– İşkenceciler yapamaz mı?
– Nasıl yapabilirler?
– Gece dördüncü katı açarlar, yavaşça Mazlum’un kaldığı hücreye girerler. Zehirli iğne veya susturucu silahla yapabilirler. Niye yapamazlar mı?
– Yahu otopsi var, şu var, bu var. Onu göze alamazlar.
Ne otopsisi? 12 Eylül’ün denetiminde çalışan yüzlerce MENGELE var. Biri alıp düzmece bir rapor verir. Bunu hiç mi yapmıyorlar? Burada gardiyanların öldürdüğü kaç kişiye, “Ranzadan düştü beyin kanaması geçirdi” veya “Hastalıktan öldü” diye tutanaklar tutulmuş, bilmiyor musun?
– Tamam yaparlarsa rapor işini uydururlar. Ama bunu onlar yapmamış. Bir kez gece dördüncü katın kapısı açılırsa Kemal Pir 1. Hücrededir duyar. Ayrıca dördüncü katta dört arkadaş kalıyor. Gece birisi kata girseydi, mutlaka görülürdü. Kaldı ki biz burada 100 kişi kalıyoruz. Kapılar açılıp kapansaydı mutlaka duyan olurdu. Neden düşmanın yaptığını düşünüyorsun da, kendisinin eylem koyabileceğini düşünmüyorsun?
– Keko’nun tek başına eylem koyacağını bir türlü düşünemiyorum.
– Ahh… ahh… Sen hala normal bir ortamdaymışsın gibi düşünüyorsun. Bak öyle bir ortamdayız ki; koğuşumuzda arkadaşımız ölüyor ama biz nasıl öldüğünü bilemiyoruz. Aynı koğuşta 100 kişi kalıyoruz. Ama birbirimize bir şey soramıyoruz. En sevdiğimiz arkadaşımız ölmüş, korkumuzdan ağlayamıyoruz veya işkencecilere tepki gösteremiyoruz. Sen nasıl değerlendirirsen değerlendir. Mazlum Doğan, 21 Mart Newroz gecesinde eylem koymuştur. Newroz’a denk getirilmesi, eylemin bilinçli olarak konulduğunu gösteriyor.
Bu cezaevinde en büyük eksikliğimiz neydi? Ölümü göze almamamız değil mi?
Niye teslim olduk?
Ölümü göze alamadığımızdan.
Niye İstiklal Marşı okuyoruz?
Ölümü göze alamadığımızdan.
Niye gardiyana komutanım diyoruz?
Ölümü göze alamadığımızdan.
Hergün anamıza, bacımıza, eşimize küfür ediyorlar.
Niye ses çıkaramıyoruz?
Ölümü göze alamadığımızdan.
Bütün teslimiyetimizin, korkaklığımızın, boyun eğmemizin nedeni, ölümü göze alamadığımızdandır.
Bunlardan hangisi yanlış ?
– Belki yanlış değil ama toplu halde direnseydik daha iyi olurdu.
– Bu cezaevinde bizim için eksik olan direnme değil ki. Az mı direndik? Yüzlerce insan burada en kararlı şekilde direndi. Ölüm orucuna mı yatmadık? Açlık grevine mi gitmedik? Görüşü mü protesto etmedik? Hepsini yapmadık? Ama bir şeyimiz eksikti. Ölümü göze alamayışımız! İşte Mazlum şimdi bunu başardı. Yapamadığımızı, cesaret edemediğimizi o yaptı. Mazlum’un eylemi çok yerinde muazzam bir eylemdir. Göreceksin, yankısı çok büyük olacaktır.
– Bir dakika, bak ayak sesleri geliyor. Bu ara dördüncü kata çıkan birçok ayak sesi geldi. Dördüncü katın hücrelerinin kapıları açılıp kapandı. Esirlerin geri getirildikleri tahmin edildi. Dördüncü kata çıkan gardiyanlar aşağı kata inince, hücre çavuşu birinci katın salonuna girerek dördüncü kata seslendi; “Lan dördüncü kat, bugün Mazlum, İstiklal Marşı’nı okumayacak. Biriniz İstiklal Marşı’nı, biriniz Ey Türk Gençliği’ni, biriniz de And’ımızı okuyun” dedi.
Tecritte tam bir sessizlik oldu. Herkes Mazlum’un öldüğüne inandı. O, İstiklal Marşı okumamak, teslimiyet, itiraf ve ihanete son vermek için kendisini feda etmişti.
Diğer esirler İstiklal Marşı’nı söyleyerek mi cenazesini uğurlayacaklardı? Aynı öyle yaptılar. Dördüncü katta kalan bir esir, İstiklal Marşı’nı okurken içinden hüngür hüngür ağlıyordu. Kelimeler bir çengel gibi boğazına takılıyordu. Diğer esirler koro halinde mısraları tekrarlarken gözyaşı döküyorlardı.
Hücrelerin önünde esirleri izleyip dolaşan çavuş, onların akan gözyaşlarına bakarak anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. İstiklal Marşı bitince, „ey Türk Gençliği“ sonra, and okundu. Herkeste bir umutsuzluk, bir şaşkınlık vardı. İsyan etme duygusu, korku ve teslimiyetten nefret, hiçbir şey yapamama duyguları karışıktı herkeste.
Hücre çavuşu koğuşun orta bölümüne, herkesin görebileceği bir yere gitti. Esirlerin “Ferdi TAYFUR” lakabını taktıkları çavuştu bu: “Arkadaşlar bir dakika beni dinleyin” dedi. Herkes zaten hazırol vaziyette bekliyordu. Çavuşun, “Beni dinleyin” demesiyle hücreler tam anlamıyla sessizleşti. Herkes dikkatle çavuşa kulak verdi. “Arkadaşımız Mazlum DOĞAN bu gece kendini astı. Başımız sağolsun. Allah rahmet eylesin. Mazlum devlete karşı geldi. Başarılı olamayınca böyle yaptı. Yazık oldu, mert adamdı. Ben kendisine saygı duyuyorum. Aramalarda ipleri topluyorduk. O, kıravatla kendini asmış. Şimdi hangi hücrede ip veya kıravat varsa dışarı atın” dedi Çavuş.
Hücrelerdeki ipler aramalar esnasında alındığı için esirler hücrelerde ip olmadığını söyleyince Çavuş, “İstirahat et” diyerek salondan dışarı çıktı.
Mazlum’un eylemi üzerinde hücrelerde tartışılmaya devam ediliyordu.
– Mazlum için bize istirahat verdiler.
– Nasıl kendini astı diyorsun?
– Kıravatla asmış.
– Dördüncü kat 9. hücrenin tuvalet bölümünün tavanı çok alçak, orada bir insan kendini asamaz.
– Mazlum fazla uzun boylu değildi.
– Ne kadar kısa olursa olsun, orada bir insan kendini asamaz.
– Asmış işte, Çavuş söylemedi mi?
– Bak şöyle yapmış olabilir: Kıravatı su vanasına takmış. Bir ucunu boynuna bağlamış, ayaklarını lavabonun üzerine doğru uzatmış, ayaklar yukarıda başını aşağı doğru sarkıtmış. Öyle boğulmuş olabilir.
– Kardeşim öyle de insan boğulmaz ki. İstediği zaman ayaklarını lavabodan indirir kurtulur.
– Mazlum kurtulmak için bu işi yapmaz.
– Bize hiçbir ses gelmedi. Lavabo sesi gelebilirdi. Boğulan insan, iradesi dışında bazı sesler çıkarabilir. Yüz kişi buradaydık, en ufak bir ses çıksaydı mutlaka duyardık. Bazı geceler arkadaşların horlanmasından kimse uyuyamıyor.
– Mazlum’un hücresinden sesler gelseydi biri gardiyan çağırırdı, değil mi?
– Çağırırdı.
– İşte bu yüzden eylemin tam başarıya ulaşması için her şeyin en ince ayrıntısına kadar hazırlandığı görülüyor. Eylemin başarıyla gerçekleşmesi için eylem çok gizli tutulmuş. 21 Mart Newroz bayramına denk getirilmesi bizlere hangi mesajı iletmek istediği belli oluyor.
– Keko, eylemi koymadan önce hepimize hitaben kısa bir konuşma yapamaz mıydı?
– Yapamazdı. Çünkü, konuşma yapsaydı eylem yapamazdı.
– Acaba eylem koyacağını Hayri, Kemal veya dördüncü katta kalan arkadaşlara bildirmiş miydi?
– Zannetmiyorum. Öyle bir durum olsaydı Hayri, “Keko” diye Mazlum’u çağırmazdı. Bir de zannedersem Hayri ve Kemal ölüm orucu eyleminden yanaydılar.
– Mazlum ölüm orucu eyleminden yana değil miydi?
– Mazlum ölüm orucundan yanaydı. Fakat zamanın geçtiği, yani geç kalındığı düşüncesindeydi. 1981’de ölüm orucu bırakıldığında, “Mahkemelerde siyasi savunmalar yaparız, Partinin amacını açıklarız, ondan sonra ölüm orucuna başlarız” denilmişti. Mahkemelerde siyasi ifadeler verilmiş, artık söylenecek bir şey kalmamış, buna rağmen ölüm orucuna başlanmaması Mazlum’u kuşkulandırmış olabilir.
– Nasıl kuşkulandırmış?
– Kimsenin kendisiyle ölüm orucuna girmeyeceği kanaatine varmış olabilir.
– Kendisi tek girseydi, daha iyi olmaz mıydı?
– Ne farkeder, öyle de ölüm, böyle de ölüm!.
– Ben ölüm orucunda ölmenin, düşmanı daha çok korkutacağı inancındayım.
– Orası öyle. Ama ölüm orucunda ölmenin riskleri de var. Arkadaşlar 1981’de 43 gün ölüm orucunu sürdürdüler. Eylemi, ölümle sonuçlandıramadıkları için yapılan anlaşma hepimizi teslimiyete kadar götürdü. Mazlum tek ölüm orucuna girseydi veya birkaç arkadaş da eylemi destekleseydi ve ölüme kadar götüremeseydiler, ne olurdu biliyor musun?
– Ne olurdu?
– Hepimize ihanet ettirirlerdi. Ölüm orucunda ölmek o kadar basit bir şey değildir. Şimdiye kadar dünyada kaç kişi ölüm orucuyla ölmüş ki?
Yaşamda en zor ölüm biçimi ölüm orucunda ölmektir. Ölüm orucunu başlatıp, yarıya kadar götürmek veya sonuna kadar götürmemek çok kötü sonuçlar doğurabilir. İnsan çok kararlı olabilir, inançlı olabilir ama inanç ve kararlılık beyin normal olarak çalışırken sürer. Ölüm orucunda belirli bir müddetten sonra insan sağlıklı düşünemez. Daha önce doğru gördüğü bir şeyi eylemin 40. gününde, 50. veya 55. Gününde yanlış görebilir. Anlayacağın ölüm orucunda ölmek olağanüstü bir iştir.
– Yani Mazlum, ölüm orucunda çıkabilecek riskleri göze alamadı mı diyorsun?
– Mazlum ölmenin, ölümüyle bize doğru yol göstermenin tek çıkar yol olduğunu düşünmüş. Ölümün biçimini değil.
– O daracık yerde Mazlum’un kendisini nasıl astığını hala merak ediyorum. Su vanası ile taban arasında 75 santim ya var ya yok. Ayaklarını lavaboya bağlamış olabilir diyorsun. Lavabo vanadan çok uzaktadır.
– Bak, ayaklarını dizlerinden bağlayabilir. Dizlerinin altına elbise koyar. Kravatı boynuna geçirdikten sonra elbiseleri dizleriyle itebilir.
Hücrelerde esirlerin tartışmaları gardiyanların koğuşa girmesiyle kesildi. Esirler gardiyanların koğuşa girdiklerini görünce, ayağa kalkarak parmaklıkların önünde tek sıraya dizildiler.
Bir gardiyan birinci kat 4. Hücrenin kapısını açtı. Çay dağıtmaları için iki kişiyi hücreden çıkardı. Tam bir buçuk yıldır çay içmemişlerdi. Kimi çayın tadını, kimi rengini dahi çoktan unutmuştu. Mazlum’un ölümünü, sömür- geciler çay ikram ederek mi unutturacaklardı? Esirler bu çayı, çay gibi mi, yoksa Mazlum’un kanını içer gibi mi içeceklerdi?
Hücreden çıkarılan iki esir dış salondan geri döndüğünde, içi çay dolu naylon bir bidon getirdiler. Gardiyan çay için, her hücrenin mazgal deliğinden dışarıya bir kap uzatılmasını istedi. Birçok hücrede doğru dürüst kap olmadığından, esirler naylon sürahilere su çalkalayarak dışarıya uzattılar. Çay dağıtanlar, her hücreye bir sürahi kadar çay verdiler, bir esir de şeker dağıttı. Çay dağıtım işi bitince, gardiyan: “Lan bardak yok, idare edersiniz” dedi ve çekip gitti. Bazı hücrelerde bir iki naylon bardak vardı. O hücrelerde esirler sırayla o bardaklarla çay içtiler. Bazı hücrelerde hiç bardak olmadığından esirler şekeri sürahiye boşaltıp yemek kaşıklarıyla çay içtiler. Bazı hücrelerde ise kağıttan süt kutuları vardı. Bu kutuların içi temizlenerek bardak olarak kullanıldı.
Kaynak 12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı